SON DAKİKA
Reklam
Reklam
Sertif PARLAK

Ortadoğu'da Gölge Savaştan Açık Çatışmaya: İsrail'in İran Saldırısı ve Ardındaki Planlar!

A- A+
Reklam

Milleti imansızlığa, ateşe, cehenneme, sapkınlığa sürükleyen zaten zalimlerdir. Dolayısı ile zulmü terk etmeyip hayatının son anına kadar zulmünde ısrar edenlere şefkat nazarı ile bakılmaz, onlara acınmaz. Meselâ Nemrut, Firavun, Şeddad Lenin, Stalin, Hitler, Mussoluni gibi zalim ve kâfirlere şefkat nazarı ile bakmak, ayrıca bir sapkınlıktır, dalalettir. Allah (cc) dostu Üstadımızın “Zalimler için yaşasın cehennem!” sözü, bunlar gibi zalimleredir. Bunlara Binyamin Netanyahu ve Donald Trump dahildir.

“ONLARA ‘Yeryüzünde düzeni bozmayın’ denildiğinde, ‘Hayır, biz yalnızca ıslah edenleriz’ derler.” (Bakara, 11) 

 

Müfessirler bu ayeti kerimeyi şöyle tefsir etmişler:

 

“Her insan kendi aklını beğenir ve tuttuğu yolun doğru olduğunu iddia eder. Sıra iddianın deliline gelince müminle kâfirin farkı ortaya çıkar. Müminin delili, aklının yanında, hatta önünde bulunan ve doğru bilginin kaynağı olan vahiydir, Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde yer alan bilgiler ve açıklamalardır. Hz. Peygamber’e inanmayanlar ise yalnızca beşerî bilgi kaynaklarıyla yetinmek durumundadırlar. Beşerî bilgi kaynakları birçok konuda, tek başına doğruyu bulmaya, bilmeye yeterli olmadığından bununla yetinenler hataya düşerler, yanlış yollara saparlar; ancak gerçeği bilmedikleri için kendi bildikleri ve yaptıklarının doğru olduğunu savunmakta ısrar ederler. Hak dine inanmayanlar, akıl üstü konularda yanıldıklarını ancak çıkmaza saplandıkları, sistemleri tıkandığı, bunalımlar baş gösterdiği zaman kısmen anlarlar, çoğu defa yine anlamaz, yanlış yorumlara girişirler, gerçeğin bilgisi ahirete kalır ki bunun da artık dünyada onlara faydası olmaz.”

 

İran ile İsrail, son yıllarda birbirlerine karşı “gölge savaşı” stratejisini izledi

 

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ramazan Erdağ’ın 20.06.2025 tarihli Star Gazetesi “Açık Görüş” bölümünün giriş paragrafı, dünya gündemini meşgul eden İran’ın İsrail tarafından istilaya kalkışması konusunun âdeta özetidir: 

 

“13 Haziran 2025 tarihinde İsrail’in İran’a başlattığı saldırılar Ortadoğu’da İsrail nedenli güvensizlik ortamını daha da derinleştirdi. İsrail’in Gazze işgali ve soykırımı olanca hızıyla devam ederken, uluslararası toplumun giderek İsrail ve Binyamin Netanyahu yönetimine karşı tepkisini artırmaya başladığı bir dönemde İsrail bir yandan uluslararası kamuoyunun dikkatlerini başka bir noktaya çevirmek, öte yandan Amerika Birleşik Devletleri’nin İran ile yürüttüğü nükleer müzakerelerin önüne geçmek için İran’a kapsamlı silahlı saldırı ve suikast girişimleri başlattı. İsrail, saldırılarına gerekçe olarak İran’ın nükleer programının nükleer silah elde etmeye yöneldiğini bunun da İsrail’in güvenliğine tehdit oluşturduğunu göstermekteydi. İran ise barışçıl amaçlı nükleer faaliyetlerin her egemen devletin hakkı olduğunu vurgulamakta, nükleer faaliyetlerinin amacının nükleer silah elde etmek olmadığının altı çizmekteydi. ABD ilk aşamada İsrail’in ‘kendini savunma’ hakkından bahsederken çatışmanın doğrudan tarafı olmamaya çalıştı. Fakat sonraki süreçte İsrail’in saldırılarını sahiplenen bir yönelimi benimsedi…”

 

Yukarıdaki paragraf belki bugünü tarif edebilir, ancak Yahudi zihniyetini, emperyalist Batı’nın kirli emellerini tam olarak açıklamaya başka zaviyelerden bakmak, küfrün din-î mûbîn-i İslâm’a olan husumetinin tarihî serencamına bakmak daha isabetli olacaktır. 

 

İran ile İsrail, son yıllarda artan şekilde, birbirlerine karşı “gölge savaşı” olarak adlandırılan strateji izledi. İran, bu strateji kapsamında bölgedeki vekilleri vasıtasıyla İsrail’i yıpratmaya çalıştı. İsrail de İran’ın nükleer programını engellemeyi ve bölgedeki etkisini azaltmayı hedefleyen girişimlerde bulundu. İran’daki suikastlar ve hassas tesislere sabotaj eylemleri bu stratejinin bir parçası. Özellikle, Kasım 2020’de İran’ın önde gelen nükleer bilim insanı Muhsin Fahrizade’ye suikast, İsrail’in İran’daki eylemlerinin en ses getireniydi. Bu suikast sonrasında ülkede istihbarat zafiyeti ciddi olarak tartışıldı ve hatta İran’ın farklı istihbarat kurumları olayla ilgili sorumluluğu birbirlerinin üzerine atmaya çalıştı. 

 

İsrail’in nihai hedefi, “arz-ı mev’ûd”dur

 

Akşam gazetesi yazarı Oğuzhan Bilgin, bakın nasıl bir çerçeve çiziyor: 

 

“Şunu tekrar tekrar söylemek gerekiyor ki, İran rejimi baskıcı, anti-demokratik bir rejim olarak İran halkının pek çok unsuruna, kadınlara, öğrencilere, muhalefete, Türklere, Sünnilere dönük politikalarıyla bu karşıtlığı hak ediyor. Dahası İran rejimi Azerbaycan karşısında Ermenistan’ı destekleyerek, PKK ile ilişkiler kurarak ve Suriye’de Esad rejimi ile birlikte Türkiye’ye ve Sünnilere düşmanlık yaparak da bu karşıtlığı hak ediyor. Lâkin bugünkü konu İran rejiminin kötülükleri değil. İsrail, İran rejimi kötü olduğu için İran’a saldırıp, yakıp yıkıp katliam yapmıyor. İsrail, İran’ı Suriye’leştirerek bir iç savaşa ve parçalanmaya götürmek için saldırıyor. Buna henüz Trump’ı ikna edememiş görünse de(!) -aslında ikna olduğu ve Evanjelizmin aktörü olduğu ortada (SP)- İsrail, İran’ı mollalardan dolayı değil, büyük, parçalanması gereken bir Müslüman devlet olarak gördüğü için yok etmek istiyor. İran’ı önce Suriye’leştirme, sonra da Gazze’leştirme niyetleri aslında adım adım tüm İslâm dünyasına uğratmak istedikleri akıbetin ne olduğunu, İsrail Siyonizminin Ortadoğu’daki tüm Müslüman devletlerin parçalanması hedefini bize gösteriyor…” (*) 

 

İsrail’in nihai hedefinin ise saklamadan “arz-ı mev’ûd” olduğunu açıklıyorlar ve bunu da “Muharref Tevrât’a” bağlıyorlar. İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili sayfanın “Arz-ı Mev-ûd” başlığının son paragrafı şöyledir: 

 

“Yahudiler arz-ı mev‘ûddan uzaklaştırıldıktan sonra (M. S. 70) daima oranın hayaliyle yaşamışlar, zaman zaman ortaya çıkan sahte mesîhler de oraya kavuşma idealini körüklemişlerdir. Bu mesîhlerden bazıları ‘arz-ı mev‘ûd’u önce Filistin, sonra da bütün yeryüzü şeklinde yorumlamışlardır. Siyonizm hareketinin ortaya çıkış sebebi de arz-ı mev‘ûd idealinin gerçekleşmesi arzusudur.” (Abdurrahman Küçük)

 

Siyonizm’e göre Batılı paradigma/ teori dışındaki Yahudi olmayan tüm insanlar “goyim”dir

 

Bu bağlamda “İsrail Devleti”, modernlik projesinin insanda meydana getirdiği yabancılaşmanın ve insan özünden kopmanın başat örneklerindendir. Tıpkı modern Batı düşüncesinin yani Batı medeniyetinin ya da Batı paradigmasının, ideolojisinin, doktrininin veya dininin insanlık tarihini kendi mit ve efsanelerine göre yeniden yazması gibi, modernitenin çocuğu olarak Siyonizm de Yahudi dinini, Yahudi ulusu olarak yeniden yazdı ve üretti. İsrail, Teodor Herzl ile başlayan Siyonist çetecilik ile birlikte emperyal Batılı güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda kurduğu, Filistin’in tabii ve yerli nüfusunun haklarını ve özgürlüğünü yok sayan yapay bir işgal devletidir. Siyonizm’e göre Batılı paradigma/ teori dışındaki Yahudi olmayan tüm insanlar “goyim”dir. Din adamlarının Resullerden ve kendi sözlerinden oluşan ve muharref Tevrat’ın en önemli tefsiri olarak kabul edilen Talmut’ta geçen “goyim”, Yahudi olmayanlara veya Yahudilere hizmet için doğan ötekilere verilen sıfattır. Goyimler, Batı’nın Kızılderililere, zencilere yaklaştıkları gibi medenileşmemiş canlılar olarak görülür. Seküler Yahudiliğin “Goyim” algısı aslında Batı medeniyetinin Batı-dışı toplumlara ve insanlara bakış açısını yansıtır. Suriye’de 21. yüzyılın ikinci 10 yılında özgürlük ve adalet istedikleri için katledilen yüzbinlerce Müslüman gibi, 21. yüzyılın üçüncü 10 yılının başında Gazze’de Filistin halkına ve Müslümanlara karşı işlenen cinayetler de Batılı insan haklarının konusu olmamaktadır. Zira Batı, solcusuyla sağcısıyla nasıl ki Avrupa endüstri devriminin gelişimi için medenileşme süreci adına 18. yüzyılda binlerce Hintli ipek kumaş dokuma ustasının bileklerinin kesilmesini suç olarak görmediyse, kendi benlikleri dışındaki ötekilere karşı işlenen katliamları da dün Cezayir’de, Libya’da, Çin’de de görmedi; görmeyen, duymayan, işitmeyen üç maymunu oynadı. Bugün de Afganistan’da, Mısır’da, Suriye’de, Gazze’de aynı vurdumduymazlığı oynamıştır, oynamaktadır. Siyonizm, Batı emperyalizminin bir türüdür. Dünyayı, Batı’nın sömürgeci hedeflerinden, kimlikleri asimile ederek dönüştüren çıkar ve emellerinden farklı bir karakter taşımayan Siyonistler mi yönetiyor, kapitalizmin patronu ABD mi yönetiyor sorusu saptırıcıdır. Bu nokta da Üstat Hamza Türkmen Bey’in tespiti tarihe ışık tutuyor: 

 

“Siyonist Theodor Herzl’den sonra Siyonist Kongre’nin 2. Başkanı Rothchild’dir. Ama kapitalist sermayenin ilk beş büyük ailesinden biri olan Rothchild Ailesi asla İsrail’de oturmadı. Onlar diğer kapitalizmin büyük sermayedarlarıyla kapitalizmin kumanda mekânları olan Büyük Britanya ve ABD’de oturup çıkarları doğrultusunda dünya emekçilerini kullandıkları, dünyayı sömürdükleri gibi, İsrail’i de kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışmışlardır. Bugün kapitalizmin amiral gemisi ABD’dir ve tüm Batılı güçler ve Garpzedeler iç tartışmalarına rağmen, Batı-dışı toplumlara ve Müslümanlara karşı en başta ABD, sonra Avrupa, Rusya ve Çin de kapitalizmin vahşi yasaları ile saldırmakta ve yıkımlar yaşatmaktadırlar. Kapitalizmin temsilcileri BM Güvenlik Konseyi’ndeki Beş Daimi Temsilci’dir. Bu beş patron da her türlü işkence, katliam ve sömürü konularıyla ilgili soruşturmaları veto edecek yetkilerinden son derece memnundurlar. Özellikle ABD’nin bir miktar da AB’nin ‘öteki’ olarak gördüğü, sıkıştıklarında ‘Haçlı Seferleri’nden bahsettikleri çıkarları için stepne olarak İslâmî uyanış ve hareketlere karşı İsrail’i, mitolojik algılarını okşayarak bir araç olarak kullanmaktadırlar. Özünde Siyonizm tam anlamıyla modern seküler bir ideolojiye dayandığından İsrail’e, halkı Müslüman olan ülkelerin işbirlikçi yöneticilerinden daha fazla güvenmektedirler. Kur’ân ise insanı değerli görmekte, yaratılıştan gelen ve beşerî olarak oluşan farklılıklardan ötürü başkasını ötekileştirip hor görmeyi haram saymaktadır. Çünkü Hz. Muhammed Aleyhisselam, “âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir”. (Enbiya, 107) Âdem (as)’in çocuklarından Kabil’in Habil’e uyguladığı şiddet ile başlayan ötekileştirme, farklı zaman ve zeminlerde renk, dil, cins, sınıf, yabancı olmak gibi çeşitli boyutlarda kendilerinden olmayanlara karşı uygulanan, hatta ön yargılar ve asabiye nedeniyle dinî gruplar arasında bile görülen bir olgudur. Oysa insanlar arasındaki cins ve beşerî farklılıklar, Hucûrat sûresinde zikredildiği gibi ‘kabileler’ ve ‘şu’b/halklar’ olarak toplanmamız, birbirimizi ötekileştirmek için değil ‘tearuf/ karşılıklı tanışma ve adalet temelli bir diyalogu’ (Hucûrat, 13) ve hayatı inşâ etmek içindir. Biz Müslümanlar, insanlara önce öteki olarak değil, yaratılıştan fıtri kardeşlerimiz olarak bakarız…” (**) 

 

Kur’ân, köken itibariyle bütün insanları eşit görür

 

Ancak bizlerin diğer insanlarla temel farklılığı Yaratıcımızı ve yaratılmış kulları olarak tevhidi ilkeleri benimseyip benimsememekle ilgilidir. Kur’ân köken itibariyle bütün insanları eşit görür, sosyal meselelerde insanlar arasında fark gözetmez. Ama İslâm, inanç temelli bir yapı/ ümmet inşâ etmeyi hedeflediği için (Â’raf, 181) vahiy temelli ilkelerin tamamını veya bir kısmını yok sayan kesimi bir yönüyle öteki olarak görür. Ama öteki gördüklerimiz için ölünceye kadar tövbe kapısı açıktır. Bizim için öteki, müminlere savaş açan, onları yerlerinden sürmeye çalışan ve bu saldırganlara yardım eden tüm işbirlikçilerdir. (Mümtehire, 9) Dolayısıyla Kur’ân çıkar, renk, sınıf, cins açısından değil, inanç esası üzerinden bir tasnife gitmektedir. Rabbimiz inanmayanları “Şeytan’ın taraftarları”, inananları da “Allah’ın taraftarları” (Mücadele, 19, 22) olarak isimlendirir. “İsrail zalimi neden Gazza’yi unutturma çalışıyor?” sualine cevap verelim. İsrail hep böyledir, sıkışınca gündem değiştirmek için soykırım yapar, katliam yapar.

 

Gazze direnişi, turnusol kâğıdı gibi tarafları ve içimizdeki kuklaları bir kez daha açığa çıkarmıştır. Ümmet coğrafyasındaki siyâsî ve sivil Garpzedeler, küresel egemen Ebu Leheblerle birlikte HAMAS’a ve Gazze direnişine “terörist” ithamında bulunarak şeytanın tarafında yar aldıklarını ilan etmektedirler. Gazze’de Siyonizm’e ve küfür güçleri koalisyonuna karşı son derece sınırlı imkânlarıyla direnen el-Kassam birlikleri, Calud’a karşı Talut’un askerleri gibi mücadele şartlarını yerine getirerek “Nice küçük topluluk, Allah’ın izniyle, büyük topluluklara üstün gelmiştir. Çünkü Allah, dirençli olanlarla/ sabredenlerle beraberdir” (Bakara, 249) ayetinin hükmünce davranırken bizlere örneklik oluşturdular, hüzünler içinde sevincimiz oldular. Dost saflarla şeytanlaşan safların belirginleşmesine imkân sağladılar. Rabbimiz Gazze’nin salih yürekli mücahidlerini gaybi yardımıyla mükâfatlandırsın. Rabbimiz Batı medeniyetinin çöp adamları olan içimizdeki Binyamin Netanyahu’lara Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde destek veren, oy veren ve oy attıran alnı secdeli politikacıları ıslah etsin, basiret ve dirayet lütfetsin. ABD’li temsilci, savaş stoklarını sınırsız olarak katil İsrail devletine açtıklarını; meskûn mahal savaşları için oluşturdukları birliklerini Gazze’ye göndereceklerini açıklıyor. Rabbimiz direnişçi Gazzeli kardeşlerimize yardım etsin, düşmanın tertip ve planlarını başlarına geçirsin, bizlerin de dayanışma ruhumuzu artırsın ve değişik biçimlerde gerçekleştireceğimiz dayanışma yollarımızın açılmasına yardımda bulunsun.

 

Görünürde İsrail-İran kavgası gibi(!) gösterilmeye çalışılan bu günkü kavganın esas sebebi, kısa vadede Filistin/ Gazze’yi unutturmak, uzun vâde ise Sykes-Picot gizli antlaşmasını hortlatmak… Sykes-Picot Antlaşması, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin Asya’daki topraklarının paylaşılması konusunda yapılan bir gizli antlaşmadır. ***

 

ABD ve taşeronu İsrail birer “Haydut Devlet’tir”

 

İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili başlığı altındaki gizli antlaşmanın metninden çok kısa bir bölümünü buraya alıyorum:

 

“Rusya’nın onayını aldıktan sonra İngiltere ve Fransa arasında Sykes-Picot Antlaşması imzalandı (16 Mayıs 1916), 9 ve 16 Mayıs’ta mektup teâtisiyle tasdik edildi. Buna göre Suriye’nin kıyı bölgesiyle Adana ve Mersin Fransa’ya veriliyordu. Basra ve Bağdat vilâyetleriyle Hayfa ve Akkâ limanları İngiltere’ye bırakılıyor, Dicle ve Fırat sularının etki bölgelerinde ortak kullanımı garanti ediliyordu. İskenderun serbest liman ve Filistin uluslararası bölge oluyordu. Arabistan toprakları, Akkâ-Kerkük çizgisiyle ikiye bölünerek kuzey kısmı Fransız, güney kısmı İngiliz nüfuzuna bırakılıyordu. Musul vilâyetini içine alan Fransız nüfuz alanı İran sınırına kadar uzanıyordu. İngiltere’nin etki alanı ise Filistin’den Mezopotamya’ya kadar geniş bir bölgeyi kapsıyordu. İngiltere ve Fransa kendi nüfuz bölgelerinde Arap devletleri kurmayı ve bunları korumayı taahhüt ediyordu. Rusya tarafından onaylanan Sykes-Picot Antlaşması (23 Mayıs) Şerîf Hüseyin’in istediğinden tamamen farklı bir antlaşma idi. Şerîf Hüseyin’e bırakmayı vaad ettiği toprakların bir kısmını İbn Suûd’a veren İngiltere, kalan kısmını da Fransa ile paylaşmak ve nüfuz bölgelerine ayırmak suretiyle Arapları ikinci defa aldatmış oluyordu. Şerîf Hüseyin ise gizli antlaşmalardan habersizdi ve Mekke’de Arap ayaklanmasını başlatmıştı (10 Haziran). Kendini Arabistan kralı ilân edince (5 Ekim) İngiltere tarafından bağımsız Hicaz Hâkimi olarak tanındı. İngilizler’le anlaştığı halde Osmanlı yönetimine karşı resmen isyan etmeyen İbn Suûd da İngilizler’i Basra körfezinde rahat bırakarak Irak’taki savaşlarını kolaylaştırdı. Osmanlı Asyası’nın gizlice paylaşıldığını öğrenen İtalya, müttefiklerine Londra Antlaşması’nı hatırlatıp Mersin’den İzmir’e kadar uzanan bölgeyi istiyordu. İtalyan talepleri, Fransız ve Yunan istekleriyle çatıştığı gibi İzmir’in İtalya’ya verilmesine Rusya da karşı çıkıyordu. Nihayet Rusya’da Şubat İhtilâli’nin başlamasından ve çarlığın yıkılmasından sonra baskılarını arttıran İtalya ile İngiltere ve Fransa arasında Saint Jean de Maurienne Antlaşması imzalandı (17 Nisan 1917). Buna göre Mersin hariç Antalya, Konya, Aydın ve İzmir bölgeleri İtalya’ya veriliyordu, ayrıca İzmir’in kuzeyinde geniş bir nüfuz alanı tanınıyordu. İngiltere ve Fransa İzmir’de, İtalya Mersin, İskenderun, Hayfa ve Akkâ’da serbest liman kurabilecekti...”

 

Başta Devlet Başkanımızın ifadeleriyle pek çok akîl âdemin ve allâmenin söylediği gibi ABD ve taşeronu İsrail birer “Haydut Devlet’tir”. Bu fakirin 19 Ağustos 2020 tarihinde haberajandanet.com için kaleme aldığımız yazının girişi şöyle başlamış: 

 

“Zalimler için yaşasın cehennem!”

 

“CİPT kelimesi bir şirket mi, bir düşünce kuruluşu mu, milletlerarası bir siyâsî organizasyonun baş harfleri mi? Bu kelime neyi ifade ediyor? Fakat bu kelime, Kur’ân-ı Kerîm’de, ‘gerçeği kabul etmeyen, kaba ruhlu insan’ için veya ‘küfrün ve kötülüğün temsilcisi olan her şey’ anlamında kullanılan bir tâbir. O hâlde böyle kişilerden oluşan bir mekanizmanın hayat bulmuş devlet organizasyonuna ne demek lâzım? ‘Haydut Devlet’ demek fazla bir hakaret sayılmamalıdır. Bu devlet yapısını Kur’ân-ı Kerîm’in sadece bir âyetinde (Nîsâ, 51) yer alan ‘cibt’ kelimesi ifade ediyor. Âyette, Ehl-i Kitap’tan oldukları hâlde hasetleri yüzünden müşriklerin Müslümanlara nispetle daha doğru yolda olduğunu söyleyen Yahudiler için kullanılmış ve onların bu tutumları ile gerçeği kabul etmeyen zorbalara ve şeytanlara (tâğut) inanıp uydukları beyan edilmiştir. Bütün bu tariflerin işaret ettiği haydutluk timsâli, zalimlikte eşi menendi olmayan, yakışıklı aktörü demokrasi(!) kal’ası olan ABD’dir. Anadolu ağzıyla bu lakap, ‘haspaya yakışıyor’. Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD’nin içimizde mankurtlaştırdığı taifenin toz kondurmadığı o haydut devletin tarihi, âdeta ‘soykırım’ denilen ve beşeriyetin yüzkarası bir serencâm olup insan kanıyla sulanmıştır. Köle ticaretiyle sonradan Afrika’dan zorla getirilen siyah inciler topluluğu zencilerin kanlarıyla ellerini ovuşturan kovboylar ülkesi, bize çaka satıyor. Bize insanlık dersi vermeye çalışıyor…”

 

Son söz Kur’ân’ın… “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmran, 139) “Nice küçük topluluk, Allah’ın izniyle, büyük topluluklara üstün gelmiştir. Çünkü Allah, dirençli olanlarla/ sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 249) 

 

Milleti imansızlığa, ateşe, cehenneme, sapkınlığa sürükleyen zaten zalimlerdir. Dolayısı ile zulmü terk etmeyip hayatının son anına kadar zulmünde ısrar edenlere şefkat nazarı ile bakılmaz, onlara acınmaz. Meselâ Nemrut, Firavun, Şeddad Lenin, Stalin, Hitler, Mussoluni gibi zalim ve kâfirlere şefkat nazarı ile bakmak, ayrıca bir sapkınlıktır, dalalettir. Allah (cc) dostu Üstadımızın “Zalimler için yaşasın cehennem!” sözü, bunlar gibi zalimleredir. Bunlara Binyamin Netanyahu ve Donald Trump dahildir. Günümüzde de tarihte de yaşanan cürümleri gerçekleştirenler veya katliam ve soykırım karşısında sessiz kalanlar ile bu cürümlere karşı çıkanlar ikiye ayrılmaktadır. “Şeytanlaşma” yoluna meyledenler ile “haktan ve adalet”ten yana tutum geliştirmeye çalışanlar veya hakikat arayışında olanlar. Vesselâm…

 

-------------------

Kaynakça

 

(*) Oğuzhan Bilgin, Perşembe, İran’ı Suriye’leştirmek, İslâm dünyasını Gazze’leştirmek, 19.06.2025

 

(**) Hamza Türkmen, Ötekiler ve Ötekileşenler, 02.12.2023, Fütüvvet Vakfı (Eğitim Tesannüd ve Araştırma)

 

(***) Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Müellif: Cevdet Küçük)

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Sertif PARLAK yazıları

Çok okunanlar