DEVLET AKLI

İSLÂM dinine göre insan, yeryüzüne birtakım üstünlüklerle donatılarak halife gönderilmiştir. İşte bu, hem yeryüzünde -Allah adına- birtakım işler yapmak ve hem de kendini ve çevresini idare etme kabiliyetine sahip olmak demektir.
Bu sorumluluğu Efendimiz (sav) şöyle beyan buyurmuşlardır: “Hepiniz sorumlusunuz, yükümlülüğünüz altındakiler (i idare etmek) den hesap vereceksiniz.”
Bu, akıllı ve mükellef her insanın dünyada imtihan sırrına binaen deruhte ettiği bir sorumluluk mevkiidir.
Bir de Peygamber Efendimizin, “Ben, namaz ve diğer ibadetlerle emir olunduğum gibi insanları yönetmekle de emir olundum” şeklinde ifade ettiği daha özel bir yönetim vardır: Bu, Müslümanların işlerini görmek, onlara hizmet etmek gibi ağır bir sorumluluk isteyen ve insanların yükünü deruhte etmek anlamına gelen başta “Devlet Başkanlığı” olmak üzere vezaret ve devletin üst mâkâmlarını ihraz etmektir.
Devlet, ortaya çıktığı günden beri insan hayatında merkezî bir rol oynayan siyasî bir teşkilâtlanma unsurudur. İslâm âlimleri dâhil olmak üzere her dine mensup düşünürlerin devlet ve yönetim konusundaki görüşleri farklılık arz etmektedir. Birçok İslâm düşünürü tarafından İslâm’ın siyasî ilkeleri (şura gibi) ve bu ilkelerin evrenselliği konusunda çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Her düşünür veya âlimin kendi yaşadığı dönemin şartlarından yola çıkarak yeni bir otorite/ iktidar belirleme yöntemi (seçim, şura, tayin gibi) ve iktidarın sınırı, denetimi ve kaynağı konusunda farklı yorum ve teori geliştirdiği söylenebilir.
Âlimlerin 19. ve 20. yüzyılda İslâm’ın siyasî ve ahlâkî kurallarına dayalı bir İslâm Devleti’nin kurulması için cemaat, dernek ve parti şeklinde teşkilâtlandığı görülmüştür. Ancak iktidarın kaynağının ruhanî mi yoksa cismanî mi olduğu konusunda fikir ayrılığı yaşanmıştır.
Akabinde ise, birçok farklı yorum ve fraksiyonlar ortaya çıkmıştır. Bugün bile bu farklılıklardan bazıları aynı, bazıları ise farklı isimlerle varlığını devam ettirmektedir. Ancak temeldeki bu tartışma hâlâ canlılığını sürdürmektedir. Bizim hülâsa edeceğimiz, günümüzdeki siyasî yapıların nasıl vücut bulduğunu ve hâl-i pür melâlidir.
Parti bir araçtır; amaç, dinin ve evrensel değerlerin korunmasıdır
Ehlî dil, bi-taraf ve tefsir/ yorumcu-sosyal bilimcilerden ve siyaset biliminin münevver seviyesinde ve kabiliyetindeki ilim ehlî olanların, ortak kanaatleri şudur:
Bugün siyaset genellikle bir partiye intisap etmek suretiyle yapılmakta, partinin menfaat, ilke ve kuralları, partililer için bağlayıcı olmaktadır. İnsanlar yaşadıkları gibi düşünme eğiliminde olduklarından başlangıçta genel ilke ve değerlerle çatışan parti talepleri, mensuplarının vicdanlarını rahatsız ederken, giderek bu rahatsızlık da ortadan kalkmakta, partililer tek tip hâline gelmektedirler. Dinin bu mânâda bir partinin içine sokulması ve Müslüman’ın da böyle bir parti anlayışı içinde siyaset yapması caiz değildir.
Parti bir araçtır; amaç, dinin ve evrensel değerlerin korunmasıdır. Parti bunları değil, bunlar partiyi kontrol etmelidir. Bu kontrolün yapılabilmesi için de dinin ve dindarın bir başka siyaset anlayışı ve uygulaması içine yerleşmesi elzemdir.
Müslümanlar için farz-ı kîfaye olan siyaset, dünyada ve ülkede olup bitenleri dinin ilke, hüküm ve menfaatleri bakımından takip etmek, alınan kararların ve yapılan icraatın dinin temel değerleri ve hükümleri bakımından neyi getirip neyi götürdüğünü tespit etmek, buna göre gerekli tavır ve tedbirleri almak şeklinde yürütülecektir.
Müslüman’ın oyu, muvafık veya muhalif tavrı, partinin, katıldığı milletlerarası kurum ve birliklerin kural, ilke ve kararlarına göre şekillenemez; dinin korunmasını istediği değerlere ve uygulanmasını istediği hükümlere göre şekillenir. Din kuralı ya vahiy veya vahyin ışığında ictihad yoluyla Allah’ın iradesini temsil eder; ona aykırı olan bir başka kural, din kuralının üstüne çıktığı, başka bir otorite Allah’ın ve Resulü’nün önüne geçirildiği hâkimiyet kontrolü eline aldığı zaman, bir mânâda ibadet olan itaat alanında şirk gerçekleşmiş olur.
İslâm, kendisinin getirdiği sosyal, ahlakî ve cihan-şümul özellikleri olan adaletli bir yönetimi savunur ve yönetimde adalete ibadet kadar önem verir. Âdil olmayan bir yönetim ve tutum, İslâm’a uygun değildir. Çünkü Allah her şeyden evvel, bir şeye hüküm verildiği zaman adaletle hükmedilmesini ister. (Nahl, 90) Onun için de Kur’ân’ın ilk emri “İKRÂ/ OKU”dur. Alak sûresi, vahiy bilgisinin insanı olgunlaştırmadaki önemini belirtmektedir. Buna göre yaratanı tanımak, ilmin de dinin de temelini teşkil eder. İlk vahyin “oku” emriyle başlaması ve bu emrin beş kısa âyet içinde iki defa tekrar edilmesi, okumanın insan hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Birinci emrin yaratanı, ikinci emrin ise kalem karinesiyle yaratılanları tanımaya işaret olduğu da söylenmiştir. Kur’ân, insanın öteki canlılar arasındaki yerini belirlerken onun “mazhar-ı esmâ” (el-Bakara, 31) kılındığını ve bu öğrenme özelliği ile onlardan ayrıldığını ifade eder. Bilgisiz olan ve biraz da zenginliğine güvenip şımaran kimsenin kolayca emir ve kuralları çiğnediği, bu sûrenin daha sonraki âyetlerinde bildirilir. İnsanın gerçek kurtuluşu ise Allah’a yakınlaşma çabasına bağlıdır. Bu da onun çevresine zarar veren kötü ve çirkin huylardan arınıp Allah’ın emirlerine itaat etmesiyle ve bu itaatin en belirgin ifadesi olan secde ile mümkündür.
Bugün ülkemizde çoğu mü’min, iktidardan olandan fazla bir maharet bekliyor
Bir hususun bilinmesinde sayısız faydalar vardır… Yukarıda belirtilen İlâhî hikmetlerin muhatabı, sanki İslâmî bir idare imiş gibiden ziyade zâti mesuliyettir. Oysa münevverlerimizden İslâm hukukçusu Prof. Dr. Hayretin Karaman Hoca, Yeni Şafak gazetesinin kendisine ait köşesindeki 05 Mart 2023 tarihli yazısında aynen şöyle yazıyor:
“Mevcut iktidarı ‘İslâmî düzen iktidarı’, muhalefeti de bu düzenin siyasî muhalefeti gibi görenler veya kasten böyle takdim edenler yanılıyorlar. Anayasasında “laik demokratik” yazan bir düzen, İslâmî olmaz. Bu düzenin muhalefeti ise laik demokratik muhalefet olur. İdeoloji veya inanç olarak mevcut iktidara muhalif olanlar, onu belli mercilere şikâyet ve onları tahrik etmek için bunu yapıyorlar. Mevcut düzende iktidarı, ‘İslâmî düzen iktidarı’ sanıp da bu düzene ait taleplerde bulunan, böyle bir beklenti içinde olan, bu yüzden muhalefet bayrağını çeken safdiller ise hayâl âleminde yaşıyorlar. Samîmî olarak İslâmî düzen isteyenlerin yapacağı şey, kendilerinden başlayıp adım adım genişleyerek bunu da öğretim ve eğitim yoluyla yaparak kâmil Müslümanlar olmaya çalışmaktır. Kâmil Müslümanlar topluluğu altyapı ve temel, İslâmî siyasî düzen ise üst yapıdır. Bu iktidardan beklenen, örgün ve yaygın eğitim ve öğretim ile İslâmlaşma (fert ve toplumun Müslümanlığını ikmal etme) faaliyetini engellememesi, aksine elinden geldiğince desteklemesidir. Tek parti hükümetlerinden bu yana birçoğu bu engellemeyi yapmış ve dini yaşamak isteyen halka gözyaşı döktürmüş, olmadık baskılar uygulamışlardır.”
Kadim olan tarihimizde, Hz. Muhammed (sas)’e âşık ve onun yolunda yürüyen hükmetme mâkâmındaki ecdadımız, daima Kur’ân’dan aldığı ilhamla devlet yetkililerine ve mâkâm sahiplerine nasihatlerde bulmuşlardır.
Osmanlı Cihan Devleti’nin kuruluş mayasında manevî harcı olan Şeyh Edebali aynı zamanda damadı olan Osman Bey’e, “Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma, insanı yaşat ki Devlet yaşasın…” diyor. İşaret edilen Devlet, nasılbir devlet? Tarihçi (rahmetli) Mehmet Niyazı Özdemir’e göre, İslâm Devleti dinamik bir yapıya sahip olmasına rağmen, tarih boyunca, İslam âlimlerine göre, İslâm devletlerinde oluşan müesseseler dinin esaslarına aitmiş gibi kabul edilmiştir. İslâmiyet’in temel kaynaklarında devlet başkanıyla ilgili kayıtlar bulunmadığı hâlde Maverdi’nin ileriye sürdüğü özelliklerde kendisinin bilim seviyesinin ve yaşadığı dönemin payı olduğu gözden kaçmıştır.
İslâm’da devletin zarureti
İslâmiyet’te insan tam ve temiz olarak yaratılmıştır. “İnsanı en güzel şekilde yarattık.”(Tin, 4) Bununla birlikte insan iyi ve kötü cephelere sahiptir. Kur’â’ın nasihatleri vaazlarıyla yok edemediği kötülükleri, fenalıkları yok edebilmek için devlet otoritesine muhtaçtır. “Devlet başkanı Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Sizlerden biri bir ülkeye varır da orada devlet başkanı olmazsa, oturmasın çıksın.” Bu ifadeler, Mehmet Niyazi Özdemir’in “İslâm Devlet Felsefesi” adlı esrinden alınmıştır. Bizim muradımız, günümüzde iktidar denilen efsûnî gücün parıltısına kapılan partililer ve o partililerden gözüküp, Devlet gücünü şahsi ikballerine basamak yapanlara işaret etmektir. Bundan kastımız, aracılar, siyaset simsarları ve bir kısım bürokratlardır.
“Bunu yaptığınız müddetçe, ben Genel Başkanınız olarak sizlere hakkımı helal etmiyorum”
İlk defa olmamakla beraber Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, mâkâmının verdiği ve uhdesindeki siyasî kudreti itibari ile hem partililerine hem de Devlet katında görev yapanlara şu ikazı yapıyordu; gazeteci Emin Pazarcı’nın 8 Ocak 2025 tarihli Akşam gazetesindeki yazısında aynen aktarıyorum:
“Cumhurbaşkanı Tayip Erdoğan, teşkilatı uyardı, silkeledi, mesajlar verdi ve ‘AK Parti böyle olamaz’ dedi. Ders alan, kendine pay çıkaran oldu mu bilemem! Ama çok fazla üzerinde durulmadı. Türkiye’nin en tecrübeli siyasetçisidir Erdoğan. 20 yılı aşkın süredir de ülkeyi idare ediyor. Gelinen noktada bazı tespitler ve öz eleştiri yapıyorsa, herkesin üzerinde uzun uzun düşünmesi gerekiyor! Önce bir talimat verdi. ‘Hangi görevde olursanız olun’ dedi, ‘İster il başkanı, ister belediye başkanı, ister milletvekili olun. Size benim vatandaşlarımdan herhangi birisi gelir, bir işin yapılmasını, gereğini isterse, onu bir başka yere havale etme hakkınız yok. Bunu yaptığınız müddetçe, ben Genel Başkanınız olarak sizlere hakkımı helal etmiyorum.’ Niçin söyledi bunları Erdoğan? Neden gerek duydu böyle bir talimat vermeye? Durup dururken ve boş boş konuşmayacağına göre demek ki ortada bir problem var! Biz de görüyoruz zaten sosyal medyadaki yakınmalardan o problemi. Cumhurbaşkanı da vatandaşın sesi olarak kürsüden samimi bir şekilde dile getirdi. ‘Bilin ki bu Genel Başkan, bu Cumhurbaşkanı çok şikâyetler alıyor. Bu şikâyetleri benim burada haykırmam lazım. Hepinizin bunu bilmesi lazım. Bunları herhangi bir çıkar, kazanç, mâkâm, mevki beklentisiyle değil, dâvâmızın bize yüklediği mesuliyet bilinciyle yapmak mecburiyetindeyiz.’ Ardından da Türk siyasetinin bugün içine düştüğü kirliliğe işaret etti. Çok açık ve net konuşup, gereken uyarıyı yaptı: ‘Aksi takdirde partiyi ticarethaneye çevirirsiniz. Bu, bizim asla müsaade etmeyeceğimiz, rıza göstermeyeceğimiz, göz yummayacağımız bir durumdur. Türkiye’de ticarethane gibi çalışan yeteri kadar parti var. Sivil toplum kuruluşları, belediye ve benzeri yer var. AK Parti böyle olamaz.’”
Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ikazı, çok kıymetlidir ve giriş paragrafındaki “İnsanlar yaşadıkları gibi düşünme eğiliminde olduklarından başlangıçta genel ilke ve değerlerle çatışan parti talepleri, mensuplarının vicdanlarını rahatsız ederken giderek bu rahatsızlık da ortadan kalkmakta, partililer tek tip hâline gelmektedirler”kanaati haklı hâle getirmektedir.
Devlet ricaline ve mahiyetindeki görevli zevâtın, Peygamber Efendimizin “İşi ehline veriniz” öğüdü, baş tacı ve ser-levha edilmelidir
Bu kanaat, Devlet denen müesses nizamın neşvünema bulmasına yardım eden kamu görevlilerinin omuzlarında taşıdıkları mukaddes yüke eğrilik yaparlarsa vah ki vah! Zira insanlar arasında hüküm genellikle bir ihtilâf ve dâvâ hâlinde, haklı olanı haksız olandan ayırmak veya hakkın kime ait olduğunu açıklamak suretiyle gerçekleşir. Adalet, “eşitlik ve dengeyi sağlamak” demektir. Burada eşitlikten maksat, herkese aynı şeyi, aynı vasıf ve miktarda vermek değildir. Herkesin hakkını, hak ettiğini, lâyık olduğunu almada eşit olmasıdır. Güçlü de olsa haksızın, güçsüz de olsa haklı ile hukuk karşısında eşit muamele görmesidir.
İnsanların haklarını yiyenler bunu, genellikle kendilerini karşısındakilerden üstün ve güçlü görerek yaparlar. Kamu gücünü, zayıf olmasına rağmen haklı olanın yanına koymak suretiyle muamelede eşitlik, yani adalet sağlanmış olur. Adaletin gerçekleşmesi -âdil uygulayıcılar yanında– kimin neye lâyık, kimin neyi hak ettiği konusunda doğru, hakkaniyete uygun, dengeli bilgi ve ölçülere sahip olmaya bağlıdır. Hukuk kuralları, bağlayıcı mevzuat işte bu bilgi ve ölçüleri vermek için oluşturulur, vazedilir. Hukuk kurallarını, İlâhî irşaddan bağımsız olarak insanlar koyarlarsa -insanların kendilerini aşmaları, beşerî kayıtlardan, cemiyet kültür ve değerlerinden etkilenmemeleri mümkün olmadığı için, hakkaniyet ölçüleri- hak ediş dengeleri bozuk olabilir. Bilgi eksik, ölçü bozuk olunca da -düzen, hukuk ve mahkeme bulunsa bile- adalet gerçekleşmez. İnsanı ve kâinatı yaratan Allah, mîzanı da koymuştur. Mîzan, “maddî ve mânevî alanlarda denge, hakkaniyet ve adalet ölçüsü” demektir. Hukukla ilgili mîzanın aranıp bulunması bakımından vazgeçilemez kaynak, ilgili naslardır (âyet ve hadisler). Âyet ve hadislerin nokta tayini şeklinde açıklamadığı konularda ise fayda (mesâlih), yorum (anlama, beyan), kıyas ictihadlarına ve örfe başvurulacak, bu yoldan adaleti gerçekleştirecek olan hüküm ve ölçülere ulaşılacaktır.
Hüküm ve ölçüler bulunup bilindikten sonra sıra uygulamaya gelir. Uygulamada adaletin bozulmamasının iki teminatı vardır: Devlet ricaline ve mahiyetindeki görevli zevâtın, Peygamber Efendimizin “İşi ehline veriniz” öğüdü, baş tacı ve ser-levha edilmelidir.
Uygulamada adaletin bozulmamasının iki teminatı vardır: İmana dayalı ahlâk ve cemiyetin emanet ve sorumluluk duygusu içinde gerçekleştireceği denetim…
Sağlam hukuk kuralları, ahlâk ve kamu denetiminin bulunduğu yerde adaletin gerçekleşmemesi için bir sebep kalmaz. Esasen, yetkili kimselerde aranması gereken, hem maharet/ iş ehliyeti, hem de salahat / takva / İslâmî ahlâktır.
Her zaman, güzel ahlakla beraber güzel maharet ve güzel sanat aynı kişide bulunmayabilir
Ancak bu iki özelliği bir arada bulmak her zaman mümkün olmayabilir. Bu takdirde hâkimiyet Müslümanlarda olduktan sonra, bazı gayrimüslimlerin maharetinden istifade etmenin herhangi bir sakıncası yoktur. Çünkü her zaman, güzel ahlakla beraber güzel maharet ve güzel sanat aynı kişide bulunmayabilir. Öyle bazı yerler var ki, takva sahibi kişiden ziyade maharet sahibi kişiye ihtiyaç vardır.
Burada emanetin yerine getirilmesi, ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi yönündeki emirlerin muhatapları genel olarak bütün insanlar, özel olarak müminler ve daha özel olarak da yöneticiler gibi emanet ve adaletten kamu adına sorumlu olan şahıslar ve topluluklardır.
Hasta olduğumuzda, mühendise veya mimara değil işin ehli olan doktora gideriz. Bu kurala uyulmazsa yani hastalanınca doktora değil de elektrik mühendisine müracaat edersek kendi ölüm fermanımızı imzalamış oluruz. İşlerin liyakat esasına göre tanzim edilmesi, kâinatta fıtri olarak işleyen bir Âdetullah, bir yaratılış kanunudur. Kim bu Âdetullah ve yaratılış kanununa riayet etmezse tedenniye (gerilemeye, fakirleşmeye) mahkûmdur. Kömürcüye ekmek yaptırmak, karıncaya devenin yükünü yüklemek, müezzini müftü yerine koymak, hep birer liyakatsizlik örneğidir ve işlerin ehline tevdi edilmemesidir. Her bir insanı kabiliyeti ve tecrübesi olduğu sahada istihdam etmek gerekiyor. O zaman her alanda işler terakki edip yükselir. Hiçbir kabiliyeti ve tecrübesi olmayan birisini sırf yakını ve akrabası diye layık olmadığı bir mevki ve mâkâma getirmek, hem Âdetullah’a hem de âyete aykırı hareket etmektir.
İ’lay’i Kelimetüllah için Nizam-ı Âlem Ülküsünü şiar edinen ecdadımız Kanunî Sultan Süleyman Han’nın Gâzi Bâli Bey’e yazdığı meşhur mektubundan kısa özetle iktifa edeceğiz. (*)
“Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi emreder”
Süleyman Hân’ın, Gâzi Bâli Bey’e yazdığı mektup şöyledir:
“Her iyiliğin kaynağı, adâlettir. Âdil olmayan kişinin elinden çıkan iş, kötü iştir. Peygamber efendimiz ‘Bir günün adaleti, yetmiş yıllık ibâdetten üstündür” buyurmuştur. Öyle insanlar var ki, ellerinde fırsat yok iken, salîh, âbit ve zâhit görünürler. Ellerine fırsat geçince Nemrut kesilirler. Hizmetinde kullandığın adamların dış hâllerine aldanma! Mala muhabbet göstereni, Devlet hizmetinde kullanma! Zîra o adamlar ki, Allah’ın bana emânet ettiği halkı ezerler. Kıyâmet günü sorumlu benim! Ey Gâzi Bâli Bey! Mansıbın geliri masrafıma yetmez, diye gam çekme! Ne dilediğin varsa benden iste! Sana emânet ettiğim askerlerimin ve tebâmın ihtiyarlarını baba, gençlerini evlât, çocuklarını da kardeş bil. Bilhassa fukaraya şefkât ve muhabbetle ihsan kapılarını aç.”
Birçok bürokrat, hak etmedikleri mâkâm ve mevki peşinde koşturur. Kazara bir mâkâma geldiklerinde de kibirlerinden yanlarına yaklaşılamaz. Kanuni döneminde başarıdan başarıya koşan Yahya Paşazâde Bâli Bey, padişahtan vezirlik ister. Ancak Kanuni, Bâli Bey’in bu isteğine karşılık “Her işi Allah’tan bilesün ve asla nefsine gurur getirmeyesün. Bey olmak iki kefeli terazidür. Bir kefesi cennet, bir kefesi cehennemdür” diyerek tarihe geçen bir cevap vermişti.
Hülâsa… İslâm’a göre adil bir yönetimden saptıran ana faktör, kendi istek ve tutkularını ön plana geçirerek (e’Nîsâ 135) (**) Allah’ın gösterdiği şekilde hareket etmeyi ihmal etmektir. İlâhî hukukun ön gördüğü ilke, kural ve hükümlere riayet, hukukî bir yönetimin tecellisinin mümkün olan tek yolu ve teminatıdır. Gönlümüz bunları murad ediyor, ancak hâl ile mer’i zamanın şartları farklı farklı tecelli ediyor. Bize düşen kabiliyetimiz nispetinde Hakk’ı dillendirmektir. Biz kemâli edeple aradan çekilelim. Son söz, Kur’ân’ın… Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi emreder.” (Nisâ sûresi, 58) “Emaneti ehline verin” âyetinin sırrı, müfessirlerin görüşü, âyetin tamamının anlamı şöyledir: “Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel bir öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.” Emanet, insanın emin ve itimat edilir olması, kendine maddî ve manevî bir şeyin gönül rahatlığı ile korkusuzca teslim edilebilir ve istenildiğinde sağlam bir vaziyette alınabilir hâlde bulunması demektir. Ayrıca insanın bu eminliği sebebiyle gerek Allah gerek insanlar tarafından herhangi bir surette kendisine bırakılmış olan şeye de emanet denilir. Vesselâm…
-------------------
(*) Mektubun tamamı: Kemal Edib Kürkçüoğlu, “Kanuni’nin Bali Beğ’e Gönderdiği Hatt-ı Hümayun”, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1950, s. 1-13; Hatt-ı Hümayun’un sureti: Çamlıca Basım Yayın Araştırma Kütüphanesi, Yazma Eserler Kısmı; Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Ktb., İsmail Saib Sencer Yazmaları, nr. 2555/I.
(**) Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır. (E’Nîsâ,135. âyet meâli âlisi)