Aile ocağı milletin kucağıdır...
TOPLUMUN en küçük ve en temel yapı taşı olan aile, genel bir ifadeyle doğum, evlilik ve süt bağıyla birbirine bağlı bireylerin meydana getirdiği sosyal kurum, en dar hâliyle ise anne-baba ve varsa çocuklardan meydana gelen topluluk olarak ifade edilmektedir.
Aileyi meydana getiren fertler, zamana, coğrafî bölgeye, iktisadî ve sosyal unsurlara göre farklılık gösterebildiğinden, geniş kapsamlı bir tarifle “aynı çatı altında yaşayan, kan bağına sahip, aynı ırk ve atadan gelen akraba ve yakınlar topluluğuna” (sülâle) da aile denilebilmektedir. Ayrıca aile, sosyoloji, psikoloji, biyoloji, tarih, din, ahlâk ve hukuk olmak üzere, ailenin çeşitli fonksiyonlarının ön plâna çıkarıldığı yedi temele dayanan bir kurum olarak da tarif edilmiştir.
Toplumun birlik ve beraberliğinin ailede başlayarak tüm toplumu kapsaması gibi, çözülme de ilk olarak ailede başlayacaktır. Binası sağlam temeller üzerine kurulmuş ailelerde zaman zaman bazı sorunlar ortaya çıksa da tekrar toparlanması, problemlerin giderilmesi ve o temeller üzerinde ailenin yeniden inşâ edilmesi sevgi, sadakat ve güven gibi aileyi ayakta tutan dinamikleri canlı tutmakla mümkün olabilir. İlk İnsan-İlk Peygamber ile birlikte başlayıp günümüze kadar varlığını sürdüren en güçlü sosyal kurum olan ailenin bugün ciddî tehditlerle karşı karşıya bulunması dikkatimizi bu probleme yöneltmiştir. Çeşitli nedenlerden dolayı boşanma oranlarının artması bu tehditlerin en belirgin olanıdır. Aile ortamından yoksun ve meşru evlilik yolunun dışındaki birlikteliklerden olan neslin çoğalması ise aileyi tehdit eden unsurlardan bir diğeridir. Aileye yönelik bu tehdidin aslında bütün insanoğluna yönelik bir tehdit olduğu açıktır.
Toplumsal olarak aile, milletlerin kimlik, tasavvur ve ideallerini geleceğe taşıyan kültürel değerlerin koruyucusu olan önemli bir kurumdur. Bu nedenle aile, kültür ve medeniyetin temel yapıtaşları olan varlık, inanç, değer ve ideal gibi unsurların yeni kuşaklara aktarıldığı en mühim kurumlardandır. Bu yönüyle ortak bir bilinç ve duruş oluşturma bakımından medeniyet dinamiklerinin en önemlileri arasında da zikredilebilir.
İnsanoğlu, gözünü dünyaya ilk açtığında ailesi içinde hayata tutunur. Bu ortamda şahsiyetini elde eder, gelişir ve tekâmül eder, sosyalleşir. Yetişkin bir birey olduğunda da gerçek mutluluğu ve huzuru evlenerek kurduğu yuvasında bulur. Diğer bütün mutluluklar aslında aile huzurunun birer türevi olarak değerlendirilebilir. Bu durum, “Sizi bir tek bir nefisten/candan yaratan, ondan da yanında huzur bulsun, mutlu olsun diye eşini yaratan O’dur” (A’raf, 189; Zümer, 6) şeklindeki ifadeden de anlaşılacağı üzere, insanın yaratılış serüveninde somut bir şekilde görüldüğü gibi her bireyin fıtratına yerleştirilmiştir.
Aile, insanlık tarihiyle yaşıt bir kurumdur. Kur’ân’da anlatıldığına göre ilk insan ve ilk peygamber olan Hazreti Âdem tek başına bırakılmamış, yanında eşi de yaratılmıştır. Böylelikle insanlık tarihinin ilk ailesi kurulmuştur. Ayrıca Hazreti Âdem’den bahseden ayetlerde onun evlatlarından haber verilmesi, aile kurumunun insanlıkla yaşıt olduğuna ve bu kurumun insan hayatının merkezinde bulunduğuna işaret olarak anlaşılabilir. Kur’ân’da insanlığın ilk atası olan ilk erkek ve ilk kadına dair kullanılan ifadeler, Cennet gibi istenen her şeyin bol bulunduğu, hiçbir yokluk ve kıtlığın olmadığı bir yerde bile insanoğlunun kendisiyle huzur bulacağı bir eşe muhtaç olduğu gerçeğine işaret etmesi bakımından önemlidir. Ayrıca Hazreti Âdem ve eşinin (Havva Ana) ihtiyaç duydukları bu huzur ve sükûnete, zorlu ve çetin bir dünya hayatı yaşayan âdemoğlunun fazlasıyla ihtiyaç duyduğu da açıktır.
İnsanlık tarihinin her döneminde olduğu gibi günümüz dünyasında da aile kurumu önemini korumaktadır. Fakat her dönemin kendine has problemleriyle karşılaşan aile kurumunu, özellikle günümüz toplumlarında maruz kaldığı sıkıntılarını ve problemlerini gündeme almayı gerekli kılmaktadır. Bazı değerlerin erozyona uğradığı, bireyselliğin ve bencilliğin içerisinde huzurun ve mutluluğun kaybedildiği, özellikle aileyi ayakta tutan sevgi, sadakat ve güven gibi temel kavramların maddî kaygı, gösteriş ve özentiye hapsedilerek buharlaştırıldığı, lüks yaşantı, aşırı tüketim ve güç tutkusu gibi durumların harekete geçtiği, dünyevîleşme hastalığının hayatı çepeçevre ihata ettiği modern çağda bu durumdan en fazla etkilenen kurumların başında aile gelmektedir.
Gelinen bu merhalede aile kurumu içerisinde Kur’ân ve Sünnet kaynaklı güzel ahlâk ve hasletlerden uzak kalan insanın sadece aileyle sınırlı kalmaksızın bazı toplumsal olaylara duyarsızlaştığı, çevresiyle, tabiatla, kâinatla ve nihayetinde Yaratıcısıyla olan ilişkilerinde iletişim problemi yaşadığı gözlemlenmektedir. Ailede yaşanan problemler, toplumun yapıtaşını oluşturması hasebiyle zamanla cemiyetin genel problemleri hâline gelmiş ve çözülen aile yapısının geldiği durum endişe verici boyuta ulaşmıştır. Bu nedenle temel ilkelerini Kur’ân ve Sünnet’ten alan aile yapısının ve aileyi ayakta tutacak dinamik kavramların tekrar hatırlanması elzemdir. Buna göre mekân ve zaman değişse de aile kurumunun ehemmiyeti ve aileye duyulan ihtiyaç değişmeyeceğinden, Müslümanın bir yönüyle dünyadaki değişimi takip etmesi, diğer bir yönüyle de Kur’ân ve Sünnet’in aile kurumu hakkında öngördüğü ilkeleri iyi bilmesi ve tatbik etmesi gerekmektedir.
Aile sosyolojisi
Kur’ân’da, sosyal birlikteliğin en üst düzeyde sevgi, sadakat, merhamet, adalet, güven, yardımlaşma, doğruluk, iyilik, ihsan ve Allah korkusu gibi dinamiklerin göz önünde bulundurularak başta aile kurumuyla korunması ve devam ettirilmesi hususunda bazı tavsiyelerde bulunulmaktadır. Bu anlamda, “Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!” ayetiyle ailenin korunup gözetilmesinin ve yüceltilmesinin gerekliliği vurgulanmıştır. Hazreti Peygamber birçok hadisi ve uygulamasında evliliğe teşvik etmiş, gençleri evlendirmenin ve yuva kurmalarında yardımcı olmanın büyük bir iyilik olduğuna dikkat çekmiş, özellikle “Evlenmek sünnetimdir, sünnetimden yüz çeviren ise Benden değildir” ifadeleriyle evliliğin önemini vurgulamıştır.
Günümüzde ailenin beşerî yapısı, aile gibi toplumsal kurumların belirlediği beşerî ilişkilerden meydana gelmektedir. Ailenin süreç içerisinde geçirmiş olduğu değişim, onun eğitici, koruyucu ve yönlendirici asıl özelliklerini zayıflatıp tahrip ederek insanı kuşatan ilişki sistemlerini de değiştirmektedir. Bütünlük ve süreklilik içerisinde gerçekleşen bu değişim, bir ölçüde ilişki sistemlerinin niteliği, ailenin ya da toplumun ananevi ya da modern aile veya toplum olarak tanımlanmasını belirlemektedir. Küresel veya millî düzeyde gerçekleşen ilişki sistemlerindeki bu seküler değişim süreci, teknolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel alanları da olumsuz etkilemiştir. Bunlarla birlikte sanayileşme, hızlı kentleşme ve onların beraberinde getirdiği iç ve dış göç dalgaları ailenin o koruyucu ve kuşatıcı kurum olma karakterini zayıflatmıştır.
Bunun sonucu olarak ananevî aile dağılıp parçalanmış, boşanmaların arttığı, tek ebeveynli bölünmüş ailelerin hızla çoğaldığı modern/çağdaş (!) aileye dönüşmüştür. Gençliği kuşatan uyuşturucu bağımlılığı, cinsel sapmalar ve diğer adi suçlardaki ciddî artışlar, aileye hâkim olması gereken değerlerde ne denli bir aşınmanın olduğunu ortaya koymuştur. Kitle iletişim araçlarına hâkim olan aile değerlerinden yoksun iletişim sistemleri oluşturulmuş ve bu iletişim sistemleri ahlâkî ve kültürel yozlaşmayı da beraberinde getirmiştir. Küresel ya da millî düzeyde vuku bulan ekonomik dalgalanmalar ve yoksulluk, aile kurumunu iyiden iyiye zayıflatmıştır.
Dinî ve ahlâkî değerler sisteminin etkisini kaybettiği ve gittikçe Batı aile modeline benzeyen aile yapısı, büyük değer kaybı yaşamıştır. Çok daha mühim olanı ise, ailenin omurgasını oluşturan kadının sosyal rolü ve statüsü konusu. Feminist hareketler tarafından içinden çıkılmaz hâle getirilmiş aile, kadın-erkek üstünlüğü tartışmalarına indirgenmiştir. Bütün bunların sonucu olarak modern aile(!), aile kurumunun olmazsa olmazı olan kuşatıcılık ve koruyuculuk vasfını büyük ölçüde yitirmiştir.
Görüldüğü gibi çeşitli formlara bürünerek inşâ ve şekil bakımından hızlı değişimlere maruz kalan aile, 21’inci yüzyılda da önemini tamamen kaybetmediği gibi biyolojik, sosyolojik, ekonomik, politik pek çok tartışmanın merkezinde olmaya devam etmektedir. Batı dünyası aile kurumundaki bu hızlı değişimi ve işlev kaybını 16-19’uncu yüzyıllar arasında yaşamıştır. Yani geleneksel aileden modern/çekirdek aileye evrilme, üç asırlık bir zamana yayılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ananevî aileden kopuş, bireylerin hayatın anlamı ve eşyanın tabiatı gibi en temel sorulara cevap bulmalarındaki yetersizlik, aşkın bilgi, ruhî dinginlik, iç huzura erme ve manevî olgunlaşma gibi yüksek gayelere ulaşmanın zorluğu, “yeni ve dinî” hareketlerin doğuşunu beraberinde getirmiştir. Kendilerini alternatif aile birlikleri olarak tanımlayan bu tarz hareketler bir anlamda gerçek ailenin yerine ikâme olmaya çalışmışlardır. Yoğun bir sekülerizasyon ve aklın aşırı derecede öne çıkmasına bir tepki olarak doğan bu hareketlerin yaygınlaşması, 20’nci yüzyılın ikinci yarısından sonra yaşanan hızlı içtimaî değişim süreçlerine denk gelmektedir.
Kitle iletişim araçlarındaki hız ve küreselleşme olgusu artık malûmatı talimata dönüştürerek bilgi akışını bir kültür akışı hâline getirmiştir. Kapitalist ve emperyalist ülkelerden gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelere aktarılan bu yeni kültür akışı, yerel ve millî kültürleri anlamsız kılarak yok ettiği gibi, onların dayanakları olan dinî ve ahlâkî değerleri de tehdit eder hâle gelmiştir. Batı dışındaki dünyada da emperyal, siyâsî, ekonomik ve demografik sebeplerle toplumların değişimi yine aile kurumunun değişimi ve gençlik üzerinden ve de değişimin ruhuna aykırı bir hızla meydana gelmiştir. Bu aslında sömürge toplumlarının iradelerine rağmen onlara dayatılan emperyal amaçlı değişim süreçleridir. Bu yüzden başlangıçta Hıristiyan âleminde ortaya çıkan yukarıda zikredilen yeni ve dinî hareketlerin genelde Doğu, özelde ise DEAŞ ve FETÖ gibi İslâmî (!) versiyonu/türevi gibi Doğu’da ve İslâm dünyasında da ortaya çıkmış, bu hareketler, işlevini yitiren aile ve din gibi sosyal kurumların yerine geçmeye başlamıştır. Zira ananevî aileden modern/çekirdek aileye geçişle birlikte çocukların, gençlerin sosyalleşmesinde bütün yük anne ve babalara kalmaktadır.
Değişik gerekçelerle babayla birlikte annenin de çalışmak durumunda oluşu, çocukların sosyalleşmesi alanında ciddî bir boşluk oluşturmaktadır. Bu boşluk yeni ve dinî hareketler/örgütler için de çok uygun bir vasat meydana getirmektedir. Ki zikredilen hareketler bu boşluktan doğmaktadır. Görüldüğü gibi yeni ve dinî hareketler de diğer sebepler gibi aile kurumunun işlevini zayıflatmış, onun koruyucu ve kuşatıcı özelliğine büyük ölçüde zarar vermiştir.
Aile ile sosyolojiyi korumak
Yukarıda zikredilen birbirinden farklı sebeplerle tarihin ilk kurumu olan aile, günümüzde farklı bir mecraya savrulmuş, işlevselliği ve özellikleri büyük ölçüde tartışılır hâle gelmiş, böylece yaptırım ve yönlendirici yönünü kaybetmiştir. Ailenin yeniden muhkem bir kale hâline getirilmesi, bıraktığı boşlukların doldurulmasıyla, onun geleneksel, koruyucu ve kuşatıcı özelliğini kazanmasıyla, küresel güçlere ve şartlara karşı daha dirençli kılınıp güncellenebilir hâle getirilmesiyle, dinamik ve fonksiyonel bir hâl almasıyla, aileyi ayakta tutan manevî değerler sisteminin aileye yeniden hâkim kılınmasıyla mümkündür.
Nitekim Batı’nın kendi dışındaki toplumları ve aileyi emperyal ve siyâsî amaçlı değiştirme çabasına rağmen Filipinler gibi Doğu toplumları bu hızlı değişime direnip geleneksel aileyi korumaya çalışmış ve bunda başarılı da olmuşlardır. Ayrıca artık insanlık insanî bağların daha güçlü olduğu geleneksel aileye, en azından hukukî aileye geri dönüşü başlatmış, bunu teşvik edici projeler geliştirmiştir. Yani aileyi yeniden kurumsal işlev ve kimliğine döndürecek proje ve girişimlerin başarılı olması, ailenin geri dönüşünü veya insanoğlunun aileye dönüşünü mümkün kılmaktadır.
Aileye geri dönüş, onun kurucu unsuru olan hem karı-koca, hem de anne-baba rolleriyle kadın ve erkek ile ailenin diğer fertleri arasında karşılıklı yerine getirilmesi gereken hak ve sorumlulukların, üstlendikleri rollerin icra edilmesiyle mümkündür. Bu sorumlulukları yerine getiremeyen insanlar İslâm’da evlenemez ve aile kuramazlar. Zira hak ve sorumluluklar bağlamında kadın ve erkek anne-baba rolleriyle neredeyse dokunulmazlıkları olan değerler olarak kıymet bulurlar. Nikâh akdiyle birbirine bağlanan karı-koca rolleriyle de inşâ ettikleri ailenin sıcaklığında birbirlerinin yalnızlığını gideren, huzur ve sükûnun insan boyutu olarak değerlendirilirler.
Modern dönemlerde erkek ve kadının yukarıda belirlendiği şekliyle eş ve anne-baba rollerinin ötelenip onların sadece cinsiyet üzerinden tanımlanması, ailenin kurucu unsurlarının, dolayısıyla ailenin tahribatını beraberinde getirmektedir. Umutsuzluk girdabına girmeden, bunun reçetesi ve tedavisi İslâm’dadır.
Kur’ân’da örnek aileler
Bilindiği üzere peygamberler, geldikleri toplumlar içerisinde yönlendirici bir etkiye sahip, hayatın her safhasında belirleyici aktörlerdir. Toplum için onların rehberlik ve örneklikleri esastır (Ahzab, 21; Mümtehine, 4-6). Kur’ân, toplumun en küçük birimi aileyi inşâ ederken bu rehberlik ve rol modelliği bazen peygamberler üzerinden sürdürürken bazen de peygamber olmadığı hâlde ailede çok önemli bir aktör olan salih/saliha insanlar üzerinden devam ettirmektedir. Bunlar ya Kur’ân’ın öngördüğü aile tipleri olarak karşımıza çıkmakta ya da bu aileler içerisinde çok önemli bir figür olan olumlu veya olumsuz örnekler şeklinde tanımlanmaktadırlar.
Kur’ân kendine has üslûbunun gereği olarak bir peygamber ailesinin yapısını, yaşam tarzını bütünüyle anlatmak yerine farklı peygamberlerin öne çıktığı ideal yön ve özelliklerine dikkat çeker. Olumlu aile örneklerinin yanı sıra kaçınılması gereken olumsuz aile örneklerini de sıralar. Aynı şekilde bu aileler içerisinde olumlu ve olumsuz figürlere de çapraz bir şekilde, olumlu aile tipinde var olan olumsuz figüre, olumsuz aile tipinde var olan olumlu figüre atıfta bulunur.
Eğitimci bir annenin terbiyesinden geçmiş İsmail (as), baba-evlat ilişkisinin nasıl olması gerektiğine modellik arz eder ve tarif edilemez bir teslimiyet örneği sergiler. Rehberimiz Hazreti Muhammed’in (as) ailesi, Kur’ân’da aile içi münasebetleri sıkça zikredilen “âl” sözcüğü üzerinden değil de “Ehl-i Beyt” deyimi üzerinden sürdürülen ve bütün insanlığa rahmet (Enbiya, 107) ve örnek olarak gönderilen Son Resûl ve Son Nebî (Ahzab, 40) Muhammed Mustafa’nın (sav) ailesi, genellikle hanımları, çocukları ve örtüsü altına aldığı kimseler olarak tanımlanır. O’nun şahsı ve ailesi olarak rehberliğ/örnekliği şu şekilde ifade edilmektedir: “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)
Kur’ân, genellikle peygamberlerin eşleriyle ilgili olan ve onlarla ilişkileri çerçevesinde bilgiler de aktarmaktadır. Bu bağlamda Nuh ve Lut’un (as) dışında genellikle peygamber eşlerinin olumlu taraflarından bahsedilir. Ancak Kur’ân, Hazreti Muhammed’in (sas) hayatından bahsederken, ailede olup biten olumlu ya da olumsuz olayların nasıl çözüldüğünü en sahici şekilde ortaya koymaya yönelir. Peygamber’in (as) eşlerinin nasıl davranmaları gerektiğini içeren ayetlerden biri şu şekildedir meselâ: “Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide kapılmasın. Güzel (ve doğru) söz söyleyin. Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve Resûlüne itaat edin.” (Ahzab, 32-33)
Görüldüğü gibi Peygamber hanımlarına yüklenen görev, ümmetin hanımlarının öğretim ve eğitimleri için onların önünde iyi birer rol model olmaktır. Zira onlar sıradan biri değil, Peygamber’in tertemiz zevceleri ve müminlerin anneleridir.
Özellikle Medine döneminde Müslümanların zenginleşmesi, Peygamber hanımlarının da bundan etkilenerek lüks ve zühd arasında gelgitler yaşamaları sonucunu doğurmuştur. Peygamber’e (as) bu doğrultudaki taleplerini iletmeleri Peygamber’i üzmüş, O da eşlerinden bir ay uzaklaşmıştır. Bunun üzerine Allah (cc) nikâhta muhayyer bırakma anlamına gelen “tahyîr” ayetini inzal buyurmuştur. Adeta bir ültimatom içeren ayet şöyledir: “Ey Peygamber, hanımlarına de ki, ‘Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin, size muta vereyim ve sizi güzelce bırakayım. Eğer Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 28-29)
Bu ayet üzerine Peygamber hanımları elbette Allah’ı, Peygamber’i ve ahiret yurdunu tercih ederek Peygamber’in şerefli hanesinde kalmaya devam etmişlerdir. Bu tercihle Peygamber hanımları ideal bir ailenin hangi tercihler ve hangi temeller üzerine kurulması gerektiği hususunda dünyevileşmenin hüküm sürdüğü, kapitalin putlaştığı bütün çağ ve toplumlara mesaj verip örneklik ortaya koymuşlardır. Bütün bu bilgiler ışığında Kur’ân’ın kendine has ve farklı bir tip olarak belirttiği aile şu şekilde tanımlanabilir: Aile, birbirinin örtü ve sığınağı olarak nitelenen erkek ve kadından, huzur ve sükûnun insan boyutu olarak birinin diğerine emanet edildiğine dair ağır bir misakla bağlandığı eşlerden, Allah’a isyana teşvik etmedikleri sürece itaat edilip “Öf” bile denilmemesi gereken anne-babadan, dünya hayatının süsü, göz aydınlığı ve bir imtihan vesilesi olan çocuklardan, dede ve nineden olmak üzere üç kuşaktan meydana gelen bireylerin oluşturduğu huzur ve sükûnun toplum boyutudur.
Son söz
Son derece yüksek bir hızla değişen/dönüşen dünya karşısında kuşaklar, alışkanlıklar, davranışlar, düşünce kalıpları değişse de aile kurumunun muhafazası ve ayakta durması, değişkenler karşısında sabitelerin belirlenerek geleceğe taşınmasıyla ve bu sabitelere sımsıkı sarılmakla mümkün olabilir. Buna göre inanan kimse, değişimin ve dönüşümün baş döndürücü hızına engel olamasa da aile kurumunun Kur’ân ve Sünnet tarafından belirlenmiş ve örneklerle hayata geçirilmiş bazı değer ve sabitelerini tespit edebilir ve bunları yaşatabilir. Bu noktada günümüz aile yaşantısıyla Hazreti Peygamber’in aile yaşantısı veya Kur’ân’ın ilk muhatapları olan Arap toplumuyla kültürel farklılığımız veya o günün gerçekleriyle günümüz gerçekleri arasındaki farklar akla gelebilir, fakat bunlar bizler için mazerete kapı aralamamalıdır. Çünkü günümüz Müslümanının Kur’ân ve Sünnet endeksli bir aile yaşantısını idame etmesi, naslarda aile hususunda belirtilen birtakım köşe taşlarına sarılmasıyla mümkündür.
İlk insanla birlikte var olan aile kurumu, süreç içerisinde çeşitli nedenlerden dolayı değişime uğramış, sahip olunan inanç, kültür ve değerler, ailenin biçim ve muhtevasını da dönüştürmüştür. Sanayi öncesi toplumlarda bu değişim doğal bir hızla seyrederken sanayi sonrası toplumlarda doğal seyrinden daha hızlı cereyan etmiştir. Batı’da aile kurumundaki bu değişim yüzyıllara yayılırken, sömürge toplumlarında değişimin tabiatına aykırı bir hızla çok daha kısa bir zaman içerisinde gerçekleşmektedir. Zira toplumların sömürgeleştirilmesi aile kurumu ve gençlik üzerinden sürdürülmektedir.
Her değişim süreci ailenin en temel vasfı olan eğiticilik, koruyuculuk ve kuşatıcılık özelliğinin zayıflamasına neden olmuştur. Modern ve post-modern dönemlerdeki akıl almaz hızlı değişim, aileyi atomize aile, çekirdek aile, insan-hayvan türü aile tipleri diye tanımlanan aile tiplerine savurmuştur. Doğal olarak bu tür savrulmalar aile kurumunun varlığını ve onun koruyuculuk ve kuşatıcılık vasfını tehdit etmektedir. Yerini hiçbir kurum ve yapının dolduramayacağı ailenin bu dramatik yok oluş tehlikesi, insanoğlunu arayışlara sevk etmiş ve geç de olsa aileye yeniden dönüş projeleri gündeme gelmiştir. İşte tam bu arayışta Kur’ân bütün canlıların mesken ihtiyacından hareketle öncelikle evlerin/meskenlerin zayıflık ve güçlülüğüne atıfta bulunur.
Çocuklarımıza ve gençlerimize Âdem gibi tövbe etmeyi, Nuh gibi felah gemisi yapmayı öğretmeliyiz.
Kur’ân’da atıfta bulunulan örnek ailelerden her birine ait az sayıda misaller vardır. Bu ailelerden hayatın her alanında örneklikler sunmak amacıyla çok sayıda akademik çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Kur’ân, bu aile örneklerinin yanı sıra aile içerisinde olumlu ve olumsuz figürlerin örnekliğine de işaret eder. Bütün bu örnekliklerden hareketle günümüz ailesinin alması gereken ana mesajları ve örnekliği önümüze koyar. Nihayet ailenin ne olduğuna ve ideal aile modelinin hangi ilkeler üzerine oturması gerektiğine ve bu ilkelerin neleri ihtiva ettiğine atıfta bulunur.
Kur’ân’ın önerdiği aile tanımı ve modeli, klasik ve modern dönem aile tanımlamalarından farklı olarak üç temel özelliğe sahiptir ve kendine has bir aile modelidir: (1) Kur’ân, karşılıklı olarak eşleri huzur ve sükûnun insan boyutu olarak tanımlar. (2) Eşlerin ve diğer aile bireylerinin yaşadığı evleri/meskenleri huzur ve sükûnun doğal olarak mekân boyutu şeklinde ifade eder. (3) Kur’ân, üç kuşağı kapsayabilecek genişlikte dede-nineden, baba-anneden ve torunlardan oluşan fertlerin meydana getirdiği ailenin huzur ve sükûnun toplum boyutu olduğuna işaret eder.
Sonuç olarak Kur’ân’ın öngördüğü aile, belirtilen tarif, çerçeve, bu üç vasıf ve yukarıda zikredilen adanmışlık, teslimiyet, fedakârlık, merhamet, iffet gibi değerlere sahip bir ailedir. Bugünün aile bağlamındaki problem ise bu içerik, çerçeve, vasıf ve değerlerden yoksun olmaktır. Yeni doğan neslin/çocukların, toplumsallaşma sürecini huzur ve sükûnun kaynağı ve onların ilk sosyal çevresi olan bu tip örnek bir ailede geçirmeleri, gerek sosyo-psikolojik açıdan, gerekse toplumun geleceği açısından hayatî önem arz etmektedir. Aksi takdirde insanoğlunun niteliksel varlığı ve geleceği, aile üzerinden ciddî risk taşımaktadır.
Çocuklarımıza ve gençlerimize Âdem gibi tövbe etmeyi, Nuh gibi felah gemisi yapmayı öğretmeliyiz. Çocuklarımıza ve gençlerimize İbrahim (as) gibi adamayı ve İsmail (as) gibi adanmayı öğretmeliyiz. Çocuklarımızı ve gençlerimizi servet, güç ve siyaset düşmanı olarak yetiştirmemeliyiz. Eğer ellerine güç ve iktidar geçer de Allah onları servet ve siyasetle imtihan ederse, Davud ve Süleyman’ı (as) örnek almalarını öğütlemeliyiz. Çocuklarımızı bir eğitim yuvası ve mescit olan evlerimizde yetiştirirken Allah’ı anmayı, O’nu unutmamayı, O’nun dinini baş tacı etmeyi öğretmeliyiz. Çocuklarımızı ve çevremizi kendimize değil, Allah’a davet etmeliyiz. Onlardan bize hamd etmelerini değil, Allah’a hamd etmelerini beklemeliyiz. Vesselâm…