SON DAKİKA
Sertif PARLAK

Millileşemeyen maarif sistemimiz ... (4)

A- A+

Gönül, Müslümanların ve bütün insanlığın Allah ve Resulünün bu konudaki emir ve tavsiyelerine uyarak eğitim, öğretim ve bilimde en ileri seviyeye gelmesini arzu etmektedir. Fakat bu işin temelinde çalışmak, araştırmak ve geliştirmek yatmaktadır. Bilim, teknoloji ve medeniyet, insanlığın ortak malıdır. Çalışan, didinen, uğraşan insanlar bunları omuzlarında yükseltirler.

Eğitim öğretimin yaygın hâle getirilmesi

Hazreti Peygamber (sav), toplum eğitimine ve eğitim-öğretimin yaygınlaştırılmasına çok önem vermiştir. O, Kendisinden öğrenilenlerin başkalarına da öğretilmesini emir ve tavsiye etmiştir. Bu konuda şu sözleri söylemiştir: “Bir ayet bile olsa Benden (başkalarına) tebliğ ediniz.”

“İlim öğrenin ve onu insanlara öğretin” veya “Siz Benden işitiyorsunuz, sizden de başkaları işitir. Sizden işitenden de bir başkası duyar” yahut da “Burada bulunanlarınız (Benden işittiklerini) bulunmayanlarınıza tebliğ etsin. Olur ki burada bulunan bir kimse işittiğini, kendisinden daha akıllı birisine ulaştırmış bulunur”, “Sizden birinize bildiği bir şey sorulduğunda onu derhâl söylesin” gibi tüm bu hadisler, Hazreti Peygamber’in, Kendisinden öğrenilenlerin toplumun her kesimine yayılmasını istediğini göstermektedir. Bunun için Hazreti Peygamber döneminde eğitim-öğretim yaygın hâle gelmiştir. Yeni Müslüman olan topluluklara da öğretmenler gönderilmiştir. Mus’ab Bin Umeyr Medine’ye, Muaz Bin Cebel Yemen’e, Amr Bin Hazm Necran’a öğretmen-eğitmen/tebliğci olarak gitmiştir.

İslâm tarihinde eğitim kurumlarına verilen ehemmiyet

Tarih boyunca eğitim ve öğretime önem veren Müslümanlar, bunun paralelinde eğitim müesseselerine de önem vermişlerdir. Peygamberimizin Medine’de Ashab-ı Suffa ile Mescid-i Nebevî’nin bir bölümünde başlattığı eğitimi takip eden yıllarda uzun süre camiler ve mescitler birer eğitim yuvası olmuşlardır.

Daha sonra ecdadımız Büyük Selçuklu Devleti’nin himayelerinde, Nizamülmülk tarafından 1067 tarihinde Bağdat’ta yapılan Nizamiye Medresesi, bugünkü mânâda kurulan ilk resmî eğitim kuruluşudur. Burada başta İmam-ı Gazalî olmak üzere büyük bilginler yetişmiştir. Daha sonra Buhara, Semerkant, Kahire ve Kayravan gibi şehirler olmak üzere İslâm ülkelerinde eğitim kuruluşları yaygınlaştırılmıştır.

Endülüs’te (İspanya), başta Kurtuba olmak üzere nice medreseler kurulmuş ve buralarda Müslüman öğrenciler gibi Batılı Hıristiyan öğrenciler de okumuştur. Avrupa birçok eğitim kuruluşunun altyapısını ve bilgileri buradan almıştır. Bunun için Ziya Paşa, “Ger Endülüs olmasa Ziyadar, Kim Avrupa’yı ederdi bîdar” (Eğer Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa’yı kim uyandırırdı?) der.

Emeviler, Abbasiler, Gazneliler ve Selçuklulardan sonra Osmanlı Türkleri, İslam Âlemi’nde birinci yeri almışlardır. Osmanlılarda ilk eğitim kuruluşu İznik’te kurulmuştur. Daha sonra Bursa, Edirne ve İstanbul’un Fethi’nin ardından Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’da sekiz eğitim kuruluşu kurmuştur. Bunların en önemlisi Fatih Medresesi’dir. Fatih Vakfiyesi’nde belirtildiği gibi, İstanbul'u “ilim diyarı, âlimler durağı” hâline getirmeye çalışmıştır. Âlimler, sanatkârlar ve eğitim müesseseleri himaye edilmişlerdir.

Daha soma Süleymaniye Külliyesi kurulmuştur. Bu eğitim kurumlarında hem dinî, hem de pozitif bilimler öğretilmiştir. Bunlar birer külliyedirler. Cami, okul, kütüphane, öğrenci yurdu, hamam ve aşevi, külliyenin içinde yer almaktaydı. Daha sonraları bilimdeki bu hız kesilmiş ve yerini gerilemeye bırakmıştır.

Yüce Peygamberimiz (sav), eğitim müesseseleri için, “Cennet bahçelerine uğrarsanız onlardan faydalanın, istifade edin” buyurur. Sahabe-i Kiram bunun üzerine, “Cennet bahçeleri nedir?” diye sorar. Cevaben Efendimiz, “İlim müesseseleridir, öğretim yerleridir” buyurur. Bu diyalog, eğitim-öğretim kurumlarını yani okulları Cennet bahçelerine benzeten bir dinin bu konuya ne kadar önem verdiğini çok anlamlı bir şekilde anlatmaktadır.

Peygamberimizin şu hadisi de hayatın tümünü bir öğrenme süreci hâline getirmemizi istemektedir: “Ya bilgin (öğretici) ol, ya öğrenci ol veya dinleyen ol. Dördüncüsü olma, helak olursun!”

İslâm’da, eğitim ve öğretimin dışına çıkıldığında insanın felâkete düşeceği belirtilmektedir. Diğer taraftan Müslümanların bildiklerini bilmeyenlere öğretmesi de yine Hazreti Muhammed (sav) tarafından şöyle tavsiye edilmektedir: “En faziletli sadaka, Müslüman’ın ilim öğrenip sonra onu Müslüman kardeşine öğretmesidir.”

Sonuç

Millî eğitim sisteminin adından gayrı ne kadar yerli ve millî olduğu üzerinde hep münakaşa edilmiştir. 1950 yılından sonra günümüze kadar askerî idareler dışında genellikle “Sağ” diye tabir edilen iktidarlar Devlet idaresinin direksiyonunda bulunmuşlardır. Son yirmi seneyi ayrı tutarak, iktidarlar muktedir olamamış, eğitim-öğretim, gayr-ı millî bir yapı olan Sol’un ve dolayısıyla laikos cenahın tasallutundan kurtulamamıştır.

Son yirmi yılın iktidarının “yumuşak karnı” millî eğitim ile kültür meselesi olmuştur. Devlet’in resmî ideolojisi ve içteki siyâsî dengelerin durumu, askerî vesayetlerin uzun sürmesi ve yıllanarak müzmin hâle gelen dar kadroculuk problemi iktidarın en büyük handikabıdır. İslâmî hayatı tehlike ve öcü gibi gösteren öğretmen sayısı azımsanacak rakamın aksine büyük yekûnlar teşkil etmektedir. Hâlâ sene sonu öğrencilerine balolar, dans partileri tavsiye ederek bir de altyapı hazırlayan idarecilerin olduğu herkesin malûmudur. “Muallim ve muallime yetiştirecek üniversitelerin ilgili fakülteleri ve bölümleri konunun fevkinde midirler?” Sualini sormak durumundayız.

İstikbâlin gençlerini yetiştirecek maarif yuvalarının FETÖ tipi yapıların gölgesinden kurtarılmaları Devlet’in aslî görevidir. Her millet, her din mensubu topluluk, yarının büyükleri olup yaşayacakları hayatın idamesinde sorumlu olacak gençlerin yetişmesinde bir yol, yordam ve istikamet tayin eden politikalar tespit eder. Bu sorumluluk, yetki makamındaki ebeveyn, okul idaresi ve “devlet” denilen müesses kurumun aslî görevidir. Bunun bir ülkü mü, ideolojik bir cereyan mı olduğuna o milletin fertleri karar vermelidir.

Milletlerin hayatında amil/müessir olarak rol alanların yetiştirilmesi ameliyesinde ana fikir faaliyetlerinden olan insan eğitiminde, o ülkenin resmî ideolojisi ya beşerî bir ideoloji ya da bir inanç sistemine göre hayat bulur. Özellikle beşerî mahreçli Marksizm, Leninizm ve benzeri despotik rejimlerde aslolan, madde ve materyalizmin gücüdür. Yine kapitali ve serveti kutsayan kapitalizm sisteminde de asıl gaye “insan” merkezli değil, bir zümrenin refahı ve arzularıdır. Pagan dinlerde ise durum tamamen olağanüstü güçlerin ve dinin kurucunun yani paganların tasarlayıp uydurduklarının keyfine göredir. Müslüman milletimizin medeniyet tasavvuruna göre eğitim-öğretimde ana kaynak, Kur’ân ve Risalet-i Resûlullah irşadı olmalıdır. Din-i Mübîn-i İslâm’a göre “insan merkezli” olmayan her düşünce ve hareket bâtıldır. Muvaffakiyeti mümkün değildir.

İnsan hayatının en hareketli, heyecanlı ve tehlikeli devresi gençlik zamanıdır. Gençlerin topluma faydalı, dindar, edepli, hayâlı, kısaca faziletli yetişmeleri için bir rehbere ihtiyaçları vardır. Kendi başlarına yol ve hedef tespit etmeleri çok zordur. Hatalı yollara sapmamaları için başta anne-babalar, birinci derecede çocuklarının terbiyesinden mesuldürler. Esas terbiye çocukluk çağında başlar. İlk vazifeyi anne-baba yapar. Din ve iman duygusunu, Allah ve Resûlullah sevgisini çocukların kalplerine ebeveyn yerleştirir. Sonra okul ve çevre gelir.

Çocuklarımız okullara gidip geliyorlar, ne kazanıp ne kaybediyorlar, işte bunu takip etmemiz lâzım. Müslüman aileler çocuklarına ders veren muallimlere dikkat etmeliler. Zararlı fikir, gencin her iki dünyasını harap eden bir zehirdir. Dindar olmayan eğitimciler, “müellimler” de gençlerimize zararlıdırlar. Allah’ın emrettiğini yasaklayan, nehyettiği günahları işleyen müellimlerden gençlerimizin iyi yetiştirilmesini beklemekse gaflet içinde gaflettir.

Biz her şeyden evvel Müslümanız. Okullarımızdaki programların dinimize uygun olmasını isteriz. Yavrularımıza Kur’ân ve iman ders ve terbiyesinin verilmesini istiyoruz. Avrupa’nın dinsiz felsefesiyle, ahlâksız, hayâsız hayat anlayışlarıyla alâkamız yoktur. Kalbimizi, vicdanımızı ışıklandıracak olan din ilimleridir, iman hakikatleridir; aklımızı, fikrimizi nurlandıracak faydalı fen ilimleridir. Gençlerimiz ilme, ahlâka, ibadete muhtaçtır. Kanaatimiz odur ki, en büyük öğreten “Muallim”, Hazreti Muhammed’dir (sav).

Bakınız, Hazreti Peygamber’in (sav) biricik görevi, Allah’tan aldığı mesajları insanlara tebliğ etmektir. O, bu tebliğ görevini bir eğitim-öğretim görevi olarak algıladı ve yerine getirdi. Yani O, “Mübelliğ Peygamber”, “Muallim Peygamber” olarak görev ifa etti. Bu görevini son derece iyi bir biçimde ve başarıyla gerçekleştirdi. Bu başarının çok iyi tahlil edilmesi, sebeplerinin belirlenmesi gerekir. Yoksa, o başarıyı iyi okuyamaz ve doğru anlamlandıramayız. Bu da o başarıdan ders alma imkânını ortadan kaldırır. Muallim Peygamber, her şeyden önce insana en büyük değeri veriyordu. O’nun gözünde insanın bambaşka bir yeri vardı. Yaratıkların en şereflisinin insan olduğuna (İsra, 70; Tin, 4) inanıyordu.

İslâm dininin bizzat kendisi bir eğitim-öğretim dinidir. Hazreti Peygamber (sav), Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini vahiy yoluyla alıp öğrenmiş ve insanlara öğretmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in ilk inen ayetinin “Oku” İlâhî emrini ihtiva etmesi, yine 750 civarındaki ayetin ilme, tekniğe ve eğitime ait olması, ayrıca Hazreti Peygamber’in üzerinde durduğu en önemli hususlardan birisinin bilim, eğitim ve öğretim olması, İslâm dininin bu konuya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Fakat ne acıdır ki, Müslümanlar her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah ve Resûlünün emir ve tavsiyelerine pek uymamışlardır. Biraz uydukları zaman ilerlemişler, bilim ve teknolojinin hâkimi olmuşlardır. Ne zaman terk etmişlerse o zaman da cehaletin karanlıklarına düşmüş ve her konuda başkalarına muhtaç hâle gelmişlerdir.

Gönül, Müslümanların ve bütün insanlığın Allah ve Resulünün bu konudaki emir ve tavsiyelerine uyarak eğitim, öğretim ve bilimde en ileri seviyeye gelmesini arzu etmektedir. Fakat bu işin temelinde çalışmak, araştırmak ve geliştirmek yatmaktadır. Bilim, teknoloji ve medeniyet, insanlığın ortak malıdır. Çalışan, didinen, uğraşan insanlar bunları omuzlarında yükseltirler.

Unutmamalıdır ki, “insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”, bunun dışında bir şey beklemek beyhudedir. Vesselâm…

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Sertif PARLAK yazıları

Çok okunanlar