SON DAKİKA
Sertif PARLAK

Unutulan “Er-Rezzâk” ismi ve geçim darlığı ... (2)

Unutulan “Er-Rezzâk” ismi ve geçim darlığı ... (2)
A- A+

İhtiraslı insanların gözü hep mal, mülk ve servette, yukarı makam ve yüksek mevkilerde olur. Bunları elde etmek için bütün gücüyle çalışır.

EBÛ Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Gerçek zenginlik mal çokluğu değil, gönül tokluğudur.”

Peygamberimizin işaret ettiği hikmete râm olalım.

Peki, bu hadisi nasıl anlamalıyız? 

Muhaddislerin kanaatlerini şöyle özetlemek mümkün: “Zenginlik” denince aklımıza mal, mülk ve servet sahibi olmak gelir. Bu, zenginliğin maddî ve görünen yönüdür. Ama asıl zenginlik bunlardan mı ibarettir? İşin bir başka yönü daha yok mudur? Diğer bir ifadeyle zenginlik, kasa/kese ile başlayıp orada biten bir mesele midir? Hadis, işte bu suallere gayet açık bir cevap vermektedir.

Övgüye ve “zenginlik” demeye lâyık, Allah katında makbul ve ahirette faydası görülebilecek olan zenginlik, mal çokluğundan ibaret olan zenginlik değildir. Asıl zenginlik, malın çokluğuna veya yokluğuna bakılmaksızın gönül tokluğu, kalp zenginliğidir. Kiminin hem malı çoktur, hem gönlü toktur. Ama kimininse malı çoktur fakat gözü açtır, sınırsız bir mal hırsı içindedir. Nereden ve nasıl olursa olsun kazanmak ve mal sahibi olmaktan başka bir düşüncesi yoktur. Böylesi kimseler mal zengini olsalar da gönül fakiri, hırs mahkûmudurlar.

Kimilerinin de malı yoktur ama gönlü toktur. Kimsenin malında mülkünde gözü yoktur. Eline geçenle geçinir. Daha fazla kazanmaya çalışır ama asla rızasızlık, şükürsüzlük etmez, başkalarının kazancına haset çekmez, göz dikmez. Bütün bunlardan dolayıdır ki, hadis-i şerif gerçek zenginliğin mal zenginliğinden çok duygu zenginliği olduğunu ortaya koymuş, gözü ve gönlü aç olanın fakirliğinin aslında mal çokluğu ile telâfi edilemez bir açlık olduğuna dikkat çekmiştir.

Gönül tokluğu, Allah’ın kendisi için verdiği rızka razı olma temeline dayanır. Bu da en büyük zenginlik ve izzettir. Çünkü bunun sonucu Allah’ın taksimine ve emirlerine teslim olmaktır. Allah’ın takdirinin kendisi için daha hayırlı olduğunu kabullenmektir. Bu sebeple gönlü tok olan insan, Allah’tan başka kimseden bir şey istemez, kimseye el açmaz. Tam hürriyet ve şeref işte budur!

Elde ettiğiyle yetinmemek ise, neye sahip olursa olsun, insanı sınırsız bir hırsa, sonu gelmez bir tatminsizliğe sürükler. Gönül tokluğu insanı vakitlerini güzellikler ve mükemmellikler peşinde harcamaya sevk eder. Bitip tükenmeyen bu üstünlükler, yok olmaya mahkûm maddî zenginliklerden elbette insan için daha faydalı ve gereklidir. İlim tahsili ve nefsin kemâli yönünde gösterilen gayretler gerçek zenginliğe kavuşma çabasıdır. Çünkü mal kısa sürede zeval bulur, ilimse bitmek tükenmek bilmeyen bir hazinedir.

Öte yandan hırs ve tatminsizliğin neticesi, fert ve toplum plânında sömürgeciliktir. Gönül tokluğu ise duygu ve uygulama olarak kendi kendine yetmek, kimsenin hakkına tecavüz etmemek demektir. Maddî beklentilerin esiri olmamak için gönül tokluğu gereklidir. Bu arada şuna da işaret edelim ki, kanaat, “bir lokma bir hırka” şeklinde anlatılamaz. Zira kanaat, ele geçen ile geçinmektir, yetinmek değil.

Daha fazla kazanmak ve üretmek için gayret göstermek kanaate aykırı değildir. Ancak sınırsız bir kazanma hırsı içinde olmamak gerekir. Bu hususu İslâm büyükleri, “Dünya elimizde olmalı ama gönlümüze girmemeli” diye ifade etmişlerdir. Herhâlde gerçek zenginlik işte budur. Çünkü gönlü tok kimse, elindekileri harcamasını bilir; gözü aç ya da aşırı derecede cimri olansa kimseye bir şey vermez, kendisi de yeterince istifade etmez, edemez. Böyle birinin zenginliğine asla zenginlik denilmez.

Kur’ân ve Sünnet, hayat dengesinin nasıl olması gerektiğini böyle izah ederken, diğer yanda beşeriyetin ahengini ifsat edenlerin açgözlülüklerini, toplumların geçinme endişesini fırsata çevirmek isteyen, tamahkârlıklarını putlaştıran, hırsları yüzünden adalet duygusuna halel getiren nasipsizlerin durumlarını da ifade eder.

SÖZLÜK anlamıyla hırs, “öfke, kızgınlık; azgınlık; sonu gelmeyen arzu, istek” yahut tasavvufî terim olarak “kişinin bir şeyi elde etmek için olanca gücüyle çabalaması, gayeye varmak için haram-helâl demeden her vasıtayı meşru ve mubah görmesi” anlamlarına gelir. Çoğunlukla hırsla eş anlamlı kullanılan tama’ (tamah) da “doymazlık, çok isteme, açgözlülük” mânâsındadır.

Haris ve tamahkâr ise “hırslı, açgözlü” demektir. “Hak ve hukuk gözetmemek, tamahkâr olmak, kanaatkâr olmamak” şeklinde de açıklanmaktadır. Kişiyi kör ve sağır eden, gönlünü karartan, akıbeti idrak ettirmeyen hırsın en yıkıcı sonucu, sabır, şükür ve kanaati engelleyerek küstahlığa sebep olması ve rahmet kapısını kapatmasıdır. Çünkü dünya imtihan yeridir. Kulluk ölçüsüyle değerlendirme yapılacak olan ebedî âlemde ve bu dünyada insan, Hakk’ın rahmetine muhtaçtır.

Allah’ın kulluğa kabul etmemesi demek olan reddediliş, şeytanın lânetlenmesine benzer. Ancak aşırı hırs, özellikle de aşırı dünya hırsı tehlikeli ve zararlıdır. Çünkü aşırı hırs insanın bütün benliğini kaplar ve onu imandan, kanaatten, şükürden, merhametten, adaletten, sevgiden, güzel ahlâk ve salih amelden, takvadan uzaklaştırır, onu merhametsizleştirir, çıkarcı ve açgözlü yapar, bencilleştirir. Peygamberimiz bir hadisinde, “İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister. İnsanı ancak toprak doyurur” şeklinde buyurmalarından da anlaşıldığı üzere insan fıtraten doyumsuz ve kanaatsizdir. Ve genelde insanlar dünyevî arzu ve isteklerinde çok hırslı olurlar. Yani ihtiraslıdırlar.

İhtiraslı insanların gözü hep mal, mülk ve servette, yukarı makam ve yüksek mevkilerde olur. Bunları elde etmek için bütün gücüyle çalışır.

İhtiras insanın gözünü kör, kulağını sağır, kalbini hissiz, aklını feyizsiz kılar. İhtiraslı insan sadece kendini ve kazanmayı düşünür. İstediklerini elde etmek için her şeyi ve her türlü haksızlığı mubah görür.

İhtiraslı kişi, elde etmek istediği şeyi alınca kazandığını sanır, kibirlenir ve gururlanır. Ama o kişi aslında pek çok şey kaybeder de bunun farkında olmaz. Hırsı uğruna benliğini ve haysiyetini yitirir, sevgisini ve sevdiklerini kaybeder, Allah’tan, dostlarından ve sevdiklerinden uzaklaşır, ahireti ve hesap gününü unutur.

Bir toplumda aşırı hırsın yayılması o toplumu harap eder, mahveder. Çünkü aşırı hırslı olan insanların olduğu yerde haksızlıklar, kötülükler ve zulümler çoğalır, barış ve huzur yok olur. O toplumda iyilik, yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşma olmaz. Sevgi, saygı ve merhamet olmaz. Allah rızasına dayalı imanî kardeşlik ve dostluklar da kurulmaz. Arkadaşlık, dostluk ve bütün sosyal ilişkiler hep nefsanî çıkar ve ihtiraslar üzerine inşâ edilir.

Tarihe ve günümüze bakarsanız, üç günlük dünya ihtirası yüzünden nice haksızlık yapılmış, nice can yanmış, nice cinayet işlenmiş, nice memleket ve kavim helâk olmuştur, olmaktadır.

Şunu da ifade edelim ki, insanoğlunda hırs olmasa dünyanın imarı ve insanların sosyal refahı yakalamaları mümkün olmazdı. Bu bağlamda helâl ve meşru ölçüde kazanç elde etmek ve mal mülk sahibi olmak ihtiras değildir. Bu, Allah’ın takdir ettiği rızkı helâl ve temiz yoldan kazanmaktır. Kötü ve zararlı olan ise, istek ve arzularda ölçüyü kaçırmak, helâl-haram terazisini unutmaktır.

Hiçbir İslâm âlimi ve düşünürü başkalarının malına, canına, mevkiine, namus ve şerefine zarar verici sonuçlar doğuran hırsı hoş karşılamamıştır. Nitekim bu anlamdaki hırsın, ferdin dinî, ahlâkî ve psikolojik hayatına zarar vermekle kalmayıp sosyal hayatın düzenini bozduğu, toplumda barış, kardeşlik, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi yüce değerleri tahrip ettiği, dayanışma ve paylaşma ruhunu öldürdüğü, haksızlık ve zulümlere yol açtığı her dönemde görülmüştür. Yönetimin ehliyetsiz, kabiliyetsiz kişilerin ve çıkarcıların eline geçmesi ve kumar, hırsızlık, dolandırıcılık ve karaborsacılık gibi ahlâk ve hukuk kurallarına aykırı yollardan kazanç sağlanması gibi sosyal problemlerin temelinde de genellikle kontrol edilmeyen hırs duyguları yatmaktadır. Bundan dolayı başta Kur’ân ve Sünnet olmak üzere İslâmî kaynaklar, aşırı ferdî tutkuları dizginleyici ve düzenleyici bir ahlâk öğretisi ortaya koymuş, birçok çağdaş Müslüman âlim ve düşünür de bu ahlâkî öğretiyle bağdaştırmakta güçlük çektikleri Batı’da gelişen aşırı liberalizme kuşkuyla bakmışlardır. İslâm dünyasında kapitalizmin uzun süre gelişememesinin temelinde de bu sistemi İslâm’ın adaletçi, dayanışmacı ve paylaşmacı ahlâk zihniyetiyle bağdaştırma hususunda karşılaşılan güçlüklerin bulunduğu kabul edilmektedir.

Derdimizin devası Kur’ân’a göre bir hayat tarzı ile Risâlet-i Resûlullah’ı rol model alan bir anlayışın hâkim olduğu idare-i maslahattır. Allah’ın kendisine verdikleriyle geçinmeyi bilmek yani kanaat sahibi olmak, açgözlülük ile doyumsuzluğu, nasıl olursa olsun kazanma hırsını ve başkalarını kendi çıkarları için kullanma teşebbüslerini önleyebilecek yegâne fikrî, psikolojik ve ahlâkî esas budur. Kanaatsiz kimse, geçimi yerinde olmayandan çok daha büyük ölçüde rahatsızdır, huzursuzdur ve mutsuzdur. Çünkü o, ne kazansa tatmin olmayacak, dünyayı yutsa doymayacak, elde ettiklerine şükretmeyi düşünmeyecektir. O sürekli açtır. “Müslüman olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmesini bilen kurtulmuştur.”

Kanaat, ele aldığımız hadiste işaret buyurulduğu gibi, Allah’ın kuluna lütfettiği başlı başına büyük bir nimettir. Daha fazla kazanmak için meşru şekilde çalışmakla beraber ele geçenle geçinmek, kendi kendine yeter olabilmenin ilk ve asıl adımıdır. Tarih içinde Müslüman milletlerin sömürgeci olmayışının temel sebebi, ümmet çapında sahip çıktıkları bu kanaat ilkesi ve uygulamasıdır. 

Vesselâm…

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Sertif PARLAK yazıları

Çok okunanlar