SON DAKİKA
Sertif PARLAK

Makam sahiplerinin ateşle imtihanı ... (2)

Makam sahiplerinin ateşle imtihanı ... (2)
A- A+

Tarih boyunca insanların huzur ve mutlulukları iki sebeple kazanılmış veya kaybedilmiştir: Emanet ve adalet… Emanet ehline verildiği ve adalete riayet edildiği müddetçe cemiyette huzur ve saadet bulunmuştur. Hıyanet ve haksızlıklar ise huzursuzluk, kavga, savaş, servet ve neslin helâk olmasının baş sebepleri arasında yer almıştır.

 

FARKLI yönetimsel özelliklerde olsa da her toplum için devlet, iç ve dış etkenlere karşı kendini korumalıdır ki böylece hükmî bir şahsiyet hâline bürünsün ve “devlet” olarak nitelendirilsin.

Bu noktalardan hareketle, devletin ne olduğuyla ilgili toplumsal bir gereklilik olmasından hareketle sosyoloji, siyaset, güç ve tasalluta dayalı bir iktidar erki olma gibi açılardan farklı tanımları yapılmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere devlet basit bir mefhum değil, oldukça girift ve çeşitli fikir unsurlarından mürekkep bir yapıdır.

Toplumlar devletin ortaya çıkışı ve gelişmesindeki iç ve dış etkenler nedeniyle çok çeşitli devlet yönetim şekillerini tecrübe etmişlerdir. Devlet olmanın ve devlet kavramının ne olduğu ve günümüzde bu kurumu idare eden iktidarların nelere dikkat etmeleri gerektiği hususlarını Kur’ân ışığında, Risâlet-i Resûlullah’tan ve kadim tarihimizden ibretamiz örnekler vererek izah edelim…

Nisâ Sûresi 58’inci ayette şöyle buyurulur: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.”

Hazreti Peygamber, Mekke’yi fethedince, burada Kureyş kabilesinin çeşitli ailelerinde bulunan bazı salâhiyet ve vazifeleri yeniden düzenlemiş, bir kısmını kaldırmıştı. Kaldırmadığı hizmetler arasında Mescid-i Haram ve çevresinin hizmetiyle su işleri vardı. Birinci hizmet Abdüddâroğulları adına Osman Bin Talha’da, ikinci hizmet ise Hâşimoğullarından (aynı zamanda Hazreti Peygamber’in amcası olan) Abbas’ta idi. Hazreti Peygamber, vazifelerle ilgili yeni bir düzenleme yapmak üzere Kâbe’nin anahtarını Osman’dan aldı. Amcası Abbas, bu hizmetin de kendisine verilmesini talep etti. Bunun üzerine emanet ayeti geldi ve anahtar yine Osman Bin Talha’ya teslim edildi  (Müslim, “Hac”, 390).

Burada emanetin yerine getirilmesi, ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi yönündeki emirlerin muhatapları genel olarak bütün insanlar, özel olarak müminler ve daha özel olarak da yöneticiler gibi emanet ve adaletten kamu adına sorumlu olan şahıslar ve topluluklardır.

Tarih boyunca insanların huzur ve mutlulukları iki sebeple kazanılmış veya kaybedilmiştir: Emanet ve adalet… Emanet ehline verildiği ve adalete riayet edildiği müddetçe cemiyette huzur ve saadet bulunmuştur. Hıyanet ve haksızlıklar ise huzursuzluk, kavga, savaş, servet ve neslin helâk olmasının baş sebepleri arasında yer almıştır.

Emanet, korunması istenen maddî ve manevî değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere aldığı eşya bir emanet olduğu gibi, devletin hizmet makamları da birer emanettir.

İlim, din, antlaşma ve sözleşmeler, komşuluk hakları emanettirler. Bütün bunlar korunacak, muhatap ve ilgililerine teslim edilecek, ne maksatla verilmiş ise ona uygun olarak kullanılacak konumdadırlar. Hazreti Peygamber, “Münafığın üç belirtisi vardır: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder” (Müslim, “Îmân”, 107-109) buyurarak emanete riayet etmeyenleri münafık vasıflı insanlar olarak tescil etmiştir.

İnsanlar arasında hüküm, genellikle bir ihtilaf ve dâvâ hâlinde, haklı olanı haksız olandan ayırmak veya hakkın kime ait olduğunu açıklamak suretiyle gerçekleşir. Adalet, “eşitlik ve dengeyi sağlamak” demektir. Burada eşitlikten maksat, herkese aynı şeyi, aynı vasıf ve miktarda vermek değil, herkesin hakkını, hak ettiğini, lâyık olduğunu almada eşit olmasıdır. Güçlü de olsa haksızın, güçsüz de olsa haklı ile hukuk karşısında eşit muamele görmesidir.

İnsanların haklarını yiyenler, bunu, genellikle kendilerini karşıdakilerden üstün ve güçlü görerek yaparlar. Kamu gücünü, zayıf olmasına rağmen haklı olanın yanına koymak suretiyle muamelede eşitlik yani adalet sağlanmış olur. Adaletin gerçekleşmesi (adil uygulayıcılar yanında) kimin neye lâyık, kimin neyi hak ettiği konusunda doğru, hakkaniyete uygun, dengeli bilgi ve ölçülere sahip olmaya bağlıdır.

Hukuk kuralları ve bağlayıcı mevzuat işte bu bilgi ve ölçüleri vermek için oluşturulur, bunun için vazedilir. Hukuk kurallarını İlâhî irşattan bağımsız olarak insanlar koyarlarsa (insanların kendilerini aşmaları, beşerî kayıtlardan, cemiyet kültür ve değerlerinden etkilenmemeleri mümkün olmadığı için, hakkaniyet ölçüleri) hak ediş dengeleri bozuk olabilir. Bilgi eksik, ölçü bozuk olunca (düzen, hukuk ve mahkeme bulunsa bile) adalet gerçekleşmez. İnsanı ve kâinatı yaratan Allah, mîzanı da koymuştur.

Mîzan, “maddî ve manevî alanlarda denge, hakkaniyet ve adalet ölçüsü” demektir. Hukukla ilgili mîzanın aranıp bulunması bakımından vazgeçilemez kaynak, ilgili naslardır (ayet ve hadisler). Ayet ve hadislerin nokta tayini şeklinde açıklamadığı konularda ise fayda (mesalih), yorum (anlama, beyan), kıyas içtihatlarına ve örfe başvurulacak, bu yoldan adaleti gerçekleştirecek olan hüküm ve ölçülere ulaşılacaktır.

Hüküm ve ölçüler bulunup bilindikten sonra, sıra uygulamaya gelir. Uygulamada adaletin bozulmamasının iki teminatı vardır: İmana dayalı ahlâk ve cemiyetin emanet/sorumluluk duygusu içinde gerçekleştireceği denetim…

Sağlam hukuk kuralları, ahlâk ve kamu denetiminin bulunduğu yerde adaletin gerçekleşmemesi için bir sebep kalmaz. Hazreti Muhammed’in (sav) devlet adamlarının ve yönetici makamındakilerin kendilerine serlevha edinecekleri hâllerden biri olarak Peygamber Efendimizin (sav), bir sahabeyi aracı yaparak bazı kişilerin işledikleri kusur karşılığında ceza almamaları için ısrarcı olduklarında nasıl tepki verdiğine bakalım.

Hazreti Aişe’den rivayet edildiğine göre, Mahzum kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri pek üzmüştü. Bunun üzerine, “Bu konuyu Resûlullah (sas) ile kim görüşebilir?” diye kendi aralarında konuştular. Bazıları, “Buna Resûlullah’ın sevgili dostu Üsâme İbni Zeyd’den başka kimse cesaret edemez” dediler. Üsâme de onların istekleri doğrultusunda Peygamber (sav) ile konuştu. Resûl-i Ekrem (sas), Üsâme’ye, “Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?” buyurduktan sonra kalkıp bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: “Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezasını vermeleriydi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.”

Özellikle işaret etmeliyim ki (yetkili mevkilerde bulunanlar hakkında dua ve temennimdir), ana-baba, köy muhtarı, kaymakam, vali, bakan, belediye başkanı ve nihayetinde devlet veya hükümet başkanları yukarıda zikredilen ayet ve hadisleri serlevha edinmelidirler. Unutulmamalıdır ki, “devlet” denilen girift organizma “akrebin kıskacındadır”.

Devletlûnun sahip olduğu yönetimlerden hayra vesile kanun ve nizamatın yanında tarihî derinliği de olan kıymetli eserlerden, ulema tarafından muvafık görülmüş, Türk-İslâm kültür ve fikir hayatının önemli eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacib tarafından, insana iki dünyada da mutlu olmasının yollarını göstermek amacıyla yazılmıştır. Kültürümüzün mihenk taşlarını oluşturan eserlerden biri olan Kutadgu Bilig, hükümdar ve idarecilere verdiği öğütler itibariyle bir nasihatname, ülkenin yönetimi ile ilgili tespitleri açısından bir siyasetname kitabıdır.

Eser, “İyi bir devlet yönetimi ve yönetici nasıl olmalı?” sorusuna cevap aramıştır. Yusuf Has Hacib, eserinde özetle, dönemin siyasal, sosyal ve ekonomik konuları ile ilgili önemli bilgiler vermiştir. Karahanlılar döneminde yazılmış olan bu eserde Yusuf Has Hacib, devleti ve halkı Allah tarafından kendisine verilen bir emanet olarak gören hükümdarın görevini yerine getirirken adalet, liyakat, şefkat, merhamet, sadakat, cömertlik ve istişare gibi konulara dikkat etmesini tavsiye etmiştir.

Bu gibi eserlere El-Medinetü’l-Fâzıla’yı da dâhil edebiliriz. “İdeal Devlet”, “El-Medinetü’l-Fazıla” ya da “Fazilet Şehri”, Farabî’nin ideal devleti çözümlediği kitabıdır. Kitapta bir başkanın erdemlerini sayılır. Yine “Siyasetname”, Nizamülmülk’e bir eser olarak siyaset, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı olarak nice taktiğe yer verir.

Siyaset, yeri geldiğinde bir ikna sanatı, yeri geldiğinde ise keskin bir kılıçtır. Selçuklular devrinde incelikli bir sanattı siyaset. İşte “Siyasetname”, bu sanatı devlet adamlarına öğretmek, onlara devleti yönetme becerisi kazandırmak amacıyla yazılmıştı. Selçuklu sultanları, Sultan Muhammed Alparslan ve Sultan Melikşah döneminde 29 yıl vezirlik yapmış olan Nizamülmülk’ün Sultan Melikşah’ın isteği üzerine 1086-1092 yılları arasında Farsça kaleme aldığı Siyasetname, her fasılda ayrı bir konuyu işleyen, konuları hikâyelerle süsleyen bir eserdir. Aradan 900 yıldan fazla süre geçmesine rağmen çoğu bilginin hâlâ güncelliğini koruması, eseri ölümsüz kılan en büyük etkendir. Hasseten devletlûların bunları bilmesi şayan-ı takdir olacaktır.

(Devam edecek…)

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Sertif PARLAK yazıları

Çok okunanlar