Din, Dil ve Tarih: Bir Toplumun Temel Değerleri
DİN birliği, farklı toplumsal yapılar içerisinde hiç kuşkusuz en önemli ortak noktadır ve farklı kültürlerde benzer davranış kalıpları oluşturur. Burada toplumsal yapıdan kastettiğimiz şey, toplumu oluşturan kurum ve gruplar ile özellikle bunların içerisindeki ilişki formlarıdır.
Aynı dine mensup farklı kültürlerde, başta aile olmak üzere hukuk, eğitim, boş zamanlar gibi toplumsal kurumlarda önemli ortaklıklar bulunur. Ancak bu ortaklıkların yanında pek çok farklılığın da olduğu gözlenir. Toplumun tarihten miras aldığı kültürüne, yabancı kültürlerle ilişkisine ve daha genel anlamda da medeniyet seviyesine bağlı olarak dinin gündelik hayata yansıması diğer toplumlara göre farklılık gösterir.
Türkiye’de 1990’lardan itibaren dinî yaşantıda önemli değişimler gözlenmektedir. Dindar kamuoyu, bugün için katı olarak nitelendiği bazı davranış kalıplarından süratli bir şekilde vazgeçmiş görünmektedir. Bunun psikolojik açıdan önemli bir sebebi, dindarın otantik dinî normlar, geleneksel dinî yaşayış ve modern hayat tarzı arasında kalarak psikolojik bir çatışma ve gerginlik içinde kalması ve bundan kurtulmak istemesidir. Konunun bu psikolojik altyapıya bağlı ve birbiriyle ilişkili iki sosyal sebebi vardır: Dinin popülerleşmesi ve beraberinde popüler kültürün dinî çevrelere dâhil olması. Ancak bu sebepler çerçevesinde gözlenen değişimin kalıcı olduğunu söylemek için henüz erkendir ama bu sürecin kalıcı etkilerinin olacağı muhakkaktır.
Evvelâ “popüler kültür” tarifinin ne olduğuna bakalım. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre popüler kültür, “belli bir dönem için geçerli olan, hızlı üretilen ve hızlı tüketilen kültürel ögelerin bütünü” olarak açıklanmıştır. Bu yeni kültürün adı, popüler kültürdür. Kitle iletişim araçlarının hızla gelişmesi sayesinde, her yerde ve herkes için hazır olan bu kültür, sınır tanımayan küresel dünya kültürüne dönüşmektedir. Bu bakımdan televizyon aracılığı ile yayılan kültür, popüler kültürün en yaygın türüdür. Bugün ülkemizde tüketim arzusu ve açlık derecesindeki ilgisi, adeta bütün toplumu kuşatmış, insanlarımız vahşi kapitalist zihniyetlerin ve güçlerin menfaatleri istikametinde adeta bir tüketim ağı içerisine sürüklenmiş durumda ve tüketimle beraber tükenme noktasına doğru sürüklenmektedirler.
“Tüketim denilen havucun müşterileri genellikle genç nesil, moda düşkünü, aklı kıt ve parası bol taifedir” dersek, hakaret etmiş olur muyuz? Modernizmin süslü dünyası, insanları tüketim toplumu ve insanları, özellikle de gençleri “tüketim nesli” olma noktasında araç olarak kullanıyor. Materyalist mantık ve kapitalist açgözlülüğü ile popüler kültür, insanları tüketmeye teşvik eder, bunu gerçekleştiremediği sahalarda ise bir özenti iklimi, yoğun medya algısı ile bunu bir gaye hâline getirir. Kısacası, kendisine ihtiyaç duyulmamasına rağmen zarurî ihtiyaç hâline getirilen, elde edemediği vakit insanları bunalıma sürükleyen sebepler, popüler kültürün asıl hayata yansımaları ve meydana getirdiği kalabalıklardır.
Popüler kültür, bireyselliği tehdit eder ve toplumun genel olarak homojenleşmesine yol açar. Bu nevzuhur hevesin/akımın bir de itikadî iklim üzerindeki etkisi vardır. Bu etkinin kullandığı silahsa görsel yayın, TV’ler ve sosyal medya atmosferidir.
Popüler kültürün topluma etkisi nedir?
Popüler kültür, aşırı tüketimi normalleştirir ve bireyleri maddî değerlere bağımlı hâle getirir. Popüler kültürün etkisi altında bireyler özgünlüklerini kaybeder ve popüler kültür tarafından dayatılan normları benimserler.
Popüler kültür, bireyselliği tehdit eder ve toplumun genel olarak homojenleşmesine yol açar. Bu nevzuhur hevesin/akımın bir de itikadî iklim üzerindeki etkisi vardır. Bu etkinin kullandığı silahsa görsel yayın, TV’ler ve sosyal medya atmosferidir. Müşterisi bol, alıcısı muhtelif, ana kaynağı materyalizmin süslü yüzü…
Dinin popülerleşmesi
Akademik çevrelerin ve sosyal bilimcilerin ortak kanaatine göre 1990’lı yıllarla birlikte ülke tarihinde belki ilk defa olmak üzere dinî konular yoğun bir şekilde kamuoyunun önünde konuşulmaya ve tartışılmaya başlandı. Bu tartışmalara temel ivmeyi özel televizyon kanalları kazandırdı, yazılı basın da buna destek oldu.
Dinin popülerleşmesinin iki önemli sonucundan bahsetmek mümkündür: Birincisi, dine ilgi artmıştır. Bu bazen merak, bazen “Müslüman” kimliğini asgarî ölçüde de olsa yaşayabilme, bazen de özenti şeklinde kendini gösterdi. Ancak herkes için aynı sonucun olduğunu söylemek güçtür. Zira dinin popülerleşmesinin ikinci önemli sonucu, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla dine karşı bazı şüphelerin uyanmasıdır. Kamuoyu önünde dinî meselelerin tartışılması, aynı konuda uzmanların farklı görüşler öne sürmesi, üstelik zaman zaman toplumun geleneğinde yer almayan görüşlerin baskın çıkması bu şüpheleri doğurmuş, hatta televizyon kanallarındaki tartışmaların ulaştığı rahatsız edici boyut bazı aydın ve yazarların tepki dolu yazılarına neden olmuştur: “Din, inanç meselesidir, fazla tartışma kaldırmaz. Ama TV çıktı; din, İslâm, itikat ve ibadet öyle tartışılır hâle getirildi ki bu tartışmaları izleyenler neredeyse dinden imandan çıkar hâle getirildi. Önüne gelen uzman veya uzman zannedilen, kendine göre bir içtihat yaratır oldu. Birinin söylediğini öteki tekzip eder oldu. Konuşmacıların kendi farklı görüş ve yorumları… Derken sade vatandaş şaşırdı, kör kuyuya atılmış gibi oldu, etrafını göremez oldu. Bazılarının inancı sarsıldı…”
Özellikle geleneksel dindarlığa sahip olan ama gündemdeki tartışmaları ciddiyet ve dikkatle takip eden kişilerin zihinlerindeki sabit değerler yıkılmaya ve bunun yerine belirsizlik ikâme edilmeye başladı. Oysa insanlar bu gibi durumlarda kendi akıl ve hür iradeleriyle doğruyu bulma/tercihte bulunma gibi entelektüel bir çabaya girmek yerine bir otoritenin kendileri için karar vermelerini arzu etmektedirler.
Bir medeniyetin oluşumunda maddî unsurlar kadar millî ve manevî değerler de önemlidir. Medeniyetleri oluşturan insandır. İnsan ise hem maddî, hem manevî özellikleri olan bir varlıktır. Bedenî özelliklerinin yanı sıra manevî özellikleri de insanı insan yapan özelliklerdir. Maddeye önem verip maneviyatını unutan bir insan yaşam bulduğu bu dünyada mutlu bir hayat sürmesi mümkün değilse, maddî değerlere önem verilip manevî değerler unutulduğu müddetçe bir medeniyetin uzun sürmesi de aynı şekilde mümkün değildir. Günümüzde bir yandan şiddet ve terör, hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk olayları dünyada yaşayan bütün insanların maddî hayatını tehdit ederken, diğer yandan da maddiyata önem vermenin inanç değerlerinin arka plâna itilmesi gerekliliğini ortaya koymaya çalışan ve bilimsel izahı olmayan birçok yanlışlık ortaya sürülmektedir. Bizleri kurtaracak pek çok model önümüze sürülmek istense de çağımızdaki bu problemlerle başa çıkabilmemizin yolu, millî ve manevî değerlerimize sahip çıkmak olacaktır. Nitekim bugün birçok toplum, kurtuluşu kendi millî ve manevî değerlerine geri dönmekle mümkün olacağını ifade eder hâle gelmiştir.
Bir milleti millet yapan temel değerlerin başında millî ve manevî değerler gelmektedir. Vatan, bayrak, kültür, dil, marş gibi unsurlar millî, din ise manevî değerlerimizi ifade etmektedir. Bir toplumu ayakta tutan ve onu geleceğe taşıyan değerler vardır. Bu değerlerin belli başlılarını dil, din, aile, vatan, tarih, töre, sanat, kültür ve bayrak şeklinde sıralayabiliriz. Müslüman Türk milleti olarak her türlü yalancı rüzgârlara, iman ve mukaddesatımıza musallat olan Frenkmeşrep akınlara karşı bizi biz yapan ve İlâ-yı Kelîmetullah için Nizam-ı Âlem ülküsünden ayrılmamak üzere değerlerimizi sıralayalım.
Küreselleşen dünya ve karmaşık hâle gelmiş olaylar karşısında sağlıklı bir yol haritasına sahip olmak istiyorsak üç önemli değere; din, dil ve tarihe sahip çıkmak zorundayız.
Bizi biz yapan değerlerin en başlıca unsuru: Din
Din, bir toplumun en başta gelen ihtiyacıdır. İnsanlar manevî desteğini dinden alır; güven ve cesaret kazanırlar. Sabırlı ve azimli olmayı öğrenir, hayatın sıkıntı ve zorluklarına karşı direnme gücüne sahip olurlar. Din duygusundan uzak bir insan, kendini boşlukta hisseder. Temelsiz bir duvar misâli, hayatın rüzgâr ve fırtınalarına karşı direnemez. İhtiyar dünyamız, uzun süre ayakta kalabilen dinsiz bir topluma şahitlik etmemiştir. Hakikî bir din, insanı hayata hazırlar. Üzüntülü ve sıkıntılı zamanlarında teselli kaynağı olur. İnsan, dünyada var olmanın anlamını dinle idrak eder. Kendini yoktan var eden, yedirip içiren, nimetlerle donatan Rabbini tanır. İnsanî değerlere sahip olur. Dünyada mutluluğa ulaşır. Kalben müsterih olur. Hayatın yalnız dünyadan ibaret olmadığını bilir ve dünyada kaybettiği şeyler için üzülmez. Ölünce sonsuz mutluluğa erişir. İşte biz, Türkiye vatandaşları olarak bu özellikleri taşıyan İslâm gibi bir hak dine mensubuz: “Şüphesiz Allah katında hak din ancak İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 19)
Dil
Bizi biz yapan değerlerin ikincisi dildir. Çünkü dil, insanlar arasında anlaşma ve iletişim aracıdır. Dildeki birliktelik sağlıklı iletişimi sağlar.
Kuralları altüst olmuş bir dilin konuşulduğu toplumda kaos oluşur. Farklı yaş grupları ve nesiller arasında sağlıklı bir iletişim kurulamaz.
Dili bozulan bir toplum, başka toplumlara özenti içine girer. Aslını ve benliğini kaybeder. Millî duygularını yitirir. Başkalaşır. Türkçemiz, başta Ortadoğu ve Batı dilleri olmak üzere yabancı dillerin bombardımanı altındadır. Bu durumu günlük olarak işyeri levhaları, gazete, TV ve radyoların isim ve programlarında çok sık görebilirsiniz. Konfüçyüs der ki, “Bir toplumu yıkmak istiyorsanız, önce onun dilini bozun”.
Tarih
Milletler için tarihin önemi de çok büyüktür. “Tarih, bir milletin hafızasıdır. Tarihini bilmeyen milletler, hafızasını kaybetmiş insana benzer”. Geçmişini bilmeyen bir millet, geleceği ile ilgili sağlıklı adımlar atamaz, başka milletlerin tuzağına düşer.
Millî kültürün temeli millî tarihtir. Olayları iyi teşhis edebilirsek isabetli çözümler üretebiliriz. Çünkü her olayın benzeri geçmişte de yaşanmıştır. İbni Haldun der ki, “Suyun suya benzediği gibi, gelecek de geçmişe benzer”. İbret alıp sağlıklı değerlendirme yapabilmek, yeniden yanlışa düşmemek için Mehmet Akif’in şu beytini iyi anlamak gerekir: “Tarih ezelî bir tekerrürdür diyorlar/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Genç nesillere geçmişlerini ve tarihlerini öğretmek, hiç ihmâl edilmemesi gereken bir zorunluluktur. Küreselleşen dünya ve karmaşık hâle gelmiş olaylar karşısında sağlıklı bir yol haritasına sahip olmak istiyorsak üç önemli değere; din, dil ve tarihe sahip çıkmak zorundayız. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, din, bir toplumun varlık sebebidir. Dil, bir toplumun can damarıdır. Tarih de bir milletin hafızasıdır.
Vatan
İslâm, bir bütün olarak hayatın her yönünü içine alır. Bu nedenle vatan ve devlet anlayışını belirli sınırlar içerisinde değerlendirmiştir. Üzerinde yaşanan ve kültürün oluşturulduğu topraklara vatan denilmektedir. Vatan sadece toprak parçası değildir. Vatan, üzerinde yaşayan insanlar için hürriyet demektir. Esaret altında olmamak demektir. Bu sebeple yaşadığımız bu topraklara bir toprak parçası olarak bakmamak gerekir. Bir Müslüman dinini, namusunu, canını ve malını vatan ve devletiyle korur. Vatanına bir Müslüman devlet bile saldırsa, onu korumak dinimizin emridir.
Yerler ve zamanlar, içerisinde olan kimseler ve yapılan işlere göre değer kazanır. Bu açıdan bir İslâm devleti olan bu memleketin, bu toprakların ve içinde yaşayanların korunması ve devam etmesi noktasından vatan, bayrak ve devletin varlığını zorunlu kılmaktadır. Bazı âlimler “Vatan sevgisi imandandır” sözünün zayıf hadis veya mevzu olduğunu söylese de mânâsının doğru olduğu ifade edilmiştir. Nitekim Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı’nda, vatanımızın önemini şöyle ifade etmektedir: “Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!/ Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı./ Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı./ Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”
Vatanı sevmek, düşmanlara onu terk etmemek, kendisine gelecek her türlü zarara karşı gerekli tedbirleri almak ve gerektiği zaman onun için canını vermek kutsal bir vazifedir. Türkiye’miz, bizim için en vazgeçilmezlerdendir.
Aile
İnsanlık tarihinde aile her zaman önemli yere sahip olmuş ve insanların toplum hâline gelmesine sebep olmuştur. Tarihe baktığımızda görürüz ki, ilk toplum aileden meydana gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim bu konuya temas ederek ilk yaratılan insanın aile şeklinde yaşadığını bildirmiştir. Şüphesiz insanlığın temeli ailedir. Çünkü insanın temel özellikleri ailede oluşmaya başlar.
Ülkemizde bu konuda yapılan çalışmaların sınırlılığını dikkate alarak detaylı bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’deki aile ile ilgili konuların araştırılarak sosyal yönden yazılmasına ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Çünkü modern zamanımızda karşılaştığımız en büyük sorunlardan biri de ailelerin çöküntüye uğramasıdır.
Aynı zamanda şahit oluyoruz ki, birçok aile, İslâm’ın ailenin nasıl kurulacağı hakkındaki bilgilerden yoksun kalarak boşanmalara duçar olmaktadır. Buna göre de aile ile ilgili bilgileri öğrenerek Kur’ân-ı Kerim’e ve Peygamberimizin (sas) Sünnetine uygun şekilde aile kurmak ve toplum için temiz bir nesil yetiştirmek her bir Müslümanın aslî vazifesidir. Yüce Rabbimiz yaşadığımız bu âlemi ve içinde var etmiş olduğu her şeyi insan için, onun mutlu ve huzurlu olması için yaratmıştır. İnsanın en mutlu ve en huzurlu olduğu yer ise ailesinin yanıdır.
Aile, toplumun en küçük birimi ve temel taşıdır. İnsanların meydana gelişi, olgunlaşması ve sağlıklı nesillerin oluşması, aile müessesesi ile mümkündür. Sağlıklı ve sağlam bir toplumun oluşması için birbirlerini seven, yardımlaşma ve dayanışma ruhu içerisinde, kederleri ve sevinçleri paylaşan aile yapısına ihtiyaç vardır. Aile ne kadar mutlu ve huzurlu olursa, toplum da o kadar güçlü ve kuvvetli olur. Bu sebeple toplumumuzun en önemli yapıtaşlarından biri olan aile hayatının korunması hepimize üşen bir vazifedir.
Bayrak
Türk bayrağı, ülke ve milletimizin varlığı ve bağımsızlığını temsil eder. Türk bayrağının üzerindeki al renk şehitlerimizin kanını, üzerindeki hilâl ve yıldız ise bir efsaneyi anlatır. O efsaneye göre cephede şehit olan askerlerin kanının birikimi üzerine gökyüzündeki hilâl ve yıldızın yansımasından Türk bayrağının oluştuğu yönündedir.
Bir milletin, belli bir topluluğun veya bir kuruluşun simgesi olarak kullanılan, renk ve biçimle özelleştirilmiş bayrak, sadece kumaştan ibaret değildir. Bayrağa değer veren, milletin kendisidir. Arif Nihat Asya, “Bayrak” şiirinde bu hususu ne güzel ifade etmiştir: “Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü/ Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü/ Işık ışık, dalga dalga bayrağım/ Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım/ Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder/ Gölgende bana da, bana da yer ver/ Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar/ Yurda ay yıldızın ışığı yeter…”
Bayrağımız, her birimizin sevdasıdır. Milletimizin temel nişanesidir. Her nerede görülürse şanlı tarihimizi hatırlar ve yüce milletimizin varlığını yanımızda hissederiz.
Kültür ve sanat
Kültür, bir milletin tarih boyunca ürettiği sözlü, yazılı maddî ve manevî değerleridir. Bütün sanatlar üretildiği toplum hayatından beslenmektedir. Toplum hayatı ise gelenek, görenek, din, töre, anane gibi yaşam tarzımızı şekillendiren normların etkilediği davranış biçimlerinden oluşmaktadır. İşte sanatın toplum için üretildiği performanslar ve eserler bu davranış biçimlerini işlemektedir.
Tarih boyunca üretilen kültür ve sanat eserlerinin günümüze ulaşılabilen örnekleri müzelerde yerini almıştır. Bu arkeolojik veya etnografik eserlerde o dönemlerin yaşam tarzları, giyim-kuşam- süslenme, mimarî sanatlar göz önüne serilmektedir. Bugün bu eserleri seyredenler, o dönem insanlarının inandığı kutsal değerler, kadın-erkek ilişkileri, toplum düzeni, yönetim biçimleri gibi sembolik değerleri bu eserler üzerinden okuyabilmektedir.
Pek çok kültür ögesi gibi toplumdan topluma, dönemden döneme farklı biçimlerde yorumlanmış şekliyle toplumun dinamik birer göstergesidir kültür ve sanat. Ayrıca tarih içinde üretildiği zamanın düşünce, istek ve ihtiyaçlarını yansıttığı ölçüde o toplumu temsil ettiği de ifade edilebilir.
İster söz sanatı edebî eserler, ister resim, heykel gibi plastik eserler, ister müzik gibi fonetik-işitsel, ister edebiyat, görsel ve fonetiği birleştiren tiyatro, sinema olsun, kendisini sıradanlarından ayıran, dolayısıyla hoşluk, güzellik taşıyan ve insanların his-duygu dünyalarında olumlu yansımalara yol açan her “şey” ya da performans sanat vasfını taşır. Bugün özellikle bozulmamasına yönelik en büyük gayreti kültürümüze yönelik göstermeliyiz. Düğünlerimizde, eğlencelerimizde, cenazelerimizde ve dahi toplum yaşantımızın her kesiminde kendi özümüze ait şeylerin yavaş yavaş yıpratılarak hayatımızdan çıkarılmaya çalışıldığına şahit olmaktayız.
Sonuç
Kültür emperyalizmine kadar inen yollar inceden işlenerek bugüne kadar gelmiştir. “Popüler kültür” veya şimdiki ismiyle “kültür emperyalizmi”, Batılı emperyalist sisteminin ulaştığı son ve zirve noktasıdır. Kültür emperyalizmi, Batı kültürünün insanın duygusal algı ve aklî mekanizmalarını etkisi altına alan, yeni ve güçlü bir köleleştirme projesidir.
Kültür emperyalizminin aynı zamanda siyâsî bir proje olarak işlemesi, bu güce karşı çıkmanın aynı zamanda askerî ve siyâsî bir güç sahibi olmayı da gerektirmektedir. Bunun için yaygın medya, internet ağları ve teknolojiden kopmadan bu güce karşı “yerelleşme” diye ortaya atılan teoriler, sadece basit bir tepkisellikten öteye geçmemektedir. İstiklâl Şairimiz Akif, her ne kadar Batı medeniyetini “tek dişi kalmış canavar”a benzetmiş olsa da kadim bağları olmayan bu sahte medeniyete karşı çıkmak, bu gücün beslendiği tüm mekanizmaları ele geçirmek ile olur.
Türkiye’de 90’lı yıllarda din, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar popüler bir konu oldu. Dinin popülerleşmesinin yanı sıra popüler kültürün egemenlik altına aldığı kitlelerin arasına dindarlar da katıldı. Popüler kültür, dindarın psikolojik gerginliğinden yararlanarak dindarlığın görünen yüzünde önemli değişikliklere sebep oldu. Bu değişimde Türkiye’nin siyâsî ve sosyal konjonktürüyle İslâm araştırmalarının etkileri ikinci derecededir ve bunlar çoğunlukla mevcut değişimi bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılmışlardır.
Mevcut değişimi bir kabuk değişimi olarak değerlendirmek ise daha doğru olacaktır. Dindarlığın haricî tezahürlerinde gözlenen bu değişim bazı noktalarda öze de taalluk etmiştir ancak dindarlığın genel anlamda değiştiğini söylemek mümkün olmadığı gibi, bu sürecin 10-15 senelik bir zaman diliminde gerçekleşmesi de mümkün değildir.
Son söz olarak şunu da söylemek gerekecektir ki, kısa bir zaman dilimi içerisinde gözlenen değişimin kalıcı olduğunu söylemek için henüz erkendir. Ama kalıcı etkilerinin olacağı muhakkak gibi görünmektedir.
Maalesef dünyayı tanıdığımızı zannedip, baktığını görmeyen, okuduğunu anlamayan eskimiş bir kafa ile modern dünyadan ve kendi kaynaklarımızdan habersiz hâle geldik. Burada “modern” kendimize numune teşkil etmesi için değil, “deşifre etmek” için vardır. İdeolojik bakış ve basit sloganlarla “düşündüğümüzü” zannettiğimizden, “Modern olacağız, çağdaş olacağız” diye diye geri kaldık. Bugün Batı’nın olmasını istediği bir “Doğu” ve ona reaksiyon gösteren bir “Doğu” var. Ancak kendisi gibi olmaya çalışan Doğu da kendi medeniyet ve kültür mirasını ve estetiğini neredeyse tamamen kaybetmiş olduğundan, verdiği mücadele, sadece bir kuru kavga ve gürültüden öteye gidemiyor.
Vârisi olduğumuz tecrübemizle, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin asırlardan süzülüp gelen kültür birikimleri neticesinde olgunlaşmış hayat, kültür ve sanat anlayışımız, Batılılaşma neticesinde menfi tesirlere maruz kalmıştır. Ancak mayası sağlam, İslâmiyet’i can u gönülden benimseyen ve sindiren, bu yüce dini kendi bünyesinde zâhiriyle-bâtınıyla yani aslî hüviyetiyle yaşayan, uygulayan, asırların tecrübesiyle bunu ispat etmiş hoşgörülü bir medeniyetin dünyaya verebileceği çok mesaj vardır. Bugünün kanayan yarası olan Kudüs’te, Kudüs Kalesi’nin çarşı kapısı üzerine “Lâ ilâhe illâ-Allah, İbrahim Halilullah” yazdıran, İslâmî Tevhid esasına dayalı “Hak Din” olarak İbrahimî Hanif dine mensubiyetin altını zarafetle çizen Kanuni, bu vizyonun/tasavvuru “Hakk’ın celâl ve cemal tecellîsi noktasında” “hakikî Muhammedî” olmak şiarıyla göstermiştir.
Osmanlı döneminde kamuya ait birçok metinde “Reaya, vediatullahtır” ibaresi kullanılmıştır. Bu tarihi deyim, “Allah’ın kullarına ait vergisi”, “cemaat”, “halk”, “insanlar” yerlerinde kullanılan bir tabirdir. “Vedia”, malikin mülkünde kalmak şartıyla saklanmak için verilen şey olup, “İdare altındaki halk, Allah’ın emanetidir” anlamı kastedilmektedir. Bu anlayışla Kanunî Sultan Süleyman zamanında yapılan Kudüs surları tamirinde, bugün hâlen yerinde duran Babü’l-Halil’in iç tarafına bir kitabe olarak az evvelki ifade yazılarak Kudüs’ün üç dine ait özel statüsüne vurgu yapılmıştır. Farklılıklar dillendirilmeden müşterek üzerinde ittifak aranmış, bu anlayış ve bakış açısı “mümkünken kuvvete başvurmadan” kapı üzerinde bir kitabeyle tescil edilmiştir.
Batılılaşma maceramızın başladığı tarihten itibaren üretmek yerine hep tenkit ve itiraz ettik. Bütün doğrularımızı ve yanlışlarımızı yeniden sorgulayarak, bizim gibi, “Sahih ve doğru yeni bir yol arayışı nasıl olur?” sancısını çekenlere, geleneğin içinden Şeyh Galib, Hüsn-ü Aşk’ı yazdığı zaman, “Mesnevi’yi taklit etmiş” diye tenkit edildiğinde, “Esrarını Mesnevi’den aldım/ Çaldımsa da mîrî malı çaldım/ Fehmetmeye sen de himmet eyle/ Ol gevheri bul da sirkat eyle” demiş. Gelenek, tarihî miras, mîrî malıdır. Mesele Şeyh Galib gibi çalabilmekte, onun dediği gibi her hususta “Bir başka lisan tekellüm ettim” diyebilmektedir.
Kapı açıktır, biz de bu kapıdan geçmeye çalışıyoruz. Mimar Sinan’ın arkadaşı, şair, Taşlıcalı Yahya’nın bir beytiyle bitirelim: “Derûnî aşina ol, taşradan bîgâne sansunlar/ Bu bir zîba reviştir, âkil ol, divâne sansunlar.”
Vesselâm…