SON DAKİKA
Sertif PARLAK

Hilâl-Haç savaşı mı? (2)

Hilâl-Haç savaşı mı? (2)
A- A+

19’uncu yüzyılın ikinci yarısı Avusturya-Macaristan, İngiltere ve Rusya gibi güçlerin dünya siyaset arenasına damgasını vurduğu, Osmanlı Cihan Devleti’ninse zayıflamaya başladığı bir dönem oldu.

Cihan Devleti’nin geniş sınırları artık dış güçlerin müdahale alanları hâline gelmişti. Bu dönemde Avrupa’da bir Yahudi devletinin varlığına “Hayır” diyen Avrupalı güçler, 1897 yılında yapılan Birinci Siyonist Kongresi ile başlayan ve “Halkı olmayan bir ülkeyi ülkesi olmayan bir halka devredin” sloganı ile Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurma fikrini öngören süreci hararetle desteklediler.

Bulundukları coğrafyaların haylaz ve bel bağlanmaz müttefikleri, dünyanın en büyük göçmen taifesi Yahudilerdi. Kur’ân’da “ehl-i kitap” tarifiyle hakka ve hakikate isyankâr ve peygamberlerin düşmanı olarak anlatılırlar.

İslâmiyet’in doğuşu Yahudiler için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. Romalıların yaptığı katliam ve sürgünlerden sonra dünyanın her tarafına yayılmış olmaları (diaspora) ile Yahudilerin Filistin ile bağları kalmamıştı. Yahudilerin büyük bir kısmı Arabistan yarımadasına ve Arap topraklarına göç etmişler, yoğun olarak Medine şehri ve çevresine yerleşmişlerdi. 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret eden Hazreti Muhammed (sav), Medine halkının birbiriyle anlaşmazlık yaşayan Arap ve Yahudi kabilelerini bir arada tutacak bir sözleşme yaptı. “Medine Sözleşmesi” olarak adlandırılan bu vatandaşlık anlaşması sayesinde Yahudiler dinlerini uygulamada serbestlik kazanmışlardır.

Bunun yanında, bu anlaşmada düşmana karşı birlik olma mecburiyeti vardı. Dolayısıyla bu anlaşma, kabilelere iç işlerinde kendi örflerini uygulama serbestliği, dış ilişkilerinde ise ortak hareket etme şartı getiriyordu. Ancak Yahudilerin anlaşmayı ihlâl etmeleri, Medine’yi terk ederek Hayber ve Şam’a yerleşmelerini mecburî kılmıştır. Müslümanların Şam ile olan ticaretinde Yahudilerin bir tehdit unsuru olmaları nedeniyle Müslümanlar, Hayber üzerine yürüyerek Yahudilerin teslim olmalarını sağlamışlardır. Hazreti Muhammed’in (sav) Yahudiler ile yapmış olduğu anlaşmalar neticesinde Yahudilerin din ve inançları nedeniyle kınanmamaları sağlanmış, öldürülmeleri yasaklanmış, İslâm Devleti’nin hâkimiyetini tanıyarak vergi vermek şartı ile her türlü ticarî, sınaî ve ziraî faaliyette bulunmaları imkânı tanınmıştır.

Hazreti Muhammed’in (sav) dünyasını değiştirmesinden dört yıl sonra (636), Dört Halife Devri’nde Hicaz merkez olmak üzere İslâm’ın fetih hareketinin başladığı dönemde Suriye ile Filistin, Bizans hâkimiyeti altındaydı. 637’de Araplar Kudüs ve çevresini ele geçirmişler, Kudüs’ün Fethi’nde Yahudiler, Bizans’tan gördükleri zulüm nedeniyle Müslümanlara yardım etmişlerdir.

Yahudi ve Hıristiyanların kutsal şehir olarak nitelendirdikleri Kudüs, İslâm dünyasında da önemli bir dinî merkez olmuştur. Selçuklular tarafından 1071’de fethedilen Kudüs, Hıristiyan toplumunda özellikle 11’inci yüzyıl ile süregelen Haçlı Seferleri sırasında hedef hâline gelmiştir. Haçlı Seferleri’nin başlaması ile Hıristiyan dünyasındaki Yahudi düşmanlığı siyâsî, iktisadî ve sosyal etkileri ile birlikte daha da şiddetlenmiştir. Saygınlığını yitirmeye başlayan kilise, politik isteklerini yönlendirmek için Hazreti İsa’nın içinde yattığı kutsal lahdin kurtarılması gerekliliği gibi dinî gerekçeler öne sürerek etkinliğini korumaya çalışmıştır.

1099’da Papa İkinci Urban’ın çağrısı üzerine Avrupa’dan kutsal toprakları kurtarma inancıyla gelen Haçlılar, Kudüs’ü ele geçirerek burada Kudüs Latin Krallığı’nı kurmuşlar, Hıristiyanlığı yaymaya uğraşmışlardır. Haçlıların Selahaddin-i Eyyubî yönetimindeki Müslüman ordusu tarafından 1187’de bu topraklardan çıkartılmasından sonra Kudüs, yeniden İslâm egemenliği içerisinde kalmıştır. Yahudilere yine belli ölçülerde özgürlükler tanınmış, Kudüs’e dönmeleri sağlanarak burada yaşamalarına müsaade edilmiştir.

Selahaddin-i Eyyubî’nin ölümü üzerine Haçlı orduları 1193’te bu bölgeyi tekrar ele geçirmişler, ancak Eyyubî’den sonra Mısır’da iktidara gelen Memlüklere 1291’de yenilerek kutsal topraklar üzerindeki hâkimiyetlerini kaybetmişlerdir. Hâkimiyeti ele alan Memlükler zamanında da Yahudiler için benzer sıkıntılar başlamıştır. Bu dönemde Memlük yönetimi tarafından limanlar Haçlı seferlerinden korunmak için yıkılmış, bölgenin deniz ile bağlantısı kesilmiş, kara ticaretinin durdurulması ile şehirler harabeye dönüşmüştür. Memlük döneminde siyâsî ve ekonomik ayaklanmalar yaşanmış, ağır vergiler ve yaygın hastalıklar dönemi baş göstermiştir.

Osmanlı Cihan Devleti’nin 1517 yılında bölgeyi kontrolü altına alması ile 200 yıl süren Memlük hâkimiyeti de sona ermiştir. Osmanlılar bölgeyi, idarî olarak dört alt bölgeye bölerek Şam’a bağlamışlardır. Yüzyıllardır ihmâl edilmiş ve sefalet içinde kalmış Kudüs ve çevresinde düzen tesis edilmiş, tüm dinlere mensup halklara özgürlük tanınmıştır. Bu ortamın etkisiyle bölgedeki Yahudi varlığı ve kültürü yeniden yeşermiştir. Bölgede yapılan Yahudi dinî çalışmaları diasporadaki diğer Yahudilere de gönderilerek kültür birliğinin sağlanmasında faydalı olmuştur.

Peki, Filistin, Mescid-i Aksâ ve Gazze, bizim için neden hayatî derecede önemli?

Hazreti Peygamber’in Miraç yolculuğuna çıkmadan önce Müslümanların ilk kıblesi de olan Mescid-i Aksâ’ya getirildiği, İsra Sûresi’nin ilk âyetinde açıkça belirtilmektedir.

Hicret’in ardından buranın kıble oluşu 16-17 ay kadar sürmüştür. Bu durum İslâm’da Mescid-i Aksâ’ya verilen değeri göstermektedir. Ayrıca Kudüs’ün ele geçirilmesinden yıllar önce Resûl-i Ekrem’in söylediği, ibadet ve ziyaret maksadıyla gidilmesi gereken üç mescitten birinin Mescid-i Aksâ olduğu yönündeki hadisleri de bunu pekiştirmektedir.

Ve kim nasıl tevil ederse etsin, biz Selçuklu ve Osmanlı’nın vârisleriyiz; mazlum ve masum diyarların, gönül coğrafyamızın beklenen milletiyiz. Millet-i İbrahim şuurundayız. Kur’ân bize yol göstersin, Resulûllah kılavuzumuz olsun ki, modernizmin tüccarlarına, Makyavelli’nin torunlarına, Siyonizm’in militanlarına ihtiyacımız yoktur.

Kur’ân beyan eder ki, insanların gerçek dostunun Allah olduğu, O’nun insanlara, müminlere ve Peygamber’e yardımcı olacak, onları koruyacak, bağışlayacak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak ve irşad edecek olan gerçek dost olduğu belirtilerek, insanların O’na inanmaları, dayanıp güvenmeleri gerektiği ve ayrıca kâfirlerin, zalimlerin, Yahudi ve Hıristiyanların ancak birbirlerinin ve şeytanın dostları olabilecekleri bildirilerek dinî ve ahlâkî inanç ve anlayışların sosyal ilişkiler üzerindeki etkileri vurgulanmış, dostlukların tesisinde kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınması gerektiği bildirilmiştir (Tevbe, 23).

Lâ galibe illâ-Allah. Vesselâm…

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Sertif PARLAK yazıları

Çok okunanlar