SON DAKİKA
Sertif PARLAK

Gazze Müslümanlara Ne Öğretti?

Gazze Müslümanlara Ne Öğretti?
A- A+

GÜNDEMDEKİ Gazze Katliamı tüm vicdan sahibi insanlar ve Müslümanlar için “ötekiler” ve “ötekileşenler” üzerinde durmayı gerekli kılıyor. Dünyadaki müstekbirler ve zulme sessiz kalan sözde medenîler kadar içimizdeki mankurt Garpzedeler de insanlık ve adalet anlayışı bakımından ciddî biçimde sorgulanmayı bekliyor.
 

ABD icazetli ve Batı destekli İsrail’dekilerin yaptığını yapanlara insan demek, eşref-i mahlûkat olan insana hakaret olur.

İnsan eğer fıtratından saparsa kan döker, hayvandan da aşağı bir zalim, bir kan dökücü hâline dönüşür. İşte o zaman “belhüm adâl” olur. Ahzâb Sûresi’nde, dünyanın tek sorumlu varlığının “insan” olduğuna işaret edilir. Ama Yaratıcımız tarafından verili olan fıtrî ve vahyî ölçüleri gözetmeyen insan “cahilleşir ve zalimleşir”.

İnsanın özü fıtrî ve vahyî kurallara uyduğunda insan güçlenir. Bu temel hasletlerden uzaklaştığında öz yıkıma ve çözülmeye uğrar, şeytanlaşır. Bugün fıtrat ve adaletten yana olan bütün insanlar için gündem, Gazze’de Siyonizm’in yaşattığı katliam ve yüz yıldan bu yana Filistin topraklarında, Mescid-i Aksâ ve çevresinde yaşatılagelen vahşetin nasıl durdurulacağı, Mescid-i Aksâ’nın nasıl özgürleştirileceği meselesidir.

Bu, bölgesel değil, küresel bir meseledir. Dünya tarihi içinde doğuda da, batıda da insan özünün çözülüp şeytanlaşmasıyla yaşanan katliam veya soykırımlar, nefsinin ve kavminin çıkarlarını veya üstünlüğünü mutlaklaştırıp ötekini ikincil, yabancı, köle veya kendi ölçülerine göre “medenileştirilecek canlı” kategorisi olarak tasniflemekten kaynaklanmıştır. Nefsî tutum ve müstağnilikle oluşan benlik ve kibir veya özünü kaybetmiş benliklerden oluşan “biz” ile “öteki” arasında tarihte gündem olan en önemli uygulama veya soykırım, Afrikalıların köleleştirilmesi ve Yeni Dünya’da Kızılderililerin medenî insan sayılmayarak katledilmesiyle gerçekleşmiştir. Oysa Rabbimiz Nisâ Sûresi’nde şöyle buyurmaktadır: “Allah’a kulluk edin. Hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın. Anne ve babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yol arkadaşınıza, hâkimiyetiniz altında bulunanlara (esir kadın ve erkeklere) iyilik edin. Kuşkusuz Allah, kibirli olanları ve kendini övenleri sevmez.”

Kur’ân’ın ilk hitap ettiği özne, “nas” dediği, inanan veya inanmayan ayrımı yapmaksızın “insan”dır. Rabbimiz İsra Sûresi’nin 70’nci ayetinde, “Andolsun ki, insanoğlunu kerem sahibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları temiz şeylerle rızıklandırdık. Onları, yarattıklarımızın birçoğuna üstün kıldık” buyurarak insanın dünya üzerindeki önemine işaret etmektedir. Ama insan yeryüzünde imtihan edilmek üzere yaratılmıştır. Ya fıtrî ve vahyî ölçülere uyacaktır ya da müstağnileşerek vahyî ölçüyü keyfine göre tahrif edecek ve aslı ifade eden öncelikli ölçüyü Firavun gibi büyük bir kibirle “Ben en yüce rabbinizim” (Naziat, 24) diyerek kendi sınırlı aklını mutlaklaştıracak, şeytanlaşma yoluna yürüyecektir.

75 yıldır Filistin topraklarında, özellikle de 7 Ekim’den bu yana Gazze’de ve Batı Şeria’da süren katliam cürmünü işleyen İsrail, modernitenin şımarık çocuğu olarak davranmakta ve Batı ile Batılı paradigmaya bağlı olanlar tarafından Haçlı zihniyetiyle desteklenmektedir.

Batı’nın serencamına bakıldığında, Avrupa’da 17 ilâ 19’uncu yüzyıllar arasında oluşan aklı mutlaklaştırmış pozitivist “aydınlanma” akımına veya moderniteye “Batı” denilmişti. Böylece Batı, bir coğrafya adı olmaktan çıkmış ve küresel cahilî bir ideoloji veya beşeri bir din hâline dönüşmüştü. Bu anlamıyla Batı, “Batı medeniyeti” anlamına geliyordu. Şu an Avrupa’da da, Amerika’da da, Rusya’da da, Çin’de de, Hindistan’da da, Japonya’da da hâkim olan zihnî perspektif Batı’yı temsil etmektedir.

Bir de Ümmet bünyesinde yani içimizden yabancılaşarak Batılılaşan Garpzedeler var. Batı hayranı aydınlar, sanatçılar, siyasiler, ekonomistler, bürokratlar… Onlar Batı için birer uşak ruhlu işbirlikçidir. TBMM’deki grup konuşmasında Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ifade ettiği gibi, “emperyalist kuklacıların içimizdeki kuklalarıdırlar”.

Aslında Batı modernitesi, ürettiği akıl temelli ölçüleri ile kendini tarihin merkezinde gören, ahlâktan bilime her şeyin kaynağının kendinde olduğuna inanan, Âdetullah ve Sünnetullah’a “bilim dışı” diyen, dinî olanı aşağı tabakada ve Batı dışı insanlara has kılan benmerkezci, egosantrist (yeni gençlik kültürü, 1980’li yıllardan başlayarak küreselleşmenin ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasının büyük etkisiyle gençlerin tüketim, iletişim, davranış tercihlerinin önceki kuşaktan farklılaşarak yeni bir suret kazanması) bir şeytanlaşma gücüdür. 

Batı, modernite yabancılaşmasını, sınırsız ve ahlâksız özgürlüğü, Yahudilerin emansipasyonunu kabul etmeyen Müslümanlara, Afrikalılara, Kızılderililere, Çinlilere, ehl-i kitaba ve benzeri sosyal kümelere “evrim sürecinin alt tabakalarında kalmış ve medenileştirilmeye muhtaç, dolayısıyla ilkel beşerî unsurlar” olarak bakmıştır. Batılı veya Beyaz Adam’ın üstünlüğü, gerektiğinde dinî mitlerle, gerektiğinde antropolojik ırk efsaneleriyle takviye edilmiştir. Batı merkezli ölçü ve çıkarlar hem insan fıtratını bozmuş, hem kendi elleriyle ürettikleri mit ve tabuların kutsayıcısı hâline gelmiştir. Kapitalist çağdaş cahilî yaşamın, pozitivist ilerleme anlayışının, Batılı ideallerin ve Batıcı figürlerin kutsanması da bu otomatlaşmadan yani düşüncenin yapay zekâ gibi standartlaşmasından/makineleşmeşinden kaynaklanmaktadır.

Artık modernitenin ürettiği nesne, figür ve mitler, insanlar üzerinde egemenlik kurmaya başlamıştır. Aslında yaşanan akılcılık ve bilim adına tam bir akıl tutulması, medeniyet kurgusu çerçevesinde ezberlerini tekrarlayan kör bir taklitçilik hâlidir. Kulaklar sağır olmuştur, gözlerse bakar kördür. Aslında Siyonizm, özünde tam anlamıyla modern seküler bir ideolojidir. Batılı paradigmanın bir çocuğu olan Siyonizm’in ve onun emrindeki İsrail’in de paranoyak bir tutumla inşâ ettiği “biz” tanımı etrafında, seküler Yahudilik adına üstün kadim ırk efsanesini yeniden üretmişlerdir.

Bu bağlamda “İsrail Devleti”, modernlik projesinin insanda yarattığı yabancılaşmanın ve insan özünden kopmanın başat örneklerindendir. Tıpkı modern Batı düşüncesinin yani Batı medeniyetinin ya da Batı paradigmasının, ideolojisinin, doktrininin veya dininin insanlık tarihini kendi mit ve efsanelerine göre yeniden yazması gibi, modernitenin çocuğu olarak Siyonizm de Yahudi dinini Yahudi kavmi olarak yeniden yazdı ve üretti. İsrail, “aydınlanmacı” Teodor Herzl ile başlayan Siyonist çetecilik ile birlikte emperyal Batılı güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda kurduğu, Filistin’in tabiî ve yerli nüfusunun haklarını ve özgürlüğünü yok sayan yapay bir işgal devletidir. Siyonizm’e göre Batılı paradigma dışındaki Yahudi olmayan tüm insanlar “goyim”dir. Din adamlarının resullerden ve kendi sözlerinden oluşan ve muharref Tevrat’ın en önemli tefsiri olarak kabul edilen Talmut’ta geçen “goyim”, Yahudi olmayanlara veya Yahudilere hizmet için doğan ötekilere verilen sıfattır. Burada bir cümle ile ABD ve İsrail arasındaki bağı açıklayalım: Hıristiyanlıkta “İncil’i öğretmek, yaymak” anlamına gelen Evanjelizm, ABD’deki Hıristiyanlar arasında en yaygın mezheplerden biri olarak kabul ediliyor. Nüfusun yaklaşık yüzde 25’ine (yaklaşık 80 milyon) denk gelen Evanjelistler, aynı zamanda “Hıristiyan Siyonistler” olarak da biliniyor.

KAPİTALİZMİN temsilcileri, BM Güvenlik Konseyi’ndeki beş daimî temsilcidir. Bu beş patron, her türlü işkence, katliam ve sömürü konularıyla ilgili soruşturmaları veto edecek yetkilerinden son derece memnundurlar. Özellikle ABD’nin ve bir miktar da AB’nin “öteki” olarak gördüğü, sıkıştıklarında “Haçlı seferlerinden” bahsettikleri çıkarları için, kendilerine stepne olarak (İslâmî uyanış ve hareketlere karşı) İsrail’i mitolojik algılarını okşayarak bir araç olarak kullanmaktadırlar.

Özünde Siyonizm tam anlamıyla modern seküler bir ideolojiye dayandığından, İsrail’e, halkı Müslüman olan ülkelerin işbirlikçi yöneticilerinden daha fazla güvenmektedirler. Kur’ân ise insanı değerli görmekte, yaratılıştan gelen ve beşerî plânda oluşan farklılıklardan ötürü başkasını ötekileştirip hor görmeyi haram saymaktadır. Çünkü Hazreti Muhammed (sav), “âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir” (Enbiya, 107). Hazreti Âdem’in (as) çocuklarından Kabil’in Habil’e uyguladığı şiddet ile başlayan ötekileştirme, farklı zaman ve zeminlerde renk, dil, cins, sınıf veya yabancı olmak gibi çeşitli boyutlarda kendilerinden olmayanlara karşı uygulanan ve hatta önyargı ve asabiye nedeniyle dinî gruplar arasında bile görülen bir olgudur.

Oysa insanlar arasındaki cins ve beşerî farklılıklar, Hucûrat Sûresi’nde zikredildiği gibi “kabileler” ve “şu’b/halklar” olarak toplanmamız, birbirimizi ötekileştirmek için değil “tearuf” yani karşılıklı tanışma ve adâlet temelli bir diyaloğu (Hucûrat, 13) inşâ etmek içindir. Biz Müslümanlar, insanlara önce öteki olarak değil, yaratılıştan fıtrî kardeşlerimiz olarak bakarız.

Ancak bizlerin diğer insanlarla temel farklılığı, Yaratıcımızı ve yaratılmış kulları olarak Tevhidî ilkeleri benimseyip benimsememekle ilgilidir. Kur’ân, köken itibariyle bütün insanları eşit görür, sosyal meselelerde insanlar arasında fark gözetmez. Ama İslâm, inanç temelli bir yapı (ümmet) inşâ etmeyi hedeflediği için (Â’raf, 181) vahiy temelli ilkelerin tamamını veya bir kısmını yok sayan kesimi bir yönüyle öteki olarak görür. Ama öteki gördüklerimiz için ölünceye kadar tövbe kapısı açıktır. Bizim için öteki, müminlere savaş açan, onları yerlerinden sürmeye çalışan ve bu saldırganlara yardım eden tüm işbirlikçilerdir (Mümtehine, 9). Dolayısıyla Kur’ân; çıkar, renk, sınıf ve cins açısından değil, inanç esası üzerinden bir tasnife gitmektedir. Rabbimiz inanmayanları “şeytanın taraftarları”, inananları da “Allah’ın taraftarları” (Mücadele, 22) olarak isimlendirir.

HAMAS’tan bize bakış

Gazze direnişi, turnusol kâğıdı gibi tarafları ve içimizdeki kuklaları bir kez daha açığa çıkarmıştır. Ümmet coğrafyasındaki siyâsî ve sivil Garpzedeler, küresel egemen Ebu Leheblerle birlikte HAMAS’a ve Gazze direnişine “terörist” ithamında bulunarak şeytanın tarafında yer aldıklarını ilân etmektedirler. Gazze’de Siyonizm ve küfür güçleri koalisyonuna karşı son derece sınırlı imkânlarıyla direnen El-Kassam Birlikleri, Calud’a karşı Tâlût’un askerleri gibi mücadele şartlarını yerine getirerek, “Nice küçük topluluk, Allah’ın izniyle büyük topluluklara üstün gelmiştir. Çünkü Allah, dirençli olanlarla/sabredenlerle beraberdir” (Bakara, 249) ayetinin hükmünce davranırken bizlere örneklik oluşturdular, hüzünler içinde sevincimiz oldular. Dost saflar ile şeytanlaşan safların belirginleşmesine imkân sağladılar.

Rabbimiz, Gazze’nin salih yürekli mücahidlerini gaybî yardımıyla mükâfatlandırsın. Rabbimiz Batı medeniyetinin çöp adamları olan içimizdeki Binyamin Netanyahulara destek veren, oy veren ve oy attıran alnı secdeli politikacıları ıslah etsin. Onlara basiret lütfetsin.

ABD’li bir temsilci, savaş stoklarını sınırsız olarak katil İsrail’e açtıklarını, meskûn mahal savaşları için oluşturdukları birliklerini Gazze’ye göndereceklerini açıkladı. Rabbimiz direnişçi Gazzeli kardeşlerimize yardım etsin, düşmanın tertip ve plânlarını başlarına geçirsin, bizlerin de dayanışma ruhunu artırsın ve değişik biçimlerde gerçekleştireceğimiz dayanışma yollarımızın açılmasına yardımda bulunsun.

Bu noktada Kur’ân’a müracaat edelim ve unutmayalım ki, “Size zor geldiği hâlde savaş üzerinize farz kılındı. Hakkınızda hayırlı olduğu hâlde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu hâlde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara, 216).

İslâm’da savaşın hükmü, milletlerarası ilişkiler bakımından tabiî hâlin savaş mı, barış mı olduğu, savaşın sebepleri, farklı menfaat, din ve kültürlere sahip insan topluluklarının dünyada barışık olarak yan yana veya iç içe yaşamalarının mümkün ve caiz olup olmadığı gibi konularla ilgili Kur’ân’da ayetlere yer verilmiştir (Bakara, 256; Âl-i İmran, 28; Nisa, 75-76). Bu ayetler İslâm’da savaşa izin verildiği ve gerektiğinde farz kılındığı hükmünü getirmekten ziyade, daha önce gelmiş bulunan hükmün gerekçesini vermeyi ve savaşla ilgili bazı meselelere açıklık getirmeyi de hedeflemektedir.

Savaş, insanlara zor ve ağır gelir; çünkü savaşan insanlar hayatlarını tehlikeye atmakta, yurt ve yuvalarından uzak düşmekte, birtakım eziyetlere katlanmakta, dünyanın zevklerinden mahrum kalmaktadırlar. Savaşan toplumlarda istikrar bozulmakta, ekonomiden eğitime kadar birçok kurum krize girmekte, tabiat tahrip edilmekte, çevre kirlenmekte, Allah Teâlâ’nın yaratıp insanların istifadesine sunduğu nimetler boş yere, hatta insanlara zarar vererek israf edilmektedir.

Bütün bunların savaşı istenmeyen, korkulan, nefse ağır gelen, nefret edilen bir ilişki biçimine sokması tabiîdir. Ancak savaşıldığı takdirde kaybedilecekler ve kazanılacaklarla savaşılmadığında ortaya çıkacak kazanç ve kayıplar mukayese edildiğinde birincisi ağır basınca, hatta zorunlu hâle gelince savaş da kaçınılmaz olmaktadır. Şu hâlde İslâmî hükümler insanların arzularına, tabiî meyillerine değil, yükümlülükten hâsıl olacak sonucun iyi veya kötü, hayırlı veya hayırsız, faydalı veya zararlı olmasına dayanmaktadır.

Tecrübelerden anlaşılmıştır ki, insan varoluş amacı itibariyle faydalı olan bazı şeyleri arzulayabilmekte, bunlara karşı direnebilmekte, zararlı olanları da bazen şiddetle, ısrarla ve iptilâ hâlinde isteyebilmekte, engellenmeye karşı direnebilmektedir. Hikmetten yeterince nasip almamış ve olgunlaşmamış nefis, bu durumdayken kendine ağır gelen yükümlülüklerle eğitilmeli, aklın, hikmetin ve ahlâkın eksenine çekilmelidir.

Sonuç          

Bir ağacı dalından veya yaprağından değil, meyvesinden tanırız, değil mi? Zira Gazze, İslâm ağacının ağızlarda hoş bir tat, zihinlerde onurlu bir diriliş ve semada hoş bir seda bırakan meyvesidir. Gayrısı ancak dal ve yaprak olmaya muktedirdir. Şehadetleri ile dünyayı dirilttiler, kayıpları ile kaybettiğimiz kulluk bilincini bizlere buldurdular, yaraları ile yitik ruhlara şifa oldular.

Hâsılı Gazze, Gazze’nin sadece bir şehir olmadığını öğretti bize. Gazze, ümmetin yarası olduğunu öğretti bize. Gazze, ümmetin kavgası olduğunu öğretti bize. Gazze, ümmetin kaygısı olduğunu öğretti bize. Gazze, on yıllardır ümmetin sıkmayı unuttuğu yumruğu, kınından çekmeyi unuttuğu kılıcı olduğunu gösterdi bize.

Ey şerefli Gazze’nin şerefli evlatları! Rabbim, sizleri bugün saf saf, bölük bölük, sırt sırta düşmana karşı birlikte vuruştuğunuz hâl üzere Adn cennetlerinde cem etsin ve sonsuz nimetleriyle nimetlendirsin.

Unutmayalım; dua, müminin silahıdır. Vesselâm…

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Sertif PARLAK yazıları

Çok okunanlar