SON DAKİKA
İrfan BAŞARANOĞLU

KADININ ADI VAR EVİ YOK

KADININ ADI VAR EVİ YOK
A- A+

Ferdi, doğumhanenin önünde bir aşağı bir yukarı volta atıyor, neredeyse her on dakikada bir saatine bakıyordu. Gelen giden olmayınca kapının önüne çıkıyor, etrafı kolaçan ediyor, sonra birkaç adım uzaklaşıp hızlıca bir sigara yakıyordu. Dumanı derin derin içine çekiyor, daha yarısına gelmeden sigarayı söndürüp yeniden doğumhanenin bulunduğu kata koşar adım çıkıyordu. Ama ortalık hâlâ sessizdi, kimseler görünmüyordu.
Bu telaş sabaha karşı saat üçe kadar böyle sürüp gitti. Üçü biraz geçmişti ki, yeşil önlüklü ameliyathane hemşiresi çift kanatlı kapıdan başını uzattı: Gözünüz aydın Ferdi Bey, bir kızınız oldu. Eşinizin durumu da gayet iyi. Anne ve bebek şimdi dinleniyorlar, birazdan görebilirsiniz dedi.
Ferdi, ellerini yumruk yapmış, sanki karşısında bir rakibi varmış da ona göğsüne sert bir yumruk savuracakmış gibi sağ kolunu havada salladı. İçindeki coşku taşmıştı; bunu bir hareketle bile atmaya çalışıyordu.
Sonra cebinden telefonunu çıkarıp annesini, babasını, kayınvalidesiyle kayınpederini aramak istedi. Tam numaraya dokunacakken gözleri ekrandaki saate takıldı. Gecenin üç buçuğu olmuştu. Böyle bir saatte kimseyi uyandırmak istemezdi ama içindeki sevinci paylaşma arzusu da kabına sığmıyordu.
Tam bunları düşünürken ebe yanına gelip eşini ve kızını odaya aldıklarını, artık onları görebileceğini söyledi. Ferdi bir anda hızla doğrulup odaya koştu. Telefonu tekrar cebine koydu; arayacaklarını gündüz saatlerine bırakmaya karar vermişti.
Ferdi, oda kapısına geldiğinde kalbi o kadar hızlı atıyordu ki, sanki göğsünden dışarı fırlayacak sandı. Kapının koluna dokunduğunda parmakları titredi. Bir an durdu, derin bir nefes aldı ve yavaşça kapıyı araladı.
Oda loş bir ışıkla aydınlanıyordu. Pencereden süzülen zayıf sokak lambası ışığı, yatağın başucundaki aparattan gelen hafif sarı aydınlıkla birleşmiş, sanki odaya bir huzur bulutu çökmüştü.
Yatağın kenarında, eşi yorgun ama yüzünde tarifsiz bir mutlulukla uzanıyordu. Ve onun kollarında… küçücük, yüzü buruşuk, pembe yanaklı bir mucize yatıyordu.
Ferdi’nin gözleri doldu. Boğazı düğümlendi, konuşmak istese bile kelimeler çıkacak gibi değildi. Birkaç adım attı ve sanki dünyadaki her şey yavaşlamış gibi hissetti. Bebeğine yaklaştıkça ayaklarının altındaki zemin bile yumuşuyor gibiydi.
Eşi hafifçe başını kaldırıp gülümsedi. Ferdi… kızımız… diyebildi fısıltıyla.
Ferdi elleriyle yüzünü sildi, sonra sessizce yatağın yanına çöktü. Minicik bebeğin avucuna parmağını uzattığında, o küçücük el parmağını kavradı. O anda Ferdi’nin içinden bir şey koptu; sanki yıllardır taşıdığı bütün yük, bütün yorgunluk, bütün endişeler bir anda eriyip gitmişti.
Hoş geldin kızım… dedi titreyen bir sesle. Kendi sesini tanıyamadı bile.
Bebeğin nefesi hafif hafif göğsünde yükselip inerken Ferdi, hayatındaki en büyük mutluluğun tam karşısında durduğunu fark etti. Bu minik varlığın artık her adımını, her nefesini değiştireceğini anladı.
Eşinin saçlarını okşadı, gözlerinin içine baktı: İkiniz de iyi misiniz?
Eşi başıyla onayladı. Korkma, iyiyiz. Sen baba oldun Ferdi…
Bu söz oda içinde yankılanmadı ama Ferdi’nin kalbinde büyük bir yer açtı. Gülümsedi, derin bir nefes aldı ve o anda bir daha asla eskisi gibi olmayacağını hissetti.
Odadan çıkıp annesini ve kaynanasını arayarak, “Sarı saçlı, yeşil gözlü bir kızım oldu,” diye müjde verdi. Telefondaki sevinç dolu seslere rağmen, birkaç dakikalığına bile kızından ve eşinden uzak kalmış olmanın tuhaf boşluğunu hissetti. Sanki özlem, daha doğduğu ilk geceden yüreğine yerleşmişti. Odaya geri döndüğünde annesinin kucağındaki bebeğe uzun süre baktı; sonra eğilip minik ellerinden öptü.
Ertesi gün evlerine döndüklerinde, kızlarının odası çoktan hazırlanmıştı. Bebeği yatağına yatırıp kendi odalarına çekildiler, fakat ikisi de rahat edemiyordu. Ferdi sık sık kalkıyor, sessiz adımlarla odasına gidip kızını kontrol ediyor, yüzündeki o melek uykusunu seyrediyordu. Annesi de her fırsatta bebeğini kucağına alıyor, emziriyor, ninnilerle uyutuyordu.
Ferdi, sanki eşinden sonra kızına da ayrı bir aşkla bağlanmıştı; ondan uzak kalmaya dayanamıyordu. Birkaç gün sonra işe başladı, ama mesai biter bitmez soluğu evde alıyordu. Eve koşarken hissettiği telaş, bir babadan çok, ilk kez sevdiği birine kavuşmak için sabırsızlanan bir adamın telaşıydı. Kızı da onu görünce küçük gülücükler saçıyor, babasının yüzüne ışık düşürüyordu.
Uykusuz ve zorlu geceler geride kaldıkça, bebek büyüyüp ayaklanmaya başladı. Artık Ferdi işten gelince kapıya doğru koşuyor, boynuna atlıyordu. Ferdi’nin bütün yorgunluğu o kısacık sarılmanın içinde eriyor, günün ağırlığı bir anda siliniyordu.
Kız büyümüş, okula başlamıştı. Ferdi ile eşi, ilk gün kızlarını elinden tutarak okul kapısına kadar götürdüler. Kayıt işlemleri tamamlanınca sınıfa teslim ettiler ama gitmeye kıyamadılar; ilk ders boyunca okulun dışında, birbirlerine bakarak heyecanla beklediler.
Teneffüs zili çalınca bahçe bir anda şenlik yerine döndü. Çocuklar çığlıklar atarak koşuyor, birbirlerinin peşinden gülerek sürükleniyordu. Ferdi ile eşi, kalabalığın içinde kızlarını hemen fark ettiler; sarı saçları güneşin altında parlıyordu. O da yeni tanıştığı arkadaşlarıyla heyecanla koşuyor, sanki bu dünyaya hiç yabancı olmamış gibi neşe saçıyordu.
Teneffüs boyunca ikisi de sessizce onu izledi. Sonra içlerine dolan hafiflikle ayrıldılar; Ferdi işe, eşi eve gitti. Akşam çocuğu okuldan eşinin alacak olması Ferdi’nin içini rahatlattı; güven içinde çalışmaya döndü.
Yıllar geçtikçe Ferdi ile kızının bağı daha da güçlendi. Kızı ilkokulu, ortaokulu ve liseyi bir bir bitirdi. Gençliğin getirdiği hırçınlık kimi zaman annesiyle çatışmasına yol açtı; kapılar çarpıldı, sesler yükseldi. Ama her fırtınanın ardından mutlaka sakin bir liman bulunur, annesiyle aralarındaki düğümler çözüldü.
Ferdi ise kızının karşısında her zaman yumuşaktı. Onun her istediğini yapmaya meyilli, kırılmasına tahammülsüzdü. Bu yüzden baba–kız arasında neredeyse hiç çatışma yaşanmadı.
Kız, babasının yüreğinde hâlâ o okul bahçesindeki sarı saçlı, gülen çocuktu; Ferdi için zaman ne kadar hızlı geçerse geçsin, bu değişmemişti.
Bulundukları büyük şehirdeki üniversitenin Hukuk Fakültesini kazandığında, evde günlerce süren gizli bir sevinç, içten içe büyüyen bir gurur vardı. Anne ile baba zaman zaman birbirlerine bakarak, “Demek bu kadar büyüdü,” diye mırıldanırlar, içlerindeki mutluluğu saklayamazlardı.
Ama sevinçlerinin gölgesine ince bir hüzün de eklenmeye başlamıştı; kızlarının bir gün yuvadan uçacağı, artık kendi hayatına sahip olacağı fikri, ağır ağır evin içinde gezinir olmuştu. Onlara göre kızları hâlâ okula ilk kez götürdükleri, bahçede koşup oynayan o sarı saçlı çocuktu. Fakat zaman kimseye acımıyor, aynı yüzü başka bir olgunlukla geri veriyordu.
Kızları son sınıfta okuyor du ve mezuniyetine az bir zaman kalmıştı. Bir akşam, annesi mutfakta bulaşıkları yıkarken, kızları gelip kapının eşiğinde durdu. Elindeki havluyu sıkıp gevşetirken, çekingen bir tavırla söze girdi: “Anne… sana bir şey söylemem gerek.”
Annesi musluğu kapattı, kızının elindeki havluyu alarak ellerini sildi, kızına döndü. Kızının sesindeki titremeyi fark etmişti.
“Benim… bir erkek arkadaşım var,” dedi kızı yavaşça. “Bir süredir birlikteyiz. Ciddi düşünüyoruz. Sizinle tanışmasını istiyorum.”
Sözler, mutfağın içinde yankılanırken, annenin kalbinden iki duygu aynı anda geçti: sevincin sıcaklığı ve kaygının serinliği. Kızının gözleri, onay bekleyen bir masumiyetle annesine bakıyordu. Artık çocukluk köprüsünün ötesinde, başka bir dünya kurma eşiğindeydi.
Anne, boğazına oturan düğümü yutkunarak aştı ve hafif bir tebessümle, “Babanla konuşalım,” dedi. Sonra, hiçbir şey olmamış gibi yeniden suyu açtı. Ama elleri artık eskisi kadar sakin değildi.
Akşam sofradan sonra Ferdi, her zamanki gibi televizyonun karşısında oturmuş, elindeki bardaktan yudum yudum çay içiyordu. Günün yorgunluğu yüzüne çökmüş ama o yorgunluğu bastıran başka bir düşünce, başka bir hal vardı sanki. Eşi mutfaktan çıkıp yanına yaklaşınca, sesinde alışılmadık bir tedirginlik sezdi.
“Ferdi,” dedi kadın, çekinerek. “Kızımızla ilgili konuşmamız gereken bir şey var.”
Ferdi kaşlarını hafifçe kaldırdı, televizyonun sesini kısıp eşine döndü. “Ne oldu, bir şey mi var?”
Kadın önce gözlerini kaçırdı, sonra cesaretini toplayıp bakışlarını kocasıyla buluşturdu. “Kızımızın… bir erkek arkadaşı var. İlişkileri ciddileşmiş. Bizimle tanıştırmak istiyor.”
Ferdi, bir an nefes almayı unutur gibi oldu. Bardak elinde sabit kaldı, gözleri dalıp gitti. Cümle, odanın içine bırakılmış ağır bir taş gibiydi.
“Ne demek erkek arkadaşı?” dedi, sesi ne öfkeli ne sakin; sadece anlamayan bir insanın şaşkınlığıyla.
Kadın, “Bir süredir birlikteymişler. Düşünceleri ciddi,” diye ekledi.
Ferdi’nin yüzünde, gururla korku arasında gidip gelen bir ifade belirdi. Gözlerinin kenarındaki çizgiler daha da belirginleşti; sanki yıllar bir anda yüzüne çökmüştü.
“Ciddi…” diye tekrar etti kendi kendine. “Bizim kız…” Sesindeki kırılma, eşinin kalbine dokundu.
Ferdi ağır ağır doğrulup pencereye yöneldi. Dışarı, apartmanın otoparkında park etmiş arabalara, sokak lambasının solgun ışığını süzdü. Uzun süre konuşmadı. İçinde, tam tarif edemediği bir şey, önce yakıyor sonra sızlatıyordu. “Küçücük kızdı,” dedi, fısıltı gibi. “Okula götürürdük, bahçede koşardı… Daha dün gibiydi.”
Eşi yanına gelip omzuna dokundu. “Büyüdü Ferdi. Hem iyi büyüdü. Bizim sayemizde.”
Ferdi başını salladı ama gözleri hâlâ ufka dalmıştı. “Ben… onu hazır değilim bırakmaya,” dedi. Sesinde öfke yoktu; sadece çaresiz, incinmiş bir baba vardı.
Kadın derin bir nefes aldı. “Bırakmak değil bu. Yanına biri daha eklemek. Belki de kızımız mutlu olacak.”
Ferdi gözlerini kapatıp başını geriye yasladı. İçinden bir cümle geçti; kimseye söylemedi: “Benden başka kimsenin onu bu kadar sevmesine alışmam zor.”
Sonra, ağır adımlarla masaya döndü. Bardaktaki soğumuş çayı bir dikişte içti. “Tamam,” dedi, kısa ve sert olmayan bir sesle. “Gelsin. Tanışalım.”
Ama gözlerinde, yaşanmamış konuşmaların gölgesi vardı. Bazen kabulleniş, yüzeyde bir kelimeye sığsa da, derinlerde yanan bir vedadır.
Ferdi, bir hafta içinde iki büyük duyguya birden sığınmak zorunda kaldı; mutlulukla hüzün, aynı sofrada yan yana oturmuş, onu kendi arasında bırakıyordu.
Kızı, üniversiteden mezun olmuştu. O gün, kep havaya fırladığında Ferdi’nin gözleri doldu; içinden taşan gururu tutmakta zorlandı. Tribünde otururken, yıllar önce okulun bahçesinde koşan o sarı saçlı çocuğu düşünmeden edemedi. Zaman, dedi içinden, ne çabuk geçtin…
Mezuniyet töreninde herkes kahkahalar atarken Ferdi’nin yüreğinde bir başka ses konuşuyordu: “Artık bana ihtiyaç duymayacak mı?”
Henüz o soruya cevap bulamamışken, aynı hafta kızının nişanı yapıldı. Ev, akrabaların, tebriklerin, fotoğrafların ve kahkahaların arasında bir çiçek bahçesi gibiydi. Göz kamaştıran ışıkların altında, kızı yeni nişanlısının elini tutarken, Ferdi bir anlığına kendini dışarıdan baktığını hissetti. Bizim kız… artık bir başkasının dünyasına gidiyor.
Bir ara kalabalıktan uzaklaşıp balkona çıktı. Elinde fincan, avucundaki kahve hemen soğudu. İçeride müzik, gülüşler, tebrikler; dışarıda gecenin serinliği ve duru bir sessizlik vardı.
Arkasından eşi geldi, hafif bir tebessümle. “Gururlusun, biliyorum,” dedi.
Ferdi başını salladı. “Hem gururluyum… hem de içim yanıyor.”
Eşi, omzuna dokundu. “Bu böyle olmalıydı. Büyüdü, güçlendi. Senin sayende.”
Ferdi, gözlerini kaldırıp içeriye baktı; kızı, yüzündeki heyecanla kalabalığa gülümseyerek bakıyordu. O an, içindeki fırtına biraz dindi. “Mutlu olsun da… benim ödülüm odur.”
Sonra sessizce ekledi: “Ama şu bir haftayı… bir daha yaşamak istemem. Bu kadar duyguyu bir ömre yaymak lazım, bir haftaya değil.”
Eşi güldü, gözlerinde hafif bir yaşla. “Hayat öyle yapmaz işte. Bir anda büyütür, bir anda alır.”
Ferdi, derin bir nefes aldı, boğazındaki düğümü yutkunarak. “Her şey çok hızlı oldu,” dedi. “Ben hazır değildim.”
Kızı o sırada balkona doğru döndü, göz göze geldiler. Genç kız, babasına öyle bir gülümsedi ki, yıllardır süren bütün mücadeleler, bütün yorgunluklar, bütün uykusuz geceler tek bir saniyede anlam kazandı. Ferdi o anda anladı: Baba olmak, kaybetmeden önce sevinmeyi öğrenmektir.
Ve o gece, mutluluk ile hüzün, gözyaşı ile kahkaha, aynı sofrada oturdu; Ferdi ise ikisinin arasında, sessizce baba olmanın ağırlığını omzunda taşıdı.
Bir ay sonra kızı baba evinden çıktı ve koca evine gitti. O kapıdan çıkış, bir aile sahnesinin kapanışıydı. O andan sonra, babasının hikâyesi yavaşça arka plana çekildi; kızının hikâyesi, kendi kararlı adımlarıyla sahneye çıktı. Artık kız değildi; bir kadın, bir eş, ve kısa sürede mesleğinde güçlü bir avukat oldu. Eşiyle birlikte açtıkları hukuk bürosu kısa zamanda başarıyla doldu. Dosyalar, duruşmalar, müvekkiller, imzalar… Hayat, onlardan hız kesmeden talepkâr davranıyordu.
Hukuk bürosunu kapatmalarına az bir zaman kala aldığı son dosyalardan biri, hayatının en ağır yüklerinden biri oldu. Müvekkili, ince yapılı, sessiz, gözleri sürekli yere bakan genç bir kadındı. Yıllarca eşinden gördüğü işkenceler, darpler, aşağılamalar, eve hapsedişler ve kimsenin bilmediği karanlık geceler…
Bir gün, bu cehennem döngüsü yine başladığında, kadın eline geçirdiği ilk nesneyle kendini savunmuş, adam yere yığılmış, bir daha kalkmamıştı.
Kadın, “Öldürdüm” demedi. “Ben onu durdurdum” dedi.
Çünkü öyleydi; hayatta kalmak için, ölmek zorunda bıraktığı bir adam vardı.
Ferdi’nin kızı, uzun yıllardır tanık olduğu hiçbir dava karşısında gözünü kırpmamış, acıyı profesyonelliğin arkasına saklamayı öğrenmişti. Fakat bu dava, diğerleri gibi değildi. Çünkü müvekkilinin anlattığı her gece, ona çocukluğundan beri duyduğu o eski ninnileri hatırlatıyordu; anne sıcaklığını, baba güvenini, aile denen yuvanın kutsallığını… Ve o kadın, bir yuva değil, bir zindan içinde yaşamıştı.
Görüşme odasında bir gün, kadın ellerini dizlerine sıkı sıkı bastırarak şöyle demişti: “Keşke ölmeseydi. Keşke beni öldürmeseydi… yıllar önce.”
Bu söz, avukatın içine çivi gibi saplandı. Savunma hazırlarken satır aralarında hep bu cümle dolaştı. Yasal metinler, maddeler, içtihatlar; hepsi kağıt üzerinde soğuktu. Ama insan, kanlı canlı bir hikâyeydi.
Duruşma günü salonu dolduran sessizlik, kadının yıllarca içine attığı çığlık gibiydi. O gün beraat olmasa bile, ceza “hak edilmiş bir özgürlük” gibi hafifletildi. Kadın cezaevine gidecekti, evet; ama en azından artık her gece ölmeyi beklemeyecekti.
Duruşma sonrası, kadın avukat arabasına bindiğinde direksiyona yaslanıp uzun süre ağladı. Meslek hayatında ilk kez.
Bir insanın kazanmasının, kaybetmesi anlamına geldiği bir dava görmüştü.
O akşam eve döndüğünde eşi televizyon izliyordu. Yanına oturmadı.
Pencereden dışarı baktı, elleri titriyordu.
Koca evinden, cezaevine… Bir kelime oyunu değil, bir kader çarpmasıydı bu.
O dosya kapanmıştı, ama içindeki yara kapanmamıştı. Çünkü o gün, bir kadının elinden alınmış bir ömrü savunduğunu fark etmişti. Ve o fark ediş, hukuk bilgisinden daha ağır bir yük bırakmıştı yüreğinde.

Yıllar içinde bir erkek, bir de kız çocukları oldu. Her doğum, evin içinde tekrar eden bir mucize gibiydi; sevinç, yorgunluk, korku, umut… Evlilik büyüdü, aile büyüdü, ev büyüdü. Artık geniş, ferah bir evleri, yazlıkları ve ikisinin ayrı ayrı arabaları vardı. Hayat, hem narin hem hızlıydı.
Koşturarak geçirdikleri yılların içinden bir gün durup bakmak istediklerinde, ömürlerinin büyük bir kısmının çoktan akıp gitmiş olduğunu fark ettiler. Henüz ne olduğunu tam anlayamadan, çok sevdiği annesini ve babasını peş peşe toprağa verdi. Mezarlıkta toprağın serin kokusu, içindeki çocukluğu da sessizce gömdü. O gün anladı: Bir insan, anne ve babası gittikten sonra büsbütün büyür.
Zaman hiç durmadı. Oğlu ve kızı büyüdü, üniversitelerini bitirdi ve kendi hayatlarını kurdular. Evin içinde bir zamanlar yankılanan çocuk sesleri, neşeli bağırışlar, koşuşturmalar; yerini sakin, sessiz ve dingin bir yaşlılığa bıraktı. Saçları bembeyaz olmuş, dizleri artık eskisi gibi taşımayan iki yaşlı insan, avukatlık ofisini çoktan kapatmış, evin salonunda karşılıklı oturur olmuşlardı.
Bir gün, adam televizyonun karşısındaki koltukta, kumandayı elinden düşürmüş halde uyukluyordu. Kadın, mutfaktan gelip onu görünce içten içe gülümsedi. “Haydi, kalk,” dedi yumuşak bir sesle. “Yatağa geç. Orada uyu.”
Cevap bekledi. Gelmedi. Bir kez daha seslendi, bu kez hafif bir telaşla.
“Bak duyuyor musun? Kalk, üşüyeceksin.”
Adam kıpırdamadı.
Kadın yaklaşarak omzuna dokundu. Hafifçe itti. Bu küçük dokunuşla adamın bedeni, sağ tarafa doğru yavaşça kaydı ve koltuğun yan kolçağına yığıldı.
İlk çığlığı atamadı. Boğazı düğümlendi. Kelimeler, sesler, duygular; hepsi bir anda birbirine karıştı. Sadece bakabildi. Bir zamanlar genç, güçlü, inatçı adam; dünyalara kafa tutan koca; iki çocuğun babası; onun ömrünün yoldaşı… sessizce gitmişti. Tıpkı annesi gibi, babası gibi; dünyasından önce o gitmişti.
Evin içi, o an tuhaf bir boşlukla doldu. Havanın bir tarafı eksildi. Kadın, dizlerinin titrediğini hissederek yanına çöktü. Parmaklarını onun soğuyan eline koydu; öylece kaldı.
Zaman, bir kez daha öğretmişti: Sevdiklerimiz, ardımızda bir boşluk bırakıp gider. Biz ise, geride kalanlar olarak, o boşluğun içinde yaşamaya devam ederiz.
Ve kadın, bir kez daha anladı ki, hayat dediğimiz şey; başlarken dolu, biterken sessizdir.
Eşini son yolculuğuna uğurladıktan sonra ev, üzerine ağır bir sessizlik gibi çökmüştü. Yıllarca aynı çatıyı paylaştığı adam artık yoktu; eşyaların, duvarların, hatta kapıların bile boşluğu vardı. Çocukları ara sıra ziyaretine gelse de bu kocaman evde, tek başına yaşamaya alışamıyordu. Akşamları televizyonun sesi bile yalnızlığına çare olmuyor, geceleri uyuduğu odada yankılanan hatıralar onu susturuyordu.
Bir gün oğlu uğradığında, annesinin yorgun yüzünü görünce daha fazla içine atamadı. Mutfağın küçük masasına karşılıklı oturdular. Oğlu, kelimeleri seçerek konuştu:
“Anne,” dedi, “bu ev artık sana iyi gelmiyor. Biz evi satalım. Sen de bizim yanımıza taşın. Hem biz kiradan kurtuluruz hem de sen yanımızda olursun. Sen bizimle ol, yalnız kalma.”
Kadının boğazı düğümlendi. Evi satmak, sadece bir mülkten vazgeçmek değildi; bütün bir geçmişi, iyi kötü hatıraları geride bırakmak demekti. Ama oğlunun gözlerindeki kaygıyı görünce, kendi kırılganlığını saklayıp başını hafifçe salladı.
İçinden geçirdiği tek cümle şuydu: “Belki de artık geçmişin yükünü bırakma zamanı gelmiştir.” Koca evinden evlat evine taşındı.
Oğlunun evinde altı ay kaldıktan sonra kızı geldi ve annesini kendi evine götürmek istedi. Zaten bunca zaman, geliniyle yaşadığı ufak tefek sürtüşmeler büyümeye başlamış, evdeki hava giderek daralmıştı. Kadın, kimseyi rahatsız etmek istemese de, her gün biraz daha yabancı hissediyordu kendini.
Kızının evine taşındığında bir umutla içinden “Belki burada daha huzurlu olurum,” diye geçirdi. Fakat kısa süre içinde bunun da mümkün olmadığı anlaşıldı. Torunların bitmek bilmeyen yaramazlıkları, damadının evdeki her şeye bir kusur bulup homurdanması, kadının yorgun ruhunu daha da örseledi. O evde de bir misafir, bir yük gibi hissetmeye başlamıştı.
Bir akşam, dolmuş gibi hissettiği bir anda, sessizce kararını verdi: Hiçbir çocuğunun hayatına gölge düşürmek istemiyordu. Ne kimseye yük olmak ne de kırgınlıklar biriktirmek…
Ertesi gün oğlunu çağırdı. Kızını da yanlarına oturtarak mutfak masasının etrafında toplandılar. Yüzünde hem huzurlu hem kararlı bir ifade vardı.
“Ben karar verdim,” dedi sakin bir sesle. “Huzurevine gitmek istiyorum.”
Oğlu irkildi, kızı şaşkınlıkla gözlerini açtı. İkisi de aynı anda itiraz etmek istedi, ama kadının gözlerindeki kararlılığı görünce sustular. O, hayatında ilk defa kendi için bir karar veriyordu; kimseye yük olmadan, kimseye hesap vermeden…
İçinden geçirdiği cümle ağır ama huzurluydu: “Belki de insan, ömrünün sonunda bile kendi evini kendi seçmeli.”,
Huzurevine yerleştikten sonra ilk günler, alışma telaşıyla geçti. Odasına yerleştirdiği birkaç eşya, eski bir çerçevenin içindeki aile fotoğrafı, yıllanmış hatırası olan bir saat, gençliğinden kalma işlemeli bir örtü, küçük ekran bir televizyon, o odayı bir kurum odası olmaktan çıkarıp yeni bir yuvaya dönüştürdü. Kendi seçtiği perdeler, küçük bir kütüphane, sessizliği bozmayan hafif bir radyo… yıllardır aradığı dinginlik ilk kez bu kadar somutlaşmıştı.
Günler geçtikçe çevredeki yüzler yabancılığını kaybetti. Benzer hikâyelere sahip insanlar, kırık dökük anılar, yaşanmışlıklarla dolu gözler…
Kadın, burada kimseye yük değildi; kimse de ona yük değildi. Sohbetler, kahkahalar, bazen sessiz ağlayışlar… her şey doğal, her şey insanca yaşanıyordu.
Kısa sürede bir iki dost edindi. Akşamüstleri bahçedeki banklara oturup çay içerler, eski günleri anlatırlar, bazen sadece rüzgârın ağaçlara değen sesini dinlerlerdi. Yalnızlık bu kez acıtmayan, içini kemirmeyen bir yalnızlıktı; kendi kabuğunda, kendi ritminde bir yalnızlık…
Geceleri odasına çekildiğinde kitap okur, radyodan türküler dinler, Küçük televizyonunda haberleri ya da kadın programlarını izlerdi. Kimse ondan bir şey beklemiyordu, hiçbir düzeni bozmuyordu, kimseye açıklama yapmak zorunda değildi. Ne torun bağırışları ne damat homurtuları ne kırılgan dengeler…
“Demek huzur böyle bir şeymiş,” diye düşündü bir gece, pencerenin önünde otururken. “Kimsenin kalbini kırmadan, kimsenin seni kırmasına izin vermeden, sessizce yaşamak…”
Zamanla yüzü yumuşadı, gözlerindeki yorgunluk azaldı. Gülümsemesi içten, adımları daha hafifti. Huzurevi adının gereğini ilk kez ona vermişti; o da yıllar sonra ihtiyacı olan huzuru gerçekten bulmuştu.
Aradan aylar geçmişti. Huzurevinin ritmi kadın için artık tanıdık bir şarkıya dönüşmüştü. Sabahları erken uyanıyor, koridorda yavaş adımlarla yürüyüş yapıyor, ardından çiçeklerin gölgesine sığınarak gazeteyi okuyordu.
Başlangıçta kızı ve oğlu hemen her hafta uğruyor, sofrada yapılan sohbetler, getirilen ev yemekleri, neşeli torun sesleri odasını dolduruyordu. Her vedada içi cız eder, fakat “Ben iyiyim, merak etmeyin,” demeyi ihmal etmezdi.
Ne var ki son zamanlarda ziyaretlerin arası açılmaya başladı. Önceleri “Yoğunlardır,” diye düşündü, sonra “Her şeyin bir temposu var, gençler hayat telaşında,” diye teselli etti kendini. Telefonlar kısa, mesajlar yüzeysel, ziyaretlerse ayda bire düşmüştü.
Akşamları bahçedeki arkadaşlarıyla otururken yüzündeki neşeli ifade yerini hafif bir dalgınlığa bırakıyordu. Sohbeti dinliyormuş gibi görünse de aslında aklı başka bir yerdeydi: “Neden gelmediler? Yoksa ben mi bir şey yaptım? Unutuldum mu?”
Bu düşünceleri kimseye söylemedi. Söylemek istemedi. Çünkü içinde bir sızı vardı ve bunu dile getirirse büyüyeceğinden korkuyordu.
Bir gün oda arkadaşlarından biri, çayını yudumlarken, göz ucuyla ona baktı ve şefkatle, “Biz artık çocukların değil, hatıraların misafiriyiz,” dedi.
Kadın, bu cümlenin ağırlığını günlerce taşıdı. Yine de şikâyet etmedi. Aramadı. Üstüne gitmedi.
Sadece pencereden dışarıyı seyrederken, arabalarının bahçeye girip girmediğini kontrol etme alışkanlığını bir türlü bırakamadı.
Bir sabah, huzurevinin yemek salonunda her zamanki sandalye boştu. Masadaki arkadaşları önce geciktiğini düşündüler; belki uykusu ağır basmıştı, belki de koridorda birilerine takılmıştı. Ama vakit ilerledikçe içlerine ince bir huzursuzluk sızdı. “Bir bakın,” dedi içlerinden biri, sesi neredeyse duyulmaz bir kaygıyla.
Görevli merdivenleri telaşla çıktı, kadının odasının kapısını iki kez tıklattı. Yanıt gelmeyince kapıyı yavaşça araladı. İçeri girer girmez bir sessizlik vurdu yüzüne. Kadın yatağında sırtüstü yatıyordu; yüzünde derin, dingin bir gülümseme vardı. Ellerini göğsünde birleştirmiş, başının yanında kitabı açık duruyordu. Sanki az önce sayfalarını çevirip, sevdiği bir cümlede duraklamış ve sonra o cümlenin içindeki huzura sığınmıştı.
Görevli yavaşça yanına yaklaştı. Küçük bir sesle adını seslendi. Cevap alamayınca elini omzuna koydu. Tenindeki soğukluk ile gülümsemesi arasındaki tezat, içini burktu. Bu, korkuyla değil, dirençle değil, telaşla değil; kabullenişle, yumuşak bir vedayla gelen bir gidişti.
Kadın, sanki hayatının bütün yorgunluğunu o gece üstünden silmiş, sevdiklerinden geriye kalan hatıralara son bir kez bakmış ve gözlerini öyle kapatmıştı.
Kimseye yük olmadan, kimseyi telaşa düşürmeden, sessizce, zarifçe… Gündüzün ilk ışıklarıyla birlikte, hüznü de huzuru da içinde taşıyan o gülümsemeyle sonsuzluk uykusuna dalmıştı.
Baba evinden koca evine, oradan çocuklarının evlerine; en son huzurevinin sessiz odasına taşınıp durdu. Ömrü boyunca adresleri değişti, kapıları değişti, insanları değişti. Kimileri gibi cezaevine düşmedi ama o da hayatın cezasını evden eve sürgün edilerek çekti.
Demek ki bir adı vardı; Kadın ama evi hiç olmadı.
Şimdi, yüzündeki o huzurlu tebessümle, belki de ilk kez gerçekten kendine ait bir eve kavuştu. Taşınmak zorunda olmadığı, kimsenin kaldırıp götürmeyeceği, sonsuz bir yuva…
Ve belki de nihayet, bu dünyada arayıp durduğu yer, öteki tarafta onu bekliyordu.

5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü Kutlu Olsun!

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar