SON DAKİKA
Sertif PARLAK

Batı Medeniyetinden Efsunlananlar (2)

A- A+

İSLÂM düşünürleri medeniyetin ölçüsünü ortaya koyarken şu özelliklere yer vermişlerdir: “Bir yerde din, ahlâk, iktisadî bir hayat ve hiyerarşik bir düzen varsa orada medeniyet mevcuttur.”

Ancak Batılılar kendilerini diğer toplumlardan daha üstün görerek medeniyetin kriterlerini teknolojik gelişme, yüksek binalar, köşkler, saraylar olarak görmüşler, kendilerini de tek medenî toplum olarak nitelemişlerdir.

Liberal kapitalist sistem kendisini aşılmaz olarak görmüş, sonuçta medeniyetle/uygarlıkla ilgili Batı’nın/Amerika’nın ulaştığı seviyenin insanlığın varabileceği en yüksek, en son nokta olarak görmüştür. Bu Batılı medeniyet anlayışı açısından meseleye bakıldığında, Hazreti Peygamber’in kurduğunu söylediğimiz medeniyet, bir medeniyet sayılmakta mıdır? Eğer Hazreti Peygamber bir medeniyet kurmuş ise, O’nun getirdiği toplum düzeni ve medeniyet, nasıl bir medeniyettir?

Meseleye Farabî ve İbni Haldun’un koyduğu kriterler açısından bakılırsa, Medîne’de son derece uyumlu ve huzurlu bir toplumsal düzen ve hakikatin bilgisine sahip insanlar vardı. Bu mânâda da orada bir medeniyet mevcuttu. Yok, eğer meseleye Fukuyama veya Batı’nın sahip olduğu teknoloji, yüksek binalar, han hamam, köşk ve saraylar açısından bakacak olursak, bugünkü tabirle, uygarlığın alâmetleri Medine’de yer almamaktaydı. Medeniyet araştırmacıları, genelde büyük taşlardan yapılan binalara ve taş yığınlarına medeniyet eseri olarak bakarlardı. Eğer bir yerde büyük taştan kaleler, hanlar, hamamlar, kervansaray gibi taş binalar yoksa orada medeniyet de yok sayılırdı. Bu mânâda Batı’ya göre Medîne hayatı, ilkel ve bedevî bir yaşayıştır.

Hâlbuki Hazreti Muhammed’in (sav) medeniyet anlayışı ve tasavvuru bunun tam zıddıdır. Hazreti Peygamber’in medeniyetinde öyle devasa taş binalar inşâ edilmemiş ve geriye dikkat çekici büyük mimarî eserler, köşkler, saraylar bırakılmamıştır. Aksine, O’nun medeniyetinde cahillikler giderilmiş, köklü bir Tevhid inancı gönüllere hâkim kılınmış, ahlâkî mükemmellikler tamamlanmış, medeniyetin ölçüsü olarak bilgelik, dindarlık ve ahlâkî güzellikleri yaymak ve tamamlamak ideal olarak belirlenmiştir. O, taş ve toprağın, han ve hamamların, devasa apartmanların, köşk ve sarayların değil, ahlâkî mükemmellik ve olgunluklara sahip, “insan-ı kâmil” olarak nitelenen insanların mimarı, eğiticisi ve terbiyecisidir.

Ahlâkî olgunluk (kemâl) olmadan, insanları sömürerek, onların alın teri ile onların sırtından devasa yapılar inşâ etmişsen, insanlardan toplanan vergileri taşa toprağa yatırmışsan, bunun insan ve insanlık için ne değeri olabilir ki?

Medeniyetlerin temel taşı insan ve toplumdur. Önce insan ve toplum iyi ve mükemmel olacak ki yaptığı işler de doğru, dürüst ve iyi olsun. İşte bu medeniyet tasavvuru, Hazreti Peygamber’in (sav) diğer uygarlık anlamındaki medeniyetlerden farklı bir medeniyet tasavvurudur. O, tamamen kendine has bir medeniyet tasavvuru ortaya koymuştur. O’nun medeniyet tasavvuru ve fiilî olarak gerçekleştirdiği medeniyette birtakım temel nitelikler yer almaktadır. Bunlardan bazılarını kısaca şöyle zikredebiliriz: “Hazreti Peygamber’in getirdiği Tevhid dini, aslında evrensel bir medeniyet hareketidir. Bu medeniyet ve medeniyet tasavvuru, Tevhid akidesiyle şekillenen, insan merkezli, insanî ahlâk ve faziletleri öne çıkaran, ilim, irfan ve hikmete dayalı, vahiy, akıl ve duygu dengesini mükemmel bir şekilde kuran, inanç, din ve vicdan özgürlüğü sağlayan, hak ve adalete dayalı, eşitlikçi, cinsiyet ayrımı yapmayan, insana çoğulcu ve katılımcı çalışma hayatı ve imkânı sağlayan, dünya ve ahiret dengesini esas alan, barış ve kardeşliği önceleyen, birlikte yaşama ahlâkını geliştirip olgunlaştırmaya çalışan, başkalarını da düşünmek gerektiğine vurgu yapan, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, samimiyet ve dürüstlüğü ilke edinen, kolaylık ve müsamahayı işlerde şiar edinen esaslar üzerine inşâ edilerek yükselen bir medeniyet tasavvurudur. Yoksa kendinden başka medenî insan kabul etmeyen, büyük taş binalar yapıp farklılığını, güçlülüğünü ve üstünlüğünü o taş yığınlarıyla ispatlamaya çalışan bir medeniyet anlayışı değildir.

Hazreti Muhammed’in (sav) kurduğu İslâm Medeniyeti’nin önerdiği insan tasavvuru ve modeli “insan-ı kâmil”dir. Hazreti Peygamber’in kurduğu medeniyette insan-ı kâmil bir hayâl ürünü/ütopya değildir. Bunun müşahhas numune-i timsali yani örnek modeli Hazreti Peygamber’in Kendisidir. Ve tabiî ki O’nu takip edenler olarak Sahabe-i Kiramdır.

Hazreti Âdem’den (as) Hazreti Muhammed’e (sav) kadar Allah’ın göndermiş olduğu din olan İslâm’ın temel hedefi ve en büyük gayesi, insanları insan-ı kâmil hâline getirmektir. Kur’ânî şuurla şuurlanmış inanan bir müminin bütün hayatı ve yaptıkları, ibadet mesabesindedir. Onun eğitim-öğretim hayatı, aile hayatı, ticaret hayatı, tefekkür ve tasavvur gibi ihlâs, doğruluk ve dürüstlükle, Allah rızasını gözeterek yaptığı her şey ibadettir.

Bir insan, yaptığı her şeyi Allah’ın gördüğünü ve bildiğini, kendisine şahdamarından daha yakın olduğunu bilerek işlerini yapar, ilişkilerini kurar, hâl ve hareketlerini ona göre gerçekleştirirse, o toplumda haksızlık, hukuksuzluk, zulüm, kötü söz, kem gözle bakış, emanete hıyanet, yetim malı yemek gibi insanlık dışı kötülükler işlenmez. Bu insanların meydana getirdiği toplumlar huzur ve sükûn içinde hayatlarını sürdürürler.

İnsanın gerçek kemâli, diğer insanlarla yaşarken ortaya koyduğu hâl ve hareketlerinde, onlarla olan münasebetlerinde ortaya çıkar. Bu hususta insanın en büyük örnek alacağı kâmil insan, hiç şüphesiz ki Hazreti Peygamber (sav) ve O’nun yolu, Kur’ân yolu, İslâm yoludur. Bu şuurdaki insanların meydana getirdiği bir medeniyet de insanca, hakça, ahlâkî kemâlâtın hayat tarzı hâline getirildiği bir medeniyet olarak ilelebet devam eder ve yaşar.

İslâm medeniyet tasavvurunun oluşması ve gerçekleşmesi için öncelikle aklıselim sahibi, ileri görüşlü, muhakeme gücü yüksek, ne düşündüğünün farkında olan, zeki insan ve toplumlara ihtiyaç vardır. Güçlü bir muhakemenin oluşması için de buna altyapı oluşturacak ilim, irfan ve hikmet gerekir. Bu sebeple ilim, irfan ve hikmet medeniyette ve medeniyet tasavvurunun oluşmasında çok önemli bir yere sahiptir. Zira gerçek mânâda medeniyet, Hazreti Peygamber’in (sav) şahsında ve yaşadığı dünyada Mekke döneminde hayat bulmuş, temel esasları ve ilkeleri belirlenmiş, Medîne döneminde ise bizzat bir yaşama biçimi, hayat tarzı hâline gelmiştir.

İlim, irfan ve hikmet hayatımızla o kadar iç içedir ki, bunları birbirinden ayırmak o kadar kolay değildir. Aklı başında, eli kalem tutan, topluma yön verecek kişileri kastederek, bunlara “ilim irfan sahibi insanlar” deriz. İlimsiz, irfansız, hikmetsiz ne İslâm Medeniyeti’ni, ne tasavvurunu oluşturmak ve tefekkür krizini bertaraf etmek, ne de İslâm Medeniyeti’nin ihyasını gerçekleştirmek mümkün olabilir. Çünkü medeniyet tasavvuru bazı temel kurucu değerlere, kavramlara ve bu kavramlar etrafında şekillenen kurucu bir fikre dayanır. Bu kurucu fikir, kavramlarının içini doğru doldurmak, bilgiyi kendi ilim-irfan ve kültür-medeniyet havzasından taşımak ve beslemek zorundadır. Bütün bunların yanında, bugün yaşadığımız medeniyetsizlerin dünyasındakilerin ahvâlinin  ne olduğuna bakalım…

“Tek dişi kalmış canavar”

İsterseniz “Batı medeniyeti” denilen “tek dişi kalmış canavar”ın tarifini bizim münevverlerimizden birinden birkaç sayfa alıntı ile özetleyelim.

Merhum Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, “Medeniyet Teorisi” adlı eserinde, Batı medeniyetine dâhil ülkelerin hepsinin Hıristiyan olmasına rağmen bu medeniyete “Hıristiyan Medeniyeti” denmediğine dikkat çekerek, bu medeniyetin gerçekten saf bir Hıristiyan medeniyeti olmadığını, Yunan ve Roma medeniyetlerinden gelen köklerle birlikte başka etkileri de ihtiva eden bir alaşım olduğu gerçeğini teslim ediyor. Bu etkilerin uygulamalardaki örneklerini göstererek, Batı’nın sömürgeciliğine ve kendinden başkalarına karşı takındığı acımasızlığa dikkat çekiyor. Bu uygulamaların hakikî Hıristiyanlıktan kaynaklanmadığını, yöneticilerin yanlış tutumlarından ve Kilise’nin tahakkümü ile eski medeniyetlerden gelen kötü alışkanlık ve geleneklerden izler taşıdığını söylüyor ve devam ediyor çareye işaret ederek.

Başlangıcından bugüne insanlığın macerası, ilk ve tek hakikî medeniyet kaynağından sapma ve azgınlığa girme, sonradan işler iyi gitmemişse Kur’ân’ın gösterdiği istikametten sapıldığı ve âlemlere rahmet olan Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (sav) hayat örneğinden uzaklaşıldığı içindir.

İslâm ülkelerinin bugünkü hâline işaret ederek İslâm Medeniyeti’ne gölge düşürme gayreti yanlış bir mantığa dayanıyor. İslâm ülkelerinin durumu, sadece düşünceleri, duyguları ve fiilleriyle Müslümanların, İslâm Medeniyeti’nin inanç ve ahlâk nizamından ne kadar uzakta olduğunu gösterir. Bugün İslâm Medeniyeti’ni ihya dâvâsı, Müslümanların, İslâm Medeniyeti’nin inanç ve ahlâk nizamının bilincine varması ve kendilerini düzeltmesi dâvâsıdır.

İslâm Medeniyeti, bir inanç ve ahlâk nizamı olarak diri ve tazedir. Bu müstesna medeniyet, bu ilk ve tek hakikî medeniyet, Allah’ın vahyettiği bu inanç ve ahlâk nizamı bütün insanlar içindir. İslâmiyet hiçbir kavmin dini değildir; Allah’ın bütün insanlar için seçtiği dindir. Bu din, kendini ıslah etmek, dünya ve ahiret saadetini elde etmek isteyen herkesin muhtaç olduğu bir rahmet ve hikmet kaynağı olarak kıyamete kadar muhafaza olunacaktır. Onun koruyucusu Allah’tır.

Öyleyse, İslâm’da reform olmaz; gerekli olan şey, İslâm Medeniyeti’nin esası olan inanç ve ahlâk nizamına göre Müslümanların kendi ruhlarında ve kendi hayatlarında yapacakları revaçtaki kelâm olan restorasyondur.

Son olarak sözü, rahmetli hocaya vefa dualarımızla bırakalım:

“Müslüman, Allah’ın insanda görmek istediği nitelikleri Kur’ân’ı iyi inceleyerek öğrenmeli ve Sevgili Peygamberimizin sünnetini örnek almalıdır. Bugün bir Müslüman için tebliğin en geçerli yolu, Kur’ân-ı Kerim’in öğütlediği ve Hazreti Peygamber’in örneklendirdiği güzellik ve iyilik dolu bir hayat sürmektir. Önemli olan mesele budur; Batı’yla didişmek ya da yanı başımızdaki insanların hayatına müdahale etmek değildir.

Türkiye’nin önünde, kendi ile birlikte bütün dünyanın selâmeti için çok güzel bir imkân ve çok önemli bir görev var. Türkiye yüzyıllarca İslâm Medeniyeti’nin en parlak temsilcisi olmaktan gelen engin kazanımlarını birleştirerek İslâm Medeniyeti’ni bugünün şartlarında ihya edebilir. İkinci olarak, bilim zihniyetini yerleştirerek düşünme düzeyini yükseltebilir ve bilimi verimli bir sosyal kurum hâline getirebilir. Tarihte böyle bir terkip hiç gerçekleşmemiştir. Dünyanın bir tarafındaki büyük teknolojik ilerlemelere rağmen bütün insanlığın içine düştüğü ruh sefaletinin ve sosyal dengesizliklerin kaynağında bu terkipten yoksunluk vardır.”

Biz edeple meydandan ayrılalım, söz Kur’ân’ın olsun:

“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Maide, 51)

Vesselâm…

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Sertif PARLAK yazıları

Çok okunanlar