Neden muhafazakâr diye ifade edilen iktidarlar özellikle “eğitim” konusunda muktedir olamıyorlar?

MİLLETİMİZİN bin yıldan fazla bir zamandan beri İslâm medeniyet ve kültür camiasına dahil olmuş, İslâm ahlâkını benimsemiş ve yaşamıştır. İslâm ahlâkı, Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği, en kâmil bir seviyede Hz. Peygamber (sav), onun sahabesi ve ermişlerin yaşadığı ahlâktır.
Bu ahlâkın ilkelerini şu çerçeve içinde görmek mümkündür: Hem bilgi, hem de varoluş bakımından Allah’a en yakın mertebeye ulaşma kabiliyetinde yaratılmış bulunan insan bu amaca ulaşabilmesi için gerekli maddî ve manevî imkân ve kabiliyetlerle donatılmış ve imtihan için kendisine dünya hayatı verilmiştir. Dünya fani olduğu gibi, insan varlığının maddî unsurları da fanidir; bütün bunlar insana, manevî, madde ötesi, aşkın boyutu ve unsurları geliştirmesi, yaratılış gayesini gerçekleştirmesi için araç olarak bahşedilmiştir. Allah Teâlâ ezelde, insanın madde ötesi unsuruna kendisini tanıtmış, onunla bir antlaşma yapmıştır.
Ahlâkî temel, İslâm ahlâkıdır
Dünya hayatında peygamberlerin yardımı ile bu mukaddes antlaşmayı hatırlayan ve buna sadık kalan insanlar, fani olanı, baki ve ebedî olana feda etmekte, bütün imkânlarını, engelleri aşarak Allah’a en yakın mertebeye ulaşmak için kullanmaktadırlar. Sözleşmeye sadık kalmayanlar ise madde ötesi, maddî menfaat ve haz dışı gerçek ve değerlerle ilgilerini keserek vasıtayı gaye hâline getirmekte ve maddeye mahkûm bir ömür sürerek insanlık özelliğini zayi etmekte, yaratılmışlar sıralamasında en aşağı mertebeye (esfel-i sâfilîne) inmektedirler. Buna haz ve menfaat ahlâkı denirse diğerine de “insan-ı kâmil” ahlâkı denilebilir.
İşte bizim fert, toplum ve devlet olarak ahlâkımız, bu “insan-ı kâmil” ahlâkıdır. İslâm iman, ibadet ve eğitimi insanı küçük yaşlarından itibaren insan-ı kâmil ahlâkına hazırlar; beşerî arzuların, heyecan, güdü ve menfaatlerin onu etkisi altına almasını, yaratılış gayesinden uzaklaştırmasını, amacından sapmasını engeller.
Bu ahlâkın fert ve toplum hayatında dışa vuran özellikleri: Allah’a ve O’nun eseri olan kâinata, kâinatın gözbebeği olma kabiliyetini taşıyan insana sevgi, saygı, merhamet, özgecilik (diğergâmlık), adâlet, eşitlik, hakkâniyet, dürüstlük, iffet, temizlik, intizam, itidal, ölçülü hoşgörü ve hürriyet, maddî ve manevî yardımlaşma, dayanışma, toplumu ile birlikte mutluluk veya keder, refah veya sıkıntıyı paylaşma, manevî değerlere ve varoluş amacına öncelik, yaratılış sırrının farkına varmak, kâinatı Allah’ın verdiği akıl nimetiyle okumak, bunu âriflerin deyimiyle “gönül gözüyle” temaşa etmek şeklinde kendisini gösterir.
Toplumun ve devletin bu ahlâkî temele oturması demek, lâikliğin, din ve vicdan hürriyetinin -anlayış ve uygulama olarak- bugün ülkemizde geçerli olandan farklı bir çerçeveye oturması demektir. Müslüman bir toplum için bazı Batı ülkelerinde ve bizde uygulanan lâiklik söz konusu olamaz. Devlet gerek düzenlemelerinde ve gerekse eğitimde ahlâkî temelden hareket etmek, ona bağlı kalmak durumundadır. Ahlâkî temel, İslâm ahlâkıdır. Bu ahlâkta fert ve toplumun hayatını bölmek; hukukta, siyasette, ekonomide, eğitimde, din ve ahlâk ötesine geçerek, bunları dışlayarak düzenlemeler ve uygulamalar yapmak, kişiyi ferdî hayatında vicdanı ile başbaşa bırakmak, dileyenin dilediği ahlâkı yaşamasına imkân vermek mümkün değildir. Böyle bir anlayış ve uygulamanın getireceği sonuç ahlâkî temelin yok olması, bu temelden yoksun bir toplumun oluşmasıdır. Devletimizin ahlâkî temeline göre din ve vicdan hürriyeti, fert olarak kişinin dilediği inanç ve ahlâkı benimsemekte serbest olması demektir. Kişilerin benimsediği inanç ve ahlâk, devletin ahlâkî temeline uygun düşüyorsa problem yoktur. Ters düşmesi hâlinde ise aleniyet (açıklık) bakımından bazı kısıtlamalar uygulanabilecektir. Bunların hukukî dayanağı “umumî ahlâk ve kamu düzenidir. Kişi konutunda, kamuya açık olmayan yerinde, kendi inanç ve ahlâkına göre dilediğini yapmakta, dilediği gibi yaşamakta serbesttir. Topluma açık mahallerde ise ancak, devletin ahlâkî temeline ters düşmeyen, onu yıpratmayan, çocukları ve gençleri ahlâkî olmayan davranışlara itmeyen eylem ve uygulamalara serbestlik tanınabilir. Ahlâkî temele dayalı devlet yapılanmasında toplum, ahlâk ve faziletin mektebidir; bu mektepte fazilet dışı davranışlara âleniyet hakkı tanınamaz. Örnek vermek gerekirse milyonlara hitap eden televizyonda, toplumun ahlâkî temeline ters düşen bir anlayış ve uygulamaya -ahlâkî bakımdan hiçbir değerlendirmeye tâbî tutmaksızın, âdeta meşruiyet tanıyarak ve teşvik ederek- yer verilmesi açık bir çelişkidir. Bu ve benzeri davranışlar umumî ahlâk ve kamu düzenine aykırı olduğu gibi -zaman içinde- devletin ahlâkî temelinin çökmesine de göz yummak mânâsına gelir.
Neden muhafazakâr diye ifade edilen iktidarlar özellikle “eğitim” konusunda muktedir olamıyorlar?
Yukarıda Müslüman milletimizin hayat kaynağı olan İslâm’a göre bir hayat nizamı ve bu nizamın vadisinde nasıl bir maarif sistemine/ eğitime ihtiyaç duyduğumuzu anlatmaya çalıştık.
Şimdi de İslâmî ahlâk temelinde varmak istediğimiz menzilin ne olmasına bakalım…
Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın ifadesi aynen şöyle (*): “… Kâmil insanlarımıza, devlete, ebeveyne, sivil topluma düşen vazifeler var. Kâmil insanlarımız ifadesini, akademisyen, entelektüel/ münevver, âlim, ârif sıfatlarından nasip almış İslâm insanı manasında kullanıyorum. İşte bu insanımızın, hâlimiz ve çaremiz üzerine kafa yormaları, ortaya çıkan gerçekleri ve çareleri her bir vazife grubuna aktarmaları, belletmeleri ve benimsetmeleri; başta devlet olmak üzere bütün ilgililerin de bunlara kulak asmaları gerekiyor. Devlet her şeyden önce millî eğitim yoluyla nasıl bir insan yetiştirmek istediğine karar vermelidir. İslâm insanı yani kökü mazide olan âtî mi, ne idüğü belirsiz dünya vatandaşı mı, ırkçı mı, çağdaş uygarlık çocuğu mu?”
Yine Hayrettin Karaman Hoca, kendine ait internet sitesinde bir tespitte bulunuyor:
“... Evet, ne yazık ki, ‘nasıl bir insan’ sorusuna ülkemizde tek cevap yoktur. Bu yüzden inancı, dünya görüşü, ideolojisi farklı iktidarlara göre millî eğitimin yönü değişmekte, biraz ondan biraz bundan alarak yapılan programlar ve eğitim çocuklarımızı perişan etmektedir. Bu yüzden bir ileri bir geri yerimizde saymaktayız; yerinde saymak da sorunların büyümesine sebep olmaktadır. Dindar Müslümanlar olarak biz, bin yıldan fazla bir zaman diliminde İslâm’ın sancağını şan ve şerefle taşımız olan bu milletin çocuklarının ‘kendi kültür ve medeniyetinden ayrılmaksızın zamanın ruhunu kavramış, dünyanın gidişatını anlamış, beka şartı olan donanımı edinmiş insanlar’ olarak yetişmelerini isteriz.
Bu insanı yetiştirebilmek için anayasa, kanunlar, milli eğitimin ilke ve hedefleri yeniden gözden geçirilmelidir. Okulda eğitimin en önemli unsuru öğretmendir. Mevcut sistem içinde yetişmiş sıradan öğretmenlerle bizim için matlub olan öğretim ve eğitimi yapmak mümkün değildir. Amaca uygun öğretmen yetiştirme işi önemli bir mesele olarak ele alınmalı, sivil toplum, özel eğitim ve öğretim etkili bir tonda devrede olmalıdır. Gençlere ulaşabilmek ve onlara bir şeyler verebilmek için önce nerede olduklarını, daha çok ne ile meşgul olduklarını, hangi dilden anladıklarını, büyüklere nasıl baktıklarını bilmemiz gerekiyor. Bunu bilirsek, onları kendi mahallemize çağırmanın faydası olmadığını, bizim onların mahallesine giderek/ girerek işe başlamamızın şart olduğunu da anlarız …”
Bugünkü kullanılan ve kabul edilen şekliyle Millî Eğitim’in yıllardır uyguladığı “eğitim ve öğretim’in kamburu nerededir? Neden muhafazakâr diye ifade edilen iktidarlar özellikle “eğitim” konusunda muktedir olamıyorlar? Laikos cenahın yüz yıldır bizi hapsettikleri “batı tarzı” eğitim vesayetini/ zırhını delemiyor veya kıramıyoruz? Yoksa bir önceki paragrafta Hayrettin Hoca’nın dediklerini haklı mı çıkarıyor?
İlerlemenin şartı, eğitim ve öğretime dinimizin önem verdiği gibi önem vermektir
Bunun cevabını, eğitim tarihçisi Prof. Dr. Mustafa Gündüz sosyal medya sayfasında şöyle veriyor:
“Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte en keskin ideolojik dönüşümün 1924’ten itibaren hayata geçirildiği ve bu tarihten itibaren millî eğitimin aslında iktidarın siyasî tercih ve görüşüne göre belirlendiği açıktır. Din, tarih ve kültürel değerlerden soyutlanmış bir millî eğitimin düşünülemeyeceği realitesi, erken cumhuriyet eğitimcilerine millî eğitimi ancak ‘muğlak ve biçimsiz’ bırakma seçeneği bırakmıştır. Eğitim sisteminin niteliği, değişimi ve reform tartışmaları dinamizminden hiçbir şey kaybetmezken, son zamanlarda millî eğitim, çağdaşlık, laik eğitim, tevhid-i tedrisat, imam hatipler, din ve değerler eğitimi gibi konularda ideolojik ve otokratik vurguları güçlü, tarihî, felsefî ve pedagojik zeminleri son derece sığ, tartışmalı gazete yazıları sürekli kendini göstermektedir. Bu yazılar, Türkiye’de millî eğitimin yakın tarihindeki oluşum ve dönüşüm sürecini büyük ölçüde görmezden gelirken yirminci yüzyılın başından kalma tam Batıcı, ideolojik, ülke gerçeklerinden kopuk, sürekli çatışma üreten ötekileştirici üsluplarını sürdürmekte ısrar etmektedir. Eğitimimizin ciddi yapısal meselelerinin olduğu ve bunun Cumhuriyet öncesine uzanan karmaşık ve tabakalı kavramsal zeminlerden kaynaklandığını bilmek ve onun üzerine düşünmek, sorunların çözümü için daha anlamlı bir başlangıç olacaktır.”
Çok muhtevalı bir rapor şeklindeki yazının hacmi buraya sığmadığından, laikos cenahının neden ser verip-cepheyi tahkim ettikleri “eğitim-öğretim” putlarını korumak istemelerini yine Prof. Dr. Mustafa Gündüz Hoca’nın sadece bir paragrafı ile işaret edip yazıya son vermek istiyorum, ki hal-pür melâli muhataralı olan Cumhuriyet dönemi eğitiminin durumu evlere şenlik!
“Millî eğitim ve devlet ilişkisinin en kritik ve zirve noktası 1936’da yaşandı. Bu tarihte yeni bir ilköğretim programı hazırlandı ve buna göre Cumhuriyet Halk Fırkas’ının programı devletin genel eğitim programı haline getirildi. Halk eğitiminin temeli olarak görülen ilkokulun amacı ‘okula devam edecek çocukların kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik, inkılâpçı yurttaşlar olarak yetiştirmesini’ sağlamak olarak belirlendi. Yeni yazdırılan ders kitapları ve 1926’da uygulamaya konulan toplu tedris yöntemiyle bütün derslerin içine yedirilen bu ideolojik kuşatma, her tür okulda ve her kademede âdeta kemikleşen bir pedagojik siyasallaştırmaya dönüştü.”
Sonuç olarak… İslâm dini, eğitim ve öğretime büyük önem vermiştir. İlk ilahî emir “Oku”dur. Kur’ân-ı Kerîm’de 750 kadar bilim ve eğitim ile ilgili ayet vardır. Fakat Müslümanlar bunun gereğini yerine getirmedikleri için geri kalmışlardır. İlerlemenin şartı, eğitim ve öğretime dinimizin önem verdiği gibi önem vermektir. İslâm dini, bilim, öğrenme, öğretme, eğitme, yetiştirme ve olgunlaştırma dinidir. Çünkü Kur’ân’ın bütün ayetlerinde temel yönünden Hz. Peygamber tarafından öğrenme ve onun aracılığıyla öğretme vardır. Her ayet, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak bir öğrenme ve öğretmedir, Hz. Peygamber, vahiy yoluyla Allah’tan öğrendiklerini Müslümanlara öğretirdi. Anlamadıkları hususları izah eder ve belirli bir olgunluğa eriştirene kadar eğitici faaliyetlerine devam ederdi. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’in ayetlerine baktığımızda insan kendisini tanıyıp bileceği konulara bakmayı emreden 350, yeryüzünü araştırmaya teşvik eden 50, eğitim-öğretim ve pozitif ilimlere işaret edenlerin ise 750 civarında olduğunu görmekteyiz. Akıl ve aklı kullanmayı öngören ayetlerin sayısı 65, cehaleti, bilgisizliği yeren ayetlerin sayısı ise 25 kadardır. Bu durum da göstermektedir ki İslâm dini bilim, eğitim ve öğretime çok önem vermektedir. Cehalet ve bilgisizlik ise en büyük düşmanıdır. Bunun için eğitim-öğretim faaliyetlerinin üzerinde önemle durmuştur. Çünkü fert ve toplumların maddî-manevî alanlarda yükselmeleri ve ilerlemeleri ancak sağlam ve kaliteli bir eğitim-öğretimle mümkündür. Bu nedenlerle din ve dünya için gerekli olan bilgileri öğrenmeyi farz kılan İslâm dini, bunu sağlayacak olan eğitim-öğretimin de mükemmel olmasını ister. Esasen “en güzel sûret ve biçimde yaratılan insan” (Tin suresi, 4.), eğitim-öğretim yoluyla geliştirilmelidir. Vesselâm…