Devletin ahlaki temeli -2
TOPLUMUN ve devletin ahlâkî temele oturması demek, lâikliğin, din ve vicdan hürriyetinin -anlayış ve uygulama olarak- bugün ülkemizde geçerli olandan farklı bir çerçeveye oturması demektir.
Müslüman bir toplum için, bazı Batı ülkelerinde ve bizde uygulanan lâiklik söz konusu olamaz. Devlet gerek düzenlemelerinde ve gerekse eğitimde ahlâkî temelde hareket etmek ve ona bağlı kalmak durumundadır. Ahlâkî temelse İslâm ahlâkıdır. Bu ahlâkta fert ve toplumun hayatını bölmek; hukukta, siyasette, ekonomide, eğitimde, din ve ahlâk ötesine geçerek ve bunları dışlayarak düzenleme ve uygulamalar yapmak, kişiyi ferdî hayatında vicdanı ile baş başa bırakmak, dileyenin dilediği ahlâkı yaşamasına imkân vermek mümkün değildir.
Böyle bir anlayış ve uygulamanın getireceği sonuç, ahlâkî temelin yok olması, bu temelden yoksun bir toplumun oluşmasıdır. Devletimizin ahlâkî temeline göre din ve vicdan hürriyeti, fert olarak kişinin dilediği inanç ve ahlâkı benimsemekte serbest olması demektir. Kişilerin benimsediği inanç ve ahlâk, devletin ahlâkî temeline uygun düşüyorsa problem yoktur. Ters düşmesi hâlinde ise aleniyet (açıklık) bakımından bazı kısıtlamalar uygulanabilecektir. Bunların hukukî dayanağı, “umumî ahlâk ve kamu düzenidir”.
Kişi konutunda, kamuya açık olmayan kendine ait yerde kendi inanç ve ahlâkına göre dilediğini yapmakta, dilediği gibi yaşamakta serbesttir. Topluma açık mahallerde ise ancak devletin ahlâkî temeline ters düşmeyen, onu yıpratmayan, çocukları ve gençleri ahlâkî olmayan davranışlara itmeyen eylem ve uygulamalara serbestlik tanınabilir. Ahlâkî temele dayalı devlet yapılanmasında toplum, ahlâk ve faziletin mektebidir; bu mektepte fazilet dışı davranışlara aleniyet hakkı tanınamaz.
Örnek vermek gerekirse, milyonlara hitap eden bir televizyon kanalında toplumun ahlâkî temeline ters düşen bir anlayış ve uygulamaya -ahlâkî bakımdan hiçbir değerlendirmeye tâbî tutmaksızın, adeta meşruiyet tanıyarak ve teşvik ederek- yer verilmesi açık bir çelişkidir. Bu ve benzeri davranışlar umumî ahlâk ve kamu düzenine aykırı olduğu gibi -zaman içinde- devletin ahlâkî temelinin çökmesine de göz yummak mânâsına gelir.
İslâm’da idarî esaslar
“Allah’tan başka ilâh yoktur; Muhammed, O’nun resulüdür” anlamına gelen Tevhid, kalp ile inanıp bunu sadece dil ile ifade etmemektir. Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin Tevhid mücadeleleri anlatılmıştır. Nitekim bir ayette, “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere, ‘Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahiy etmişizdir” (Enbiya, 25) buyurulmaktadır. Bütün peygamberler tarafından değişik toplum şartlarında ve farklı zaman dilimleri içinde yürütülen Tevhid mücadelesi, yaşadıkları toplumu Tevhidî toplum yapma mücadelesidir.
İslâm’da emanet ise her halükârda titizlikle korunması gereken maddî veya manevî değerler manzumesidir. Emanet ehline verilir ve o da onu canı pahasına korur. Devletin hizmet makamları birer emanettir, dolayısıyla asla ihanet edilemez. Nitekim Hazreti Peygamber (sav), Mekke’yi fethedince, çeşitli kabilelerde bulunan vazifeleri yeniden düzenleyerek Kâbe’nin anahtarlarını Abdüddaroğullarından almıştı. Amcası Abbas, bu hizmetin kendisine verilmesini talep edince, “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisa, 58) ayeti nazil oldu. Anahtarlar yine Osman Bin Talha’ya teslim edildi.
İslâm dinine göre yönetim sadece yönetenlere emanet edilmemiştir. Yönetenlerin denetlenmesi sorumluluğu da kamuya emanet edilmiştir. Hazreti Ömer’i “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz” diye uyaran Sahabe örneğinde olduğu gibi…
Adalet ise hukuk devletinin temelidir. O itibarla Hazreti Allah, insanların adalete uygun davranmalarını isteyerek‚ “Şüphesiz Allah adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar” (Nahl, 90) ayeti ile toplumsal meselelerde adaleti temel esas olarak belirlemiştir.
Toplumda güvene dayalı sosyal hayatın temini, haksızlıkların ortadan kaldırıldığı bir sistem olan adalet anlayışı ile gerçekleşecektir. Uygulamada adaletin bozulmamasının iki teminatı vardır: İmana dayalı ahlâk ve cemiyetin emanet ve sorumluluk duygusu içinde gerçekleştireceği denetim.
İslâm’da toplumu yönetmek bir emanet olarak görüldüğü gibi bu sorumluluğun liyakat sahiplerine verilmesi istenmiştir. Devlet başkanlığı makamı aklıyla, ilmi ve dürüstlüğüyle temayüz etmiş kimselerin meydana getirdiği kurulun seçtiği kişiye emanet olunur.
Ve Kur’ân’da müminlerin hemen her işinin müşavere ile olduğu çok açık olarak belirtilmektedir. Peygamberimiz de, “Dünya işlerinde reylerini al” (Âl-i İmran, 159), “Baba ile ana, birbirlerine danışıp anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse günah olmaz” (Bakara, 159) ve “Onların işleri, aralarında müşavereyledir” (Şura, 38) şeklindeki ayetler doğrultusunda meşveret prensibini pratiğe geçirmiştir. Meselâ Mute Savaşı’nda orduyu sefere gönderirken üç komutan tayin etmiş, şayet üçü de şehit olursa aralarından birini komutan seçmeleri için sahabenin istişare etmesini istemiştir. Bu anlamda İslâm’ın alâmet-i farikası hâline gelen “müşavere”ye gerçek nicelik ve niteliğiyle diğer kültür ve milletlerde rastlanmamaktadır.
(Devam edecek…)