SON DAKİKA
Reklam
Sertif PARLAK

Medeniyetimizde şehirlerin emin belde olması emredilmiştir

A- A+

BÜTÜN İlâhî dinler şehirlerde doğmuş, şehirlerde büyüyüp yayılmıştır. Şehirler, ilmin, düşüncenin, sanatın, edebiyatın neşvünema bulduğu yerlerdir. Öte yandan bütün bu etkinlikler yapılırken sapmalar, hakikatten uzaklaşmalar da daha çok şehirlerde meydana gelmiştir. Nitekim, Kur’ân’da Mekke hakkında, “Bu emin şehre yemin olsun ki” (Tin, 4) buyurulur. Tek başına bu ayet bile İslâm’ın şehir anlayışını en güzel şekilde ortaya koymaktadır. 

Mekke, Medine ve Kudüs mukaddes belde olarak önemli olduğu kadar diğer bütün şehirler de önemlidir. Çoğu insanın ilgi alanına girmeyen, umursanmayan bir konu olan şehircilik aslında bir toplumun hayatta kalma mücadelesinin ta kendisidir. Şehir olgusu bütünüyle bir medeniyet, kültür ve inanç meselesidir, bu üç unsurun tabiri caizse vücut bulmuş hâlidir. Toplumun inancı, kültürü ve medeniyetinin ete kemiğe bürünmüş hâli de diyebiliriz şehir için. Ya da istenilen kültür ve medeniyetin, mecbur bırakılmak suretiyle, bir elbise olarak giydirilmesidir. Şehir olgusu şüphesiz basit ve etkisiz bir eleman değildir. Bilakis toplumların can, ar ve hayâ damarıdır. Hiç şüphesiz bu değerlendirmelerimiz inancımızın, kültür ve medeniyetimizin bir yansımasıdır. Batılı insan da kendi şehriyle alakalı olumlu değerlendirmelerde bulunabilir, bu da Batılı insanın kendi inancı, kültürü ve medeniyet algısının bir sonucudur. Hatıralar, bu fakiri yetmişli yıllara götürdü…

Tarihî yapıların ihtişamına hayran kalmıştım 

Üniversite imtihanına girmek için 1972 yılında memleketimden kalkarak İstanbul’a gittim. O yazın hem İstanbul’da kalacak hem de müsait bir iş bulursam çalışacaktım. Büyüklerimin gayret ve tavassutları ile Üsküdar ilçesinde bir mağazada tezgâhtar olarak işe başlamıştım. Yetmişli yıllarda bu günkü gibi radyo, televizyon reklâmı yapma imkânı olmadığından, işyeri sahibi bir tomar el ilanı vererek, yaya gitmek suretiyle Üsküdar’dan sahil yolunu takip ederek Beykoz’a kadar dağıtmamı salık verdi. Üsküdar’daki Osmanlı Cihan Devleti’nin camii külliyeleri ile beraber o tarihî yapıların ihtişamı karşısındaki şaşkınlığımı ve hayranlığımı düşünürken Boğaz’daki büyüleyici manzara karşısında adeta mest olmuştum. İstanbul ki Roma, Bizans ve Osmanlı Cihan Devleti’ne ev sahipliği yapmış kadim bir şehir. Şair Nedim, bakın nasıl tarif ediyor: “Bu şehr-i Sitanbul ki bî misl ü behâdır/ Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır.” (Bu İstanbul benzersiz ve paha biçilmez bir şehirdir. Öyle ki bir taşına bütün Acem mülkü fedadır.)  

“… Peki, günümüz Türkiye’sinin ahvali nedir? Yüzyıllardır ait olduğumuz inanç, kültür ve medeniyetin vücuda gelmiş hâli midir? Tabii ki gökdelenlerin, apartmanların, AVM’lerin, camilerimizin, çarşı ve pazarlarımızın ait olduğumuz kültür ve medeniyet ile hem şekil hem de fiiliyat açısından uzak yakın alakası kalmamış vaziyettedir. Ne kadar ‘Bizler Osmanlı torunuyuz, ecdadın yolundan, kültür ve medeniyetinden ilerliyoruz’ dense de bu ifadeler slogan olmaktan öteye geçememektedir. TOKİ ve özel girişimlerle her gün mahalle olgusuna vurulan darbe apaçık önümüzde duruyor. Maalesef ülkemizde şehircilik anlayışı ile medeniyetimize vurulan bu darbe bizzat bu medeniyetin mensupları olduğunu dile getiren kişilerce gerçekleştirilmiştir…” (1)

“Ülkemizin ve de özellikle İstanbul’un içinde bulunduğu vaziyet her geçen gün daha da kötüye gitmekte, ‘rant’ (fazla kazanma hırsı) uğruna bir ‘medeniyetsizlik’ medeniyet olarak hayat bulmaktadır. Unutulmamalıdır ki rant (aç gözlülük, tamah) ile kimilerine sağlanan ‘gökleri delen’ haklar, başkalarının hakkının gaspından başka bir şey değildir. Şehircilik ve şehirleşme tamamen bir medeniyet algısıdır. Fakat bizim medeniyet algımız hiç şüphesiz bu değildir. Bizim medeniyet algımızı Kayaşehir, Başakşehir, Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih ve İstanbul şu anki hâlleriyle yansıtmıyorlar. İstanbul, kimilerince dünyanın en harika, en mükemmel şehri olabilir. Fakat ait olduğumuz medeniyet gereği yılların sonunda İstanbul, bizim için yüksek kuleleriyle bir ‘ucube’ hâline gelmiştir. Tabiri caizse, bir silüetimiz vardı, ona da kule diktiler. Maalesef, ecdadın kültür ve medeniyetine ait olduğunu ifade etmeye çalışanların da içinde bulunduğu, Cumhuriyet nesli şehirlerin çoğunu gökdelenlerle doldurdular. Toplumda her an geriye giden ahlâk ve maneviyat, kesin ve nettir ki, şehircilik ve şehirleşme algısı da değişmeden özüne dönemeyecektir. Bu algı tüm unsurlarıyla değişmeden kurtuluş mümkün değildir.” (1) 

Sayın Reisi Cumhurumuzun bu konudaki serzenişi haklı bir itirazın ifadeleridir. Sayın Cumhurbaşkanı’nın, şehirlerin ruhundan, kadim medeniyetten bahsetmeleri inşaellah şehir planlayıcılarına, belediyelere, TOKİ’ye bir ikaz-ı rehber olur. Her şeye rağmen, memnuniyet verici olan bu kabil talimatlar bizi istikbale dair ümitvar kılıyor.

Dışarıdan gelen bir seyyah, o şehrin mimarisinden dolayı oranın bir İslâm beldesi olduğunu bilirdi

Görevim sebebiyle birçok ilimizi ve ilçelerini görme şansım oldu. Bir vatan sevdalısı olarak yeni yapılarla (şehir mimarisi), eski tarihî yapıyı/ zarafetleri ve manevî cephelerini mukayese etme şansı ve imkânı buldum. Yozgat’ta, Malatya’da ve benzeri illerde biri birine bitişik binalardan oluşan caddeleri gördüğümde 30’lu yıllardaki dünya iktisadi buhranından kalma mantıkla, sosyalist bir yaklaşımla, kibrit kutusu misali evlere ne kadar nüfus sığdırabilir diye düşünmüşlerdir. İşçilerin yoğun yaşadığı İzmir ve Kocaeli gibi yerlerde de yapılan evler, kurulan mahallelerde materyalist bir mantıkla yığınlar bir arada iskân ettirilmiş ve az masraf/ fazla kâr hesabı yapılmıştır. Bu yapılarda insanın “Eşref-i Mahlûk” cevheri dikkate alınmamış, şehirlerin mimarisi, gerekse içinde oturulan meskenlerin dizaynı insan sıhhatine ve mahremiyetine göre planlanmamıştır. Diğer yanda Manisa’nın Kula ilçesi, tarihî Harput’u, Malatya’nın ilçesi eski Arapkir’ini, Erzurum’u, Sivas’ı, Hasankeyf’i, Diyaribekir’i, Mardin’i, Amasya’yı, Konya’nın ve Bursa’nın eski hallerini; uzun lafın kısası birçok eski yeni yapıyı mukayese etme şansı buldum. Eski yapılardaki oturmaya ayrılmış meskenler, sosyal ve iş hayatına ait bedestenler, çarşılar, dinlenme yerlerinde (mesire ve benzeri şeyler) o toplumun dinî inancını, örfünü ve adetlerini, sevinç veya hüzünlü hâllerini yansıtan numunelere rastlamak mümkündür. Kısacası dışarıdan gelen bir seyyah, o şehrin mimarisinden dolayı buranın İslâm beldesi olduğunu bilirdi. Çünkü bizim medeniyetimizde şehirlerin emin belde olması emredilmiştir. İnsan hissiyatının ve dinî inancının sağlıklı yaşandığı yerlerdir. 

Yüce dinimiz İslâm, bir medeniyet dinidir

Meselâ tarihi kadim birçok şehrimizde hâlâ da rastlanabilecek olan bir misal vermek gerekirse: Ailevî hayatın mahremiyeti ile alakalı, sanat tarihçileri şöyle kayıt düşerler: “Kapıların üstünde iki tokmak olurdu; biri kalın, biri ince. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vururdu. Evin hanımı kapıyı ev hâliyle bile açardı. Erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu. Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar ya da bir mahremi (kocası, oğlu) açardı.”

Yine eski yeni farkını ortaya koyan bir misal: İstanbul’da mahalle kahvesi olarak bilinen, her mahallenin imam, muhtar ve ileri gelenlerine mahsus o zamana göre âdeta bir kulüp niteliğinde olan bir kahvesi vardı. Mahalle kahveleri, günümüz kahvelerinden farklı olarak ilmî, edebî konuşmaların, tarih sohbetlerinin yapıldığı ve hatta şiir ve manzumelerin okunduğu, hikâyelerin anlatıldığı, bilmeyenlerin bilenlerden istifade ettiği yerlerdi. Eski kıraathanelerin, oyun oynanan mekânlara dönüşmesinin izahı bu olsa gerek. İstanbul ki eşi menendi bulunmaz bir kıymettir. Başka şehirlere benzemez. Rasulullâh’ın (sav) övdüğü belde. Ecdadımız her hususta olduğu gibi şehirleşme konusunda da Rasulullâh’ın (sav) yolunu takip etmiştir.

Hz. Peygamber, Mekke’den Yesrib’e hicret edince Yesrib’in adını Medine olarak değiştirmiştir. Zira Medine, “şehir” demektir, aynı kökten türeyen medenî kelimesi biz Müslümanların temel kimliğini ifade eder. Yüce dinimiz İslâm, bir medeniyet dinidir. Şehre indirilmiş bir din olan İslâm, ibadetlerinin çoğunun da yerleşik hayat süren cemaat tarafından ifasını öngörmüştür. Bu özellik, Müslüman beldelerin de başlangıçtan itibaren şehirlerin doğmasını sağlamış, şehir kültürü de “medeniyet”i doğurmuştur. Bu bağlamda Türkler de bir “Medine Medeniyeti” olan İslâm medeniyeti dairesine girince, yerleşik hayata geçişi hızlandırarak yeni şehirlerini kurmuşlardır. 

Türk-İslâm kültüründe dünyayı imar etmek/ güzelleştirmek bir vecibedir. Zira Allah, insanı dünyayı imar etmekle vazifelendirmiştir. İnsanın yeryüzünün halifesi olmasının anlam ve amacı da budur. Kurulan şehirler, bu inanç ve düşüncenin bir tezahürü idi. Türk-İslâm şehri, mabud-mabed-insan merkezlidir. Türk-İslâm şehirlerine baktığımızda ilk gözümüze çarpan, şehrin merkezindeki camidir. Denebilir ki, bütün Müslüman-Türk şehirleri camilerin etrafında teşekkül etmiştir. Ana yollar, merkez, camiye çıktığı gibi, yönetim birimleri ve pazarlar da burada toplanmıştır. Bu yönüyle Türk-İslâm şehri, insanın saadet-i dareyni (iki cihan saadeti) tahsilini kolaylaştıracak unsurlarla donatılmıştır.

Yazarın tespitleri ser-levha kıymetindedir

Günümüzde büyük gökdelenler, asansörlerle çıkılabilen ve yüzlerce kapalı kutudan müteşekkil bloklardan oluşan uydu şehirlerin yok ettiği mahallelerle alakalı, ecdat nasıl yapıyormuş, bakalım, eski yeni farkını tefekkür edelim… 

“Mahalle kendi içinde bir hayat alanı olduğu için ihtiyaçlar da orada karşılanırdı. Mahallenin vazgeçilmez unsurları cami, mescid, tekke, türbe, kıraathane, bakkal, marangoz, berber ve tamirciler idi. Mahalle içinde insanlar arası ilişkiler ile evlerini yaparken, yani şehri kurarken de cemaatin muvafakati esas alınır, yani bir odada oturup kâğıdın üzerine çizgiler çizilmezdi. Zira Müslüman Türk, halkın Hakk ifade ettiğini kabul eder. Türk-İslâm mahallesi dayanışma, fikir alışverişi ve sosyal organizasyonu esas alır. Bu yönüyle işgalciler tarafından hemen dağıtılmıştır. Komünist diye takbih ettiğimiz Enver Hoca’nın Arnavutluk’ta Osmanlı mahalle yapısını koruma çabası, buna örnek olarak verilebilir. Herkes komşusu ile beraber yaşayacağının idraki içinde, komşusuna göre evini yerleştirir. Bir kere çevre sorumluluğunun idrakine vararak davranmaya başlayınca, ondan sonra diğer bütün kültürel gelişmeleri başarabiliyor. Bu aslında varlık düşüncesinin bir ürünü idi. Osmanlı mahallesi herkesin birbirini tanıdığı âdeta bin kişilik büyük bir aile idi. Herkes birbirinin hakkını korur; dininden, canından, malından, neslinden, aklından ve ırz ve namusundan, neslinden emin olurdu. Bütün meselelerini kendi içinde çözüme kavuştururdu. Türk-İslâm kentinde ‘arsa spekülasyonu’na dayanan rant kavgası olmaz. Zira şehrin ticarî merkezlerinin tamamına yakını vakıf emlakidir ve işletmesi vakıflar yoluyla halka aittir.” (2) Yazarın tespitleri ser-levha kıymetindedir.

Son söz olarak deriz ki… Başta TOKİ olmak üzere diğer inşaat firmalarının, (belediyeler) belde yapıcılarının kurduğu, kuracağı semt-mahalleyi veya adına ne “kent” deniliyorsa, inanıcımıza muhalefet edecek yapılardan feragat ederek, inancımıza referans olan medeniyet tasavvurumuzu resmeden bir silüeti ortaya çıkarmalı, “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” hadisin ruhuna uygun mahalleler ve semtler inşâ edelim…

---------------------------                                                                                                          

*Bu makale, dokuz sene önce yazıldı. İfadeler ve manzara-i umumî, o zaman dilimindeki hâlini yansıtıyor, o deme aittir.

KAYNAKÇA

1- Osmanlı’dan Bugüne Şehircilik ve Medeniyet Algısına Dair, Mehmet Semih Özdemir

2- Türk-İslâm Şehirleri Üzerine Bir İnceleme, Prof. Dr. Seyfettin Erşahin 


 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Sertif PARLAK yazıları

Çok okunanlar