Devletin ahlaki temeli -1
İNSANLIK tarihi, milletleri birbirinden ayırmaya yarayan özelliklerle doludur. Esasen insanlık fıtratı da bunu gerektirir. Nitekim bir ayette, “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık” (Hucurat, 13) buyurulmaktadır.
Bu farklılıklardan biri de milletlerin yönetim tarzlarıdır. İşte nev-i şahsına münhasır olan İslâmî bir yönetimin bazı özellik ve güzellikleri şunlardır: İslâmî idare, insan patentli hiçbir rejime benzemez; tamamen kendine aittir ve onda hâkimiyet bilâkayduşart Allah’ındır. Devlete düşen ise Allah’ın ahkâmını tanzim ve tatbiktir.
Yönetim esasları
Tevhid: “Allah” ismini yüceltme ve yayma seferberliğidir. Tevhid, İslâm toplumlarının muharrik gücüdür.
Emanet: Yönetim sadece yönetenlere emanet edilmemiş, yönetenlerin denetlenmesi de kamuya emanet edilmiştir.
Adalet: Hukuk, devletinin temelidir. “Allah, insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisa, 58) ayeti ile toplumsal meselelerde adalet temel esas olarak belirlenmiştir.
Liyakat: Devlet başkanı Müslüman, hür, akıllı, ergin, erkek ve ehliyetli, ilim sahibi ve kabiliyetli bir kimse olmalıdır.
Şûrâ: Kur’ân’da müminlerin hemen her işinin müşavere ile olduğu açık olarak belirtilmektedir. Devlet başkanı idarî kararları şûrâ ile alır.
Meşruiyet: Yöneticinin meşruiyetini kaybetmemesi için istişare yapması, liyakat, ehliyet sahibi ve adil olması gerekir.
Yönetimde adalet
İslâm, getirdiği sosyal ve ahlâkî özellikleriyle adaletli bir yönetimi savunur, yönetimde adalete ibadet kadar önem verir. Bu hususta yöneten ile yönetilen, hatta Peygamber ile ümmeti eşittir. Nitekim Resulullah, “Ey insanlar! Ben bir kimsenin sırtına kırbaçla vurdumsa, gelsin Benim sırtıma kısas yapsın. Bu suretle Ben, Rabbimin huzuruna müsterih olarak çıkayım” buyurmuştur.
İnsanı daha aşağı derecedeki canlılardan ayıran üç önemli özellik, onun akıl, irade ve ahlâk sahibi olmasıdır. Ahlâk beşer üstü bir temele oturmadığı takdirde akıl, heyecan ve güdülere tâbi, dolayısıyla izafî ve değişken olur. Bir denizin doğusunda fazilet sayılan bir davranış, batısında rezalet sayılabilir. Böyle bir ahlâk anlayışı ve uygulaması insanın aşkın boyutunu geliştiremez; onu et, kemik, toprak dünyasının üstüne çıkaramaz.
Milletimiz bin yıldan fazla bir zamandan beri İslâm medeniyet ve kültür camiasına dâhil olmuş, İslâm ahlâkını benimsemiş ve yaşamıştır. İslâm ahlâkı, Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği, en kâmil seviyede Hazreti Peygamber (sav) ve O’nun Ashabı ile ermişlerin yaşadığı ahlâktır.
Bu ahlâkın ilkelerini şu çerçeve içinde görmek mümkündür: Hem bilgi, hem de varoluş bakımından Allah’a en yakın mertebeye ulaşma kabiliyetinde yaratılmış bulunan insan, bu amaca ulaşabilmesi için gerekli maddî ve manevî imkân ve kabiliyetlerle donatılmış ve imtihan için kendisine dünya hayatı verilmiştir. Dünya fâni olduğu gibi, insan varlığının maddî unsurları da fânidir ve bütün bunlar insana manevî, madde ötesi, aşkın boyutu ve unsurları geliştirmesi, yaratılış gayesini gerçekleştirmesi için araç olarak bahşedilmiştir.
İşte bizim fert, toplum ve devlet olarak ahlâkımız, bu “insan-ı kâmil” ahlâkıdır. İslâm iman, ibadet ve eğitimi, insanı küçük yaşlarından itibaren insan-ı kâmil ahlâkına hazırlar; beşerî arzuların, heyecan, güdü ve menfaatin onu etkisi altına almasını, yaratılış gayesinden uzaklaştırmasını, amacından sapmasını engeller.
Allah’a ve O'nun eseri olan kâinata, kâinatın gözbebeği olma kabiliyetini taşıyan insana sevgi, saygı, merhamet, özgecilik (diğerkâmlık), adalet, eşitlik, hakkaniyet, dürüstlük, iffet, temizlik, intizam, itidâl, ölçülü hoşgörü ve hürriyet; maddî ve mânevî yardımlaşma, dayanışma, toplumu ile birlikte mutluluk veya keder, refah veya sıkıntıyı paylaşma, manevî değerlere ve varoluş amacına öncelik şeklinde kendisini gösterir.
(Devam edecek)