YÜN ÇORAPLAR


Cinnah Caddesi’nin ara sokaklarındaki bir apartmandan çıkıp caddeden aşağıya doğru inerken dolmuşa ya da otobüse binmediğine pişman olan Nuray’ın parmak uçları buz kesmeye başlamıştı. Ellerini cebine soksa da mantosunun astarlı cebi sıcak tutmuyordu. Sabah evden çıkarken halasının cebine bıraktığı harçlığı aklına geldi; yol parasına verseydi şimdi sıcacık bir otobüste olacaktı. Ama o, öğle arasında tost yiyebilmenin cazibesine kapılmıştı. Şimdi düşündükçe kendi kendine kızıyordu.
“Bir tost için değer miydi?” diye içinden geçirdi. Burnunun ucu sızlıyor, nefesi aldığı anda ciğerine kadar inen soğuk keskin bir bıçak gibi batıyordu. Kar yağmıyordu ama Ankara’nın ayazı insana kar yağsa daha iyi dedirten cinstendi. Hele bu yüksek semtte rüzgâr, insanın iliğine kadar işlerdi.
Nuray adımlarını hızlandırmaya çalıştı. Sanki biraz hızlı yürürse içi ısınacak, üşümesi dinecekti. Ama her adımda çizmelerinin içindeki ayak parmakları daha da donuyor, sanki yürürken değil de buz üzerinde sürükleniyormuş gibi hissediyordu. Bir yandan da tost hayalini düşündükçe, tok karnına sıcak bir yudum çayın hayali bile pişmanlığını daha da derinleştiriyordu.
Okula vardığında soluğu kantinde aldı. Sıcak çay bardağını avuçlarının içine yerleştirdiğinde, buz kesmiş ellerine hafif bir sıcaklık yayılmaya başladı. Sonra kalorifer peteğinin yanına giderek ayaklarını da ısıtmaya çalıştı. Çayın dumanı yüzüne vururken yudumladıkça hem içi ısınıyor hem de sabah yaşadığı pişmanlığı biraz olsun unutuyordu.
Bir süre sonra düşüncelere dalıp gitti. Annesiyle babası gözünün önünde belirdi. Şimdi onlar evde, sobanın etrafında yer sofrasını hazırlıyordu. Sobanın üzerinde fokurdayan çaydanlıktan ince belli bardaklara çay dolduruyor, kuzinenin gözünde kızarmış çıtır ekmeklerle kahvaltı ediyorlardı. Nuray’ın içi burkuldu.
“Acaba şu an onlar da beni düşünüyor mudur?” diye geçirdi içinden. Elbette düşünüyorlardır; biricik kızları halasının yanında olsa da yine de gurbet ellerdeydi.
Birden aklına anneannesinin elleriyle ördüğü ve çocukken kendisine verdiği rengârenk desenlerle bezeli yün çoraplar ve eldivenler geldi. “Onlardan olsaydı,” diye düşündü, “şimdi ne ellerim ne de ayaklarım bu kadar üşürdü.” O an sadece çorapların değil, anneannesinin şefkatinin sıcaklığını da özlediğini fark etti.
Bir an için çayın sıcaklığı, kantinin kalabalığı ve kaloriferin uğultusu kayboldu; sanki kendini evde, anne babasının yanında hissetti. Gözlerini kapadı, burnuna sobanın üstündeki çayın ve kuzinenin içindeki ekmeğin kokusu geldi. İçini özlemle bir titreme kapladı.
Ama kararını çoktan vermişti. Okulunu bitirir bitirmez, vakit kaybetmeden Hekimhan’a dönecek, annesiyle babasının yanına koşacaktı.
Halasının ısrarı üzerine ailesi Nuray’ı Ankara’ya göndermişti. Güzel Sanatlar Lisesi’nde okumaya başlamış, geçen üç yılın ardından artık mezuniyetine sayılı günler kalmıştı. Hem eline bir meslek geçecek olması hem de sanatla iç içe bir eğitim alması, ailesini de kendisini de mutlu ediyordu.
Halasının evi Çankaya’da, sakin ve mütevazı bir apartmandaydı. Emekli bir öğretmen olan halası, eşi ve kızıyla birlikte huzurlu bir hayat sürüyordu. Nuray onlara sığındığı için şanslı sayılırdı. Eniştesi ve kuzeni Ayça sabahları ondan önce evden çıkar, biri işine, diğeri üniversiteye giderdi. Ayça, Bilgisayar Mühendisliği okuyor, iki sene sonra mezuniyetine kavuşmayı bekliyordu. Eniştesi ise biraz da onun mezuniyetini kolluyor, “O da eline ekmeğini alsın, ondan sonra ben emekli olurum.” diyordu.
Günler birbirini kovalarken yaz gelip çatmış, Nuray mezun olmuştu. İçinde tatlı bir heyecan vardı; artık memlekete dönme vakti gelmişti. Diplomasını alıp eşyalarını toparladıktan sonra gitmeye hazırdı.
Cumartesi sabahı, halası, eniştesi ve kuzeniyle son kez aynı sofraya oturdu. Masada sessiz bir hüzün dolaşıyordu. Nuray, çayından küçük bir yudum aldıktan sonra gözleri dolarak,
— “Bana yaptığınız iyilikleri hiç unutmayacağım. Bana hem aile hem yuva oldunuz… Hepinize çok teşekkür ederim,” dedi.
Halası onun elini tutup sıktı:
— “Bizim için hiç de zor değildi kızım. Asıl biz sana alıştık, evimiz şenlendi. Ama vakit geldi, memleketine anana babana dönmelisin, kendi yolunu çizmelisin.”
Kahvaltıdan sonra halası, abisini telefonla aradı:
— “Bir saate kadar Nuray’ı 4 Eylül Mavi treninee bindireceğiz. Yarın sabah istasyonda karşılamayı unutmayın. İstediğiniz, ihtiyaç duyduğunuz bir şey var mı?” diye sordu.
Telefonun ucunda abisinin sesi titriyordu:
— “Allah sizden razı olsun. Onun için yaptıklarınızı asla unutmayacağız. Bizim ve Nuray için çok büyük bir emek verdiniz.”
Yengesi de heyecanla söze girdi:
— “Gerçekten çok teşekkür ederiz. Nuray’a gözünüz gibi baktınız.”
Halası gülümseyerek,
— “Teşekküre gerek yok. Biz elimizden geleni yaptık. Şimdi sıra sizde,” dedi.
Nuray, o an kalbinin derinliklerinde büyük bir minnet duygusu hissetti. İçinden, bu anı ömrü boyunca unutmayacağını biliyordu.
Hazırlıklar tamamlanınca hep birlikte tren garına doğru yola çıktılar. Yol boyunca kimse fazla konuşmadı; sanki söylenecek her söz boğazlarında düğümlenmişti. Nuray’ın kalbi hızlı hızlı atıyordu. Bir yanda memleket özlemi, bir yanda ana baba özlemi, bir yanda da burada bırakacağı güzel anılar vardı.
Tren garına vardıklarında anonslar duyuluyor, insanlar telaşla koşturuyordu. Nuray elindeki valizleri sıkıca kavradı. Halası ve eniştesi valizleri ondan alıp,
— “Sen zahmet etme kızım, biz buradayız,” dedi.
Tren yaklaşırken Nuray’ın gözleri doldu. Eniştesine sarıldı:
— “Size tekrar tekrar çok teşekkür ediyorum, bana hakkınızı helal edin,” dedi.
Eniştesi boğazı düğümlenmiş bir sesle,
— “Helal olsun kızım, biz senden çok memnun kaldık,” diye karşılık verdi.
Kuzeni gözyaşlarını tutamayıp Nuray’a sarıldı:
— “Bizi unutma, olur mu?” dedi.
Nuray onun yüzünü ve saçlarını okşayarak,
— “Asla unutmayacağım, sizi her zaman kalbimde taşıyacağım,” diye fısıldadı.
Tren düdüğünü öttürdü. Artık vedalaşma vakti gelmişti. Halası Nuray’ı kucakladı, yüzünü avuçlarının arasına alıp gözlerinin içine baktı:
— “Kendine iyi bak kızım. Orada daima güçlü ol. Biz her zaman yanındayız,” dedi.
Nuray’ın gözlerinden süzülen yaşları silmeye fırsat kalmadan trenin kapıları açıldı. Adımlarını ağır ağır atarak vagona girdi. Pencereden el sallarken dudaklarından şu sözler döküldü:
— “Allah’a emanet olun…”
Tren hareket etmeye başladığında halası, eniştesi ve kuzeni peron boyunca koşar adım yürüyüp el sallamaya devam ettiler. Nuray’ın gözleri ise puslu camın ardından onları son bir kez seçmeye çalışıyordu. Kalbi hem buruk, hem umut doluydu: Çünkü yeni bir yolculuk başlamıştı.
Ankara’dan çıkana kadar Nuray, trenin penceresinden apartmanları, tek katlı evleri, yan yolda akıp giden trafiği ve telaşla bir yerlere yetişmeye çalışan insanları izledi. Şehrin gürültüsü geride kaldıkça, içindeki karmaşa da yavaş yavaş sakinleşiyordu.
Kayseri’ye kadar tren pek çok küçük istasyonda durdu; kimi zaman yolcu alıyor, kimi zaman yolcu indiriyordu. Nuray içinden, “Kimi insanlar benim gibi özlemlerine kavuşmaya gidiyor, kimileri ise özlemin ta kendisine doğru yelken açıyor,” diye düşündü. Üç yıl boyunca ailesi bildiği halasından, eniştesinden ve kuzeninden ayrılmanın hüznünü yaşarken, aynı zamanda annesiyle babasına, doğup büyüdüğü memleketine kavuşacak olmanın sevincini taşıyordu.
Başını pencereye dayamış, trenin ağır ritmine karışan hayallerine dalmıştı. Yol boyunca gözlerinin önünden buğday, mısır, ayçiçeği tarlaları, küçük köyler, bahçeler ve kasabalar geçti. Ufukta güneş ağır ağır inerken, trenin camına vuran kızıllık yolculuğa başka bir anlam katıyordu.
Vagonda tekli koltukta oturduğu için kimseyle sohbet edememişti; zaten içi de pek konuşmaya hevesli değildi. Arada sırada bilet kontrolüne gelen görevliyle birkaç kelime etmiş, sonra yeniden sessizliğe gömülmüştü. Tren rayların üzerinde tatlı bir ninni gibi sallanırken, göz kapakları ağırlaştı ve kısa süre sonra dalıp gitti.
Uyandığında saate baktı; gece yarısına daha zaman vardı. Demek ki epey uyumuştu. Gözlerini ovuşturduktan sonra ayağa kalktı ve restoran bölümüne geçti. Boş bir masaya oturup kendine bir fincan kahve söyledi. Buharı tüten kahvesinden yudumlarken gözlerini dışarıya çevirdi. Karanlık her yeri örtmüş, yalnızca yakınından geçtikleri köylerin, kasabaların ışıkları ufukta parıldıyordu. Tren, küçük ara istasyonlardan durmadan geçiyor, tabelalardaki isimler kısa süreliğine gözlerine ilişiyor, sonra hızla geride kalıyordu. Nuray, hangi istasyona ne zaman varacaklarını tahmin etmeye çalışarak zaman geçirdi.
Kahvesini bitirdikten sonra yeniden vagonuna dönüp koltuğuna oturdu. El çantasından bir kitap çıkardı. Sayfalar ilerledikçe, hikâyenin akıcılığına kapıldı; saat gece yarısını çoktan geçmiş, ertesi günden birkaç saat de geride kalmıştı.
Bir ara başını kaldırıp pencereye baktığında dışarıdaki manzara değişmişti. Ufukta ışıklar artmış, karanlık biraz olsun dağılmış gibiydi. O sırada kontrol görevlisi vagon boyunca yürüyerek,
— “Kayseri Garı’na yaklaşıyoruz! İnecek olanlar hazırlıklarını yapsın,”
diye sesleniyordu.
Nuray kitabını çantasına yerleştirirken kalbi hafifçe hızlandı. Yolculuğun yarısı geride kalmıştı. Önünde onu bekleyen kavuşma anı her geçen kilometreyle biraz daha yaklaşmaktaydı.
Kayseri Garı’nda bir süre bekleyen tren, sonunda ağır demir tekerlerin gıcırtısıyla ve lokomotifin uzun düdüğüyle yeniden harekete geçti. Nuray önce çantasından kitabını çıkarmayı düşündü, fakat sonra vazgeçti. “Kayseri’nin ışıkları kaybolana kadar dışarıyı izlemeliyim,” diye geçirdi içinden.
Camın ardından şehrin ışıklarını seyrederken kalbi hızlı hızlı atıyordu. Memlekete yaklaştıkça içinde tarif edemediği bir sevinç büyüyordu; öyle ki gözlerinden uyku değil, sanki heyecan akıyordu. Bir an, “Acaba biraz kestirsem mi?” diye düşündü. Ama bu gece uyumak istemiyordu. Her saniyesini yaşamak, yolun tadını çıkarmak istiyordu.
Kayseri’nin ışıkları birer birer ufukta kaybolup yerini karanlığa bırakınca Nuray derin bir nefes aldı. Sonra çantasını açıp kitabını çıkardı ve yeniden okumaya koyuldu. Tren rayların üzerinde sarsılarak yol alırken sayfaların arasında kayboldu, fakat zihninin bir köşesinde hep aynı cümle yankılanıyordu: “Sabah olduğunda memlekette olacağım…”
Nuray, elindeki romanın son sayfalarına gelmişti ki pencereden dışarı baktığında gökyüzünün yavaş yavaş aydınlandığını fark etti. Ufuk çizgisinde beliren solgun ışık, gecenin karanlığını usulca geriye itiyor, yeni bir günün habercisi oluyordu.
Bir müddet sonra vagonun kapısı açıldı. Gece görev yapan kontrol görevlisinin yerini almış yeni memur, kararlı adımlarla koridorda ilerledi. Yükselen sesiyle yolculara seslendi:
— “Birazdan Sivas Garı’na giriş yapacağız. İnecek olan yolcular, lütfen hazırlıklarını tamamlasınlar.”
Kayseri Garı’ndaki sahnenin bir benzeri yaşanıyordu; bazı yolcular aceleyle valizlerini topluyor, kimileri de pencereden heyecanla dışarı bakıyordu. Nuray ise çantasını kucağına çekip sımsıkı sarıldı. İçinde tarifsiz bir kıpırtı vardı. Her geçen istasyon, onu özlemle bekleyen ailesine biraz daha yaklaştırıyordu.
Tren Sivas Garı’ndan ayrıldıktan sonra yolculuk artık sabahın serinliğine karışmıştı. Nuray pencereden dışarı baktığında, ufukta yükselen güneş altın sarısı ışıklarını tarlalara, dağ yamaçlarına ve köy evlerine serpiştiriyordu. Kuşlar havalanıyor, uzaklarda dumanı tüten bazı bacalar görünüyordu. Nuray, “Çocukluğumun sabahlarına ne kadar da benziyor,” diye düşündü.
Saatler ilerledikçe tren daha tanıdık manzaralara girmeye başladı. Her köy, her kasaba ona çocukluğundan bir anı hatırlatıyordu. İçindeki sevinç gitgide büyüyor, kalbi küt küt atıyordu. Elini çantasının kulpuna götürdü, sanki birazdan inmek için hazır bekler gibiydi. Tren birkaç dakikalığına durduğu Hasançelebi istasyondan ayrılırken bundan sonraki ilk istasyonda kendisinin de ineceğini, annesine ve babasına kavuşacağını düşünüyordu.
Sonunda tren, Hekimhan istasyonuna yaklaşırken görevlinin anonsu duyuldu. Nuray’ın kalbi hızla çarpmaya başladı. Vagon yavaşladıkça pencereden dışarı baktı; kalabalığın arasında tanıdık yüzler arıyordu.
Ve birden onları gördü! Babası, kalabalığın önünde dimdik duruyor, yanında annesi ellerini sallıyordu. Nuray’ın gözleri doldu; boğazına koca bir düğüm oturdu. Tren tamamen durduğunda kapıya yöneldi, valizlerini eline aldı. Adımlarını hızlandıramayacak kadar heyecanlı, yavaşlatamayacak kadar sabırsızdı.
Perona adım atar atmaz babası kollarını açtı. Nuray kendini onun boynuna bıraktı:
— “Çok özledim sizi baba…” diye fısıldadı gözyaşları içinde.
Babası da titreyen bir sesle,
— “Biz de seni çok özledik canım kızım. Sonunda geldin…” dedi.
Annesi Nuray’a sarılırken gözyaşlarını tutamadı:
— “Artık evindesin Nuray’ım, çok mutluyum,” dedi.
İstasyonda kavuşmanın yarattığı bu sevinçli tabloya, sabahın ışıkları eşlik ediyordu. Nuray için süreklide olmasa üç yılın hasreti son bulmuş, yeni bir başlangıcın kapısı aralanmıştı.
Nuray eve vardıklarında, annesinin yer sofrasına hazırladığı enfes yöresel ve doğal tatlarla donatılmış kahvaltıya büyük bir iştahla oturdu. Sofrada bol bol sohbet edildi, kahkahalar atıldı ve hasret giderildi.
Akşama doğru akrabalar, hoş geldine geldiler. Çaylar yudumlanıp annesinin özenle yaptığı kömbeler tadılırken, Nuray evinde olmanın huzurunu iliklerine kadar hissediyordu. Bir ara halasını arayarak yolculuğunu sorunsuz atlattığını, şimdi de akrabalarıyla çay eşliğinde sohbet ettiklerini söyledi. Konuşurken annesinin o nefis cevizli kömbesinden söz etmeden de duramadı. Halası gülerek, ‘Canım şimdi fena halde çekti ama biz gelince bize de yapar, sabırlı olmam lazım,’ dedi.
Şimdiden onları özlemeye başladığını söyleyen Nuray, gelecekleri günü iple çektiğini dile getirerek bir an önce gelmelerini istedi. Halası ise, Ayça’nın okul tatiline girmesini ve eşinin izin durumunun netleşmesini beklediklerini, ardından hemen geleceklerini söyledi.
Ertesi gün Nuray’ın mahalle ve ortaokul arkadaşları ziyarete geldi. Onlarla uzun uzun sohbet edip hasret giderdi. Akşamları ise ya televizyon karşısında vakit geçiriyor ya da odasında kitap okurken hayatına bundan sonra nasıl bir yön vereceğini düşünüyordu. Birkaç gün sonra arkadaşlarından bazılarıyla buluşup aşağı mahalledeki bir dostlarını ziyaret etmeye gittiler. Yol üzerinde büyükçe, boş bir dükkân dikkatini çekti. Üzerinde ‘Kiralık’ yazısı asılıydı. Demek ki işleri iyi gitmeyen bir esnaf dükkânı boşaltmak zorunda kalmış, sahibi de yeniden kiraya vermek istemişti.
O gün akşama kadar keyifli vakit geçiren Nuray, eve dönünce doğruca mutfağa geçti. Annesine yardım ederek sofrayı hazırladı, sonra da babasıyla birlikte sofraya oturdu. Lokmalar arasında aklına halasıyla yaptığı konuşma geldi. Gülümseyerek, ‘Anne, halam da senin kömbenden istiyor, haberin olsun,’ dedi.
Annesi kaşlarını hafifçe kaldırıp tatlı bir gülümsemeyle karşılık verdi: ‘Bunca yıl onlar sana baktı, artık sen de kocaman bir kız oldun. Sen yaparsın. Senin yaşındayken ben çoktan o kömbeyi yapmayı öğrenmiştim. Hatta baban bize ilk geldiğinde yaptığım kömbenin tadına öyle vurulmuştu ki, ondan sonra beni istemeye karar vermişti,’ diye ekledi.
Nuray bu sözler karşısında hem utandı hem de gülmeden edemedi. Annesinin göz kırpar gibi yaptığı o küçük imalar sofraya ayrı bir neşe katmıştı. Ancak Nuray, annesinin ne demek istediğini anlamıştı. Konu açılmışken cesaretini toplayarak, ‘Anne, baba… Henüz evlenmek için çok erken. Önce hayatımı düzene koymak, mesleğimi icra etmek istiyorum,’ dedi. Böylece konu sofrada kapanmış oldu.
Yemekten sonra bulaşıkları yıkadı, ardından annesiyle babasına kahve pişirdi. Bir yandan da ocağa çay suyu koydu. Kahveleri servis edip onların içmesini beklerken, annesiyle babası televizyon izliyor, Nuray ise sofrada geçen konuşmayı kafasında evirip çeviriyordu. Aklına çeşitli fikirler geliyor ama hiçbirini zihninde tam olarak netleştiremiyordu.
Kahveler içilip fincanlar kaldırıldıktan sonra çay bardaklarını ve demliği odaya getirdi. Babası televizyonun sesini kısmış, annesiyle sohbet ediyordu. Annesi her zamanki gibi elinde örgüsünü şişlerle dürtüp duruyordu. Tam o sırada babası, ‘Gel kızım, gel şöyle otur bakalım,’ dedi. Nuray, babasının bu halini bilirdi; belli ki ciddi bir şeyler konuşacaktı. Çayları doldurup annesine uzattı, ardından babasının ve kendi çayını sehpanın üzerine koydu. Babasının önüne çayı çektikten sonra yanına oturdu. Gözlerinin içine bakarak, ‘Buyur baba,’ dedi.
Kızının gelecek için planları olduğunu bilen babası, biraz önce sofrada dile getirdiklerini hatırlatarak, ‘Peki kızım, neler yapmak istiyorsun?’ diye sordu. Nuray bazı hayallerinden söz etti ama bunların henüz netleşmediğini, yine de en kısa zamanda birini hayata geçirmek istediğini söyledi.
O sırada gözünün önüne ‘Kiralık’ yazısı asılı o boş dükkân geldi. Kafasında evirip çevirdikten sonra babasına bundan bahsetti. Orada bir atölye ve kurs merkezi açmayı düşündüğünü anlattı. Böylece hem mesleğini icra edebilecek hem de kursiyerler yetiştirerek hemşerisi genç kızlara fayda sağlayabilecekti.
Babası da bu fikre sıcak baktı, fakat kafasında pek çok soru vardı. Dükkân kirası, malzemeler, gerekli alet edevat… Hem bakalım, dükkân sahibi böyle bir işe rıza gösterip kiralamaya yanaşacak mıydı? Sohbet koyulaştıkça annesi de söze karıştı, kendi fikirlerini dile getirdi.
Sonunda babası, ‘Hele sabah ola, hayr ola. Sabah gider dükkân sahibiyle görüşürüz,’ dedi. Nuray o gece yatağına uzandığında düşüncelerini bir bir sıralıyor, hayalini gerçekleştirmek için atması gereken adımları kafasında planlıyordu. İçinde tarifsiz bir umut ve sevinç vardı. Bu güzel düşüncelerle gözleri kapanarak derin bir uykuya daldı.
Sabah olduğunda annesi çoktan kalkmış, çayı demlemiş ve kahvaltıyı hazırlamıştı. Kahvaltının ardından Nuray, babasıyla birlikte dükkân sahibiyle görüşmek üzere evden çıktı. Annesi kapının eşiğinden onları uğurlarken, ‘Hayırlı haberlerinizi bekliyorum,’ dedi.
Nuray ve babası, dükkânın önüne geldiklerinde kalplerinde hafif bir heyecan vardı. Dükkân sahibi, dükkânın üstündeki evinde oturuyor, orta yaşlı, biraz ciddi ama konuşkan bir adamdı. Gülümseyerek kapıyı açtı ve onları içeri davet etti. Babası saygıyla elini uzatıp tokalaştı, zaten babası onu tanıyordu, Nuray da kibarca selam verdi.
Babası sözü Nuray’a bıraktı. Nuray derin bir nefes aldı ve fikrini açıkladı: “Bu dükkânı bir atölye ve kurs merkezi olarak kullanmak istiyorum. Mesleğimi burada icra ederken, gençlerimize de el becerilerini öğreteceğim. Hem kendime hem de çevreme faydalı olacağına inanıyorum.”
Dükkân sahibi biraz düşündü, sonra gülümseyerek, “Güzel bir fikir,” dedi. “Ama tabii ki bazı koşullar var. Kira, malzemeler, güvenlik… Bunları konuşmamız lazım.” Nuray ve babası, tüm soruları dikkatle dinledi. Babası önerilerde bulundu, Nuray da neler yapacağını anlattı. O sırada evin genç kızı, elinde tepsiyle çayları getirirken, babası ve Nuray’ın konuşmalarını da duymuştu. Çayları verdikten sonra babasına dönerek, “Ben de o kurslara giderim,” dedi. Gözlerinde hem merak hem de heves vardı; Nuray, bu sözü duyunca hafifçe gülümsedi ve genç kızın heyecanını paylaştı.
Görüşme ilerledikçe, dükkân sahibi fikre ısınmaya başladı. Sonunda, “Tamam, yarın sabah gidip resmi işlemleri halledebiliriz. Yeter ki sen işine tutkuyla sarıl,” dedi. Nuray’ın yüzü sevinçle aydınlandı. Babası omzuna hafifçe dokundu, “Görüyor musun kızım, hayal kurmak ve emek vermek her zaman işe yarar,” dedi.
Nuray o an, hem babasının gururunu hissetti hem de kendi hayalinin gerçeğe dönüşmeye başladığını fark etti. O anki heyecan ve mutluluk, bütün yorgunluğunu unutturmuştu.
Ertesi gün kiralama işlemleri tamamlandı. Babası, kızının düğünü için biriktirdiği parayı ona destek olmak için vermeyi teklif ederken, annesi de bileziklerini uzattı. Bu dayanışma ve güven, genç kadının yüreğine cesaret verdi.
Kiralanan atölye bir yandan titizlikle boyanıp badanalandı, diğer yandan şehirden gerekli malzemeler alındı. Günler süren hazırlıkların ardından atölye açılmaya hazır hale geldi. Bir miktar borçlanılmıştı, ama düşük faizli esnaf kredisiyle borçlar kapatıldı; geriye yalnızca bankaya olan kredi borcu kalmıştı.
Ve nihayet sessiz bir heyecanla atölye kapıları açıldı. İlk kursiyerler adım attı; onların memnuniyeti ve arkadaşlarını haberdar etmesiyle kursiyer sayısı giderek çoğaldı. Küçük bir adımla başlayan bu yolculuk, azim ve kararlılıkla büyüyordu; Nuray’la birlikte anne ve babasının da gözünde, emekle ve dayanışmayla şekillenen bir hayalin ilk ışıkları parlıyordu.
Nuray, üç yıl boyunca aldığı eğitimin meyvelerini artık tüm açıklığıyla topluyordu. Ellerinden çıkan rengârenk ve özenli el işleri, yalnızca birer ürün değil, aynı zamanda emeğinin ve sabrının simgesiydi. Atölyede, kursiyerler de onun yanında öğrendikçe kendi yeteneklerini keşfediyor, ilk eserlerini yaratmanın heyecanını yaşıyordu.
Her yeni tamamlanan iş, atölyeye neşe ve canlılık katıyor; gülüşler, birbirine yardım eden eller ve paylaşılan bilgiler arasında zaman su gibi akıyordu. Nuray ve kursiyerler, emeklerinin karşılığını almaya başladıkça, gözlerinde gurur ve mutluluk ışıkları yanıyor; yaratmanın, öğretmenin ve birlikte başarının hazzını yürekten hissediyorlardı.
Günlerden bir gün, ilçe Kaymakamı çarşı esnafını ziyaret ederken Nuray’ın atölyesinin önünde durdu. Camekândan içeriye göz attığında rengârenk el işlerinin sergilendiğini görünce merakla kapıyı araladı.
Bir anda atölyede hafif bir telaş ve heyecan oluştu. Kursiyerler saygıyla ayağa kalkarken Nuray da biraz şaşkın ama gururlu bir şekilde onu karşıladı. Kaymakam, içeriye girer girmez el emeğiyle yapılmış örtülere, işlemeli çantalara, zarif oyalarla süslenmiş eserlere hayran kaldı. Her ürüne dikkatle baktı, tek tek eline alıp inceledi.
Ardından Nuray’a dönerek gülümseyen bir ses tonuyla,
“Bu kadar güzel işlere imza atıyorsanız, yalnızca burada kalmamalı. Halk Eğitim Merkezi’nde de bu çalışmalarla yer almalısınız,” dedi.
Sonra da Milli Eğitim Müdürlüğü’ne Öğretmenlik için başvurmasını tavsiye etti. Hatta kendisinin de bizzat Milli Eğitim Müdürü ile görüşeceğini söyleyerek, Nuray’ın hem emeğine hem de azmine duyduğu güveni dile getirdi.
O an Nuray’ın yüreği tarifsiz bir gururla doldu. Yıllarca verdiği emeğin, çektiği çilenin ve sabrın karşılığı sanki bir anda gözleri önünde şekillenmişti. Kursiyerlerin yüzünde de aynı sevinç vardı; onların da başarısı, bu takdirin içinde payını alıyordu.
Bir süre sonra Nuray, Halk Eğitim Merkezi’nde sözleşmeli öğretmen olarak çalışmaya başlamıştı. Artık hem kendi atölyesinde hem de Halk Eğitim’de onlarca kursiyere yol gösteriyor, el emeğini daha geniş bir çevreyle buluşturuyordu.
Bir hafta sonu halası izne gelmişti. Atölyeyi gezdikten sonra, Nuray’ın ilçede yaptığı bu güzel girişim ve çalışmalarından dolayı gururla onu kutladı. Hafta sonunda ise halasının ailesiyle, annesi ve babasıyla birlikte köylerine giderek aile büyüklerini ziyaret ettiler.
Nuray, akraba ziyaretlerinde karşılaştığı rengârenk, birbirinden farklı desenlerde el örgüsü çoraplara, eldivenlere ve çantalara hayran kaldı. Çocukluk yıllarında ninelerinin bu ürünleri ördüğünü, hatta kendisine de hediye ettiklerini hatırladı. O an aklına, bunları yeniden üretip satma fikri geldi. Bu düşüncesini halasıyla paylaştığında, halası heyecanla bunun harika bir fikir olduğunu söyledi.
Kuzeni Ayça da söze girerek bir web sitesi hazırlayabileceğini, böylece ürünlerin sadece ilçe sınırlarında değil, tüm Türkiye’de hatta yurt dışında bile satılabileceğini anlattı. Halası ise internet sitesi için gerekli masrafları karşılamak istediğini belirterek, “Hem yeğenime hem de ilçemizin genç kızlarına, dolayısıyla ilçemize katkı sağlamış olurum,” dedi.
İlçeye döndüklerinde vakit kaybetmeden gerekli girişimlerde bulundular. Ayça hem tatilini geçiriyor hem de öğrenimini gördüğü alanın pratiğini yaparak emeğinin karşılığını alıyordu. Böylece Nuray’ın küçük bir atölyeyle başlayan yolculuğu, internetin gücüyle çok daha geniş ufuklara açılıyordu.
İlçede ve köylerde bu yöresel el işlerini yapanlardan örnekler topladılar, bazılarından da destek alarak yeni ürünler ortaya çıkarmaya başladılar. Atölyede her geçen gün daha özgün ve dikkat çekici eserler üretiliyor, renkler ve desenler ilçenin kültürünü yeniden canlandırıyordu.
Bu girişimlerden haberdar olan Kaymakam, bir süre sonra atölyeyi yeniden ziyaret etti. İçeri girdiğinde gördüğü çalışmaları büyük bir takdirle karşılayarak Nuray ve kursiyerleri kutladı. Hatta belediye başkanını da atölyeye davet ederek, burada yapılan işlerden övgüyle söz etti.
Belediye başkanı geldiğinde, ürünleri dikkatle inceledi ve heyecanla çeşitli önerilerde bulundu. Kendisinin de bu girişime destek vereceğini, ambalaj malzemeleri ile gerekli makineleri temin edebileceklerini söyledi. Ayrıca, büyük şehirlerde düzenlenen “İl Tanıtım Günleri” nde bu ürünlere mutlaka yer verilmesi gerektiğini belirterek hem bu el işlerinin tanıtılacağını hem de ilçenin gelir kaynaklarının katma değere dönüşeceğini ifade etti.
İlerleyen günlerde ise daha da ileri giderek, kooperatifleşme yoluna gidilebileceğini; bunun için gerekli kaynağın bulunması amacıyla Kaymakamlık ile birlikte ortak girişimlerde bulunacaklarını dile getirdi.
Atölyedekiler için bu sözler, yılların emeğine verilen büyük bir değerdi. Nuray’ın gözlerinde umut ışıkları parlıyor, kursiyerlerin yüzlerinde ise gurur ve sevinç birbirine karışıyordu.
Belediye başkanının “kooperatifleşme” fikrinden söz etmesi, atölyede adeta yeni bir umut dalgası estirdi. Kursiyerler birbirlerinin yüzüne bakıyor, kimileri şaşkınlıkla gülümsüyor, kimileri gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. Çünkü o güne kadar el emeğini yalnızca küçük bir kazanç ya da evin içinde değerlendirilebilecek bir uğraş olarak gören kızlar, şimdi bunun kendi hayatlarını değiştirecek bir güce dönüştüğünü fark etmişlerdi.
“Demek ki bizim de sesimiz duyulabiliyormuş,” dedi içlerinden biri. Bir diğeri ise, “Yıllardır ninelerimizin verdiği emekler boşuna değilmiş,” diyerek elindeki örgüyü sıkıca kavradı. Nuray, onların gözlerindeki parıltıyı gördükçe kalbinin derinliklerinde tarifsiz bir mutluluk hissediyordu.
Artık sadece bir atölye değil, birlik olup büyüyebilecekleri, köylerinden ilçelerine, oradan da tüm ülkeye seslerini duyurabilecekleri bir yol açılmıştı. Kadınlar, bu hayalin gerçekleşeceğini bilmenin verdiği heyecanla daha hevesle çalışmaya koyuldular. Her ilmek, her desen artık yalnızca bir ürün değil; geleceğe atılan bir umut adımıydı.
Belediye başkanı verdiği sözleri bir bir yerine getirmiş, Kaymakam da her türlü desteği sağlamıştı. Ortaya çıkarılan ürünler, özenle hazırlanmış albenili ambalajların içinde satışa sunuldu. Çok geçmeden hem yurt içinden hem de yurt dışından siparişler artarak gelmeye başladı.
Büyük şehirlerde düzenlenen tanıtım günlerinde ise Hekimhan cevizinin yanına artık yeni bir değer eklenmişti: “Hekimhan çorapları, eldivenleri, çantaları ve daha nice el emeği ürünler.” Stantların önünde uzun kuyruklar oluşuyor, ziyaretçiler bu ürünlere büyük bir ilgi gösteriyordu. Her bir parça, yalnızca bir eşya değil; Hekimhan’ın kültürünü, emeğini ve kızların ve kadınlarının yüreğini yansıtan birer simge hâline gelmişti.
Sırada kooperatifleşme vardı. Artık yalnızca atölyede üretilenler değil, köylerdeki kızların, kadınların ellerinden çıkan el emeği, göz nuru ürünler de toplanacak ve kooperatif aracılığıyla değerlendirilecekti. Böylelikle köylerdeki genç kızlara da yeni bir gelir kapısı açılacak, yıllardır kendi evlerinde sessizce ördükleri çoraplar, eldivenler, çantalar birer umut penceresine dönüşecekti.
Bu adım, yalnızca bir ekonomik girişim değil; aynı zamanda kadınların emeğine değer katan, onları bir araya getiren bir dayanışma hareketiydi. Her köyden katılan genç kızın yüreğinde, “Benim de emeğim değerliymiş,” duygusu filizleniyor, geleceğe dair umutları giderek büyüyordu.