HUZUR HAKKI
Son günlerde evde huzur kalmamıştı. Neredeyse her gün küçük ya da büyük bir tartışma yaşanıyordu. Hikmet, bütün bu gerginliklerin gelip geçici olduğunu, sadece günlük sıkıntılardan kaynaklandığını düşünmekteydi. Ancak içten içe bir şeylerin eskisi gibi olmadığını da hissediyordu.
Sabah olduğunda, her zamanki gibi erkenden kalktı. Okula gitmeden önce kızıyla birlikte kahvaltı etmek istiyordu. Mutfak kapısını açtığında, kızının buzdolabından çıkardığı zeytin, peynir ve birkaç kahvaltılığı masaya dizdiğini gördü. Feride’nin ortalarda olmaması dikkatini çekti. Demek ki, dünkü tartışma onu epey sinirlendirmişti; belli ki bu sabah kahvaltıyı hazırlamaya gönlü olmamıştı.
Hikmet, sessizce çaydanlığa su doldurup ocağa koydu. Ardından dolaptan iki yumurta çıkardı, küçük bir tencereye yerleştirip ocağın diğer gözüne bıraktı. Kızı Serpil’in hazırladığı domates, biber ve salatalıkları yıkayıp doğradı. “Evliyim ama bekar gibi yaşıyorum,” diye geçirdi içinden, hafif bir buruklukla.
Bir süre sonra çay demlendi, yumurtalar haşlandı. Masayı hazırlayıp bardaklara çay doldurdu. O sırada Serpil okul çantasını toparlamış, sessizce mutfağa gelmişti. İkisi de çok konuşmadan kahvaltıya oturdular. Baba-kız arasındaki o kısa sessizlik, evin duvarlarına sinmiş gerginliği daha da belirginleştiriyordu.
Kahvaltı bitince Serpil tabakları toparladı, bulaşıkları makineye yerleştirdi. Ardından babasıyla birlikte apartmanın önünde duran arabaya geçtiler. Hikmet kontağı çevirirken, “Annen sanırım biraz rahatsız, o yüzden kahvaltıyı hazırlayamadı,” dedi, kızı üzülmesin diye.
Serpil ise başını çevirdi, pencereden dışarıya baktı. Annesinin kahvaltıyı neden hazırlamadığını çok iyi biliyordu. Dünkü büyük tartışma, sabahın sessizliğine kadar uzanmıştı.
Hikmet her sabah, kızıyla birlikte evden çıkar, kendisinin de öğretmeni olduğu okula giderdi. Gün boyu okulda vakit geçirir, akşam olduğunda yine birlikte eve dönerlerdi. Baba-kızın bu kısa yolculukları, çoğu zaman sessiz ama huzurlu geçerdi.
Hikmet’in bir de oğlu vardı. Hakan, o, başka bir lisede öğleden sonraları derse giderdi. Sabahları ise annesiyle birlikte evde kalır, derslerini yapar, fırsat buldukça annesiyle çarşıya ya da pazara giderdi. Aralarındaki bağ oldukça güçlüydü; birbirlerini iyi anlar, küçük şeylerle mutlu olurlardı.
Feride, kız meslek lisesinden mezun olduktan sonra eğitimine devam etmiş, bir süre stilist olarak çalışmıştı. Ancak oğlu doğunca işine ara vermek zorunda kalmış, “Bir süre sonra tekrar başlarım,” diye düşünmüştü. Fakat hayat, planladığı gibi gitmedi. Araya çıkan küçük aksilikler, ailevi sorumluluklar ve zamanla büyüyen çocuklar derken, işe bir türlü yeniden başlayamadı. Kızı dünyaya geldiğinde ise artık kararını vermişti: Çocuklarına ve evine adanmış bir hayat sürecekti.
Hikmet, öğretmenliğinin yanı sıra oturdukları apartmanın yöneticiliğini de yapıyordu. Bu görevden aldığı küçük huzur hakkı parasını, aile bütçesine katkı olsun diye bir kenara koyardı. Maddi anlamda büyük bir getirisi olmasa da Hikmet için bu iş bir sorumluluktu; düzeni severdi, her şeyin belli bir kural çerçevesinde yürümesini isterdi.
Ne var ki, bu görevini yürütürken kimi zaman öğretmenlikten gelen alışkanlıklarını da beraberinde getirirdi. Karşısındaki ister apartman görevlisi ister komşusu olsun, çoğu zaman emrivaki bir üslup takınırdı. Belki farkında bile değildi ama konuşurken sınıfındaki öğrencileriyle hitap eder gibi davranıyordu. Bu durum, özellikle apartman görevlisinin ve bazı komşuların hoşuna gitmiyordu.
Oysa apartman sakinleri, onu ilk seçtiklerinde farklı düşünmüşlerdi. “Okumuş, kültürlü bir adam… Nasıl olsa bu işleri iyi idare eder,” demişlerdi kendi aralarında. Başlangıçta herkes ondan memnundu, ancak zamanla bu memnuniyet yerini sessiz bir rahatsızlığa bıraktı.
Son aylarda ise apartmandaki huzursuzluk büsbütün artmıştı. Hikmet’in evinden yükselen tartışma sesleri, gecenin sessizliğinde koridorlara kadar yayılıyor, komşuların dikkatinden kaçmıyordu. Artık sadece yöneticilik tarzı değil, evindeki çatışmalar da apartmanda konuşulur olmuştu.
Akşama doğru son ders zili çalmıştı. Serpil, okul bahçesinden çıkıp babasının arabasının yanına geldi ve her zamanki gibi onu beklemeye başladı. Kısa süre sonra Hikmet de elinde birkaç kâğıtla göründü, sessizce arabaya bindi.
Eve dönüş yolunda, arabada derin bir sessizlik hâkimdi. Serpil, camdan dışarıyı izliyor, babasının yüzündeki yorgunluğu fark ediyordu. Bir süre sonra Hikmet aniden konuşmaya başladı:
“Bu öğrencilerde artık eski saygı kalmadı! Her geçen gün biraz daha haylazlaşıyorlar!”
Sesi öfkeyle yükselmişti. Serpil irkilip babasına baktı. Onun bu kadar sinirlenmesine şaşırmadı ama içten içe, “Sanırım evdeki gerginlik, okulda da etkisini gösteriyor,” diye düşündü. Belki de haklıydı babası; her şey üst üste geliyordu son zamanlarda.
Apartmanın önüne geldiklerinde Hikmet hâlâ sinirliydi. Arabadan indi, kapıyı sertçe kapattı. Anahtarı çevirdi, kapıyı kilitleyip kızıyla birlikte apartmana girdi.
Koridorda görevli paspas yapıyordu. Hikmet, daha içeri girer girmez, sert bir ses tonuyla,
“Şu paspası sık sık yıkasan iyi olur! Böyle yaptığın sürece kiri bir uçtan alıp öbür uca götürüyorsun,” dedi.
Görevli kısa bir duraksamadan sonra, “Dediğiniz gibi yaparım hocam,” diyerek başını yana çevirdi.
Hikmet asansöre yöneldi, ama bir an sonra durdu, geriye döndü.
“Bu aynanın hâli ne böyle? Bugün silmedin mi bunu?” diye söylendi.
Oysa görevli aynayı birkaç dakika önce silmişti. Hikmet’in öfkesi, artık küçük detaylarda bile kendini belli ediyordu.
Dairenin kapısını açtıklarında içeriden yemek kokuları değil, sessizlik yayıldı. Feride mutfakta, ocağın başında duruyordu. Ne Hikmet’e ne de Serpil’e dönüp baktı; sadece, “Yemek hazır olmak üzere, Hakan’da gelsin masayı hazırlarım” dedi kısa bir sesle.
Hikmet ayakkabılarını çıkarırken homurdandı, “Bu evde insanın içi ısınmıyor artık,” diye mırıldandı ama Feride duymamış gibi davrandı. Serpil ise her zamanki gibi sessiz kaldı; aralarına sıkışıp kalmıştı.
Mutfak masasına dört tabak konmuştu. Feride, elindeki kaşığı tencereye daldırırken, Hikmet televizyonun sesini açtı. Haberlerde yine öğretmenlerle ilgili bir tartışma vardı. Hikmet’in kaşları çatıldı, “Her gün aynı şey… Öğretmenleri hedef gösteriyorlar. Kim uğraşacak bu çocuklarla, bu velilerle!” dedi.
Feride, sabrını zorlayarak cevap verdi:
“Hikmet, yorgunsun belli. Boş ver haberleri, gel otur istersen senin yemeğini doldurayım ye.”
“Yorgun olmasam da ne değişecek?” dedi Hikmet, sesi bu kez daha yumuşaktı ama içinde kırgınlık vardı. “Okulda saygı kalmamış, evde huzur… Her şey üstüme üstüme geliyor.”
Feride başını kaldırmadan, “Sen de herkese öğretmen gibi davranıyorsun. Belki de biraz fazla ciddiye alıyorsun her şeyi,” dedi.
O an masada bir sessizlik oldu. Serpil, babasının yüzüne baktı; o bakışta hem endişe hem de alışkanlıktan gelen bir kabulleniş vardı. Hikmet, kaşığını eline aldı ama yemeğe başlamadı. Gözleri dalmış, uzaklara bakıyordu. Bu sırada Hakan’da geldi üzerini değiştirip elini yüzünü yıkadıktan sonra masaya oturdu.
Feride o an içinden geçirdi: “Bu evde artık konuşulan her kelime, bir duvar gibi örülüyor aramıza.”
Yemek sessizce bitti. Herkes kendi odasına çekildi. O gece, evin içinde yankılanan tek ses, arada bir esen rüzgârın pencereye vurduğu hafif uğultuydu.
O gece ev sessizdi. Hikmet, salondaki koltuğa uzanmış, televizyonun sesini kıstıktan sonra dalıp gitmişti. Hakan ve Serpil odalarında ders çalışıyor, ara sıra kalemlerinin ucu kâğıda sürtündüğünde çıkan cızırtı, sessizliğin içinde yankılanıyordu. Feride ise mutfakta tek başına bulaşıkları makinaya yerleştiriyor, bazılarını elinde yıkıyordu. Köpüklerin arasında suyun yansıması, yüzündeki yorgun çizgileri daha belirgin gösteriyordu.
Bir süre sonra ellerini kuruladı, sandalyeye oturdu. Derin bir nefes aldı. “Ne ara bu kadar uzaklaştık?” diye düşündü kendi kendine. Bir zamanlar birlikte kurdukları hayalleri, ilk ev aldıklarında hissettikleri mutluluğu hatırladı. Hikmet o zamanlar gülümserdi, hatta en küçük şeylere bile sevinirdi. Şimdi ise sürekli bir öfke, bir telaş içindeydi.
Feride bunun sadece yorgunlukla açıklanamayacağını biliyordu. Hayatın yükü, sorumluluklar, geçim sıkıntısı… Hepsi üst üste binmişti. Ama bir şey daha vardı: Konuşamamaları. Artık aynı evde yaşayan ama birbirine dokunmayan iki yabancı gibiydiler.
Gözleri mutfaktaki küçük saate takıldı. Akrep ve yelkovan gece yarısına yaklaşmıştı. İçinden geçenleri susturmak istercesine hafifçe başını iki yana salladı. “Ben de hata yaptım,” diye geçirdi aklından. “Onun öfkesine sessizlikle karşılık verdim. Belki konuşsaydım, belki biraz anlayış gösterseydim bu kadar büyümezdi aramızdaki duvar.”
Bir anda gözleri doldu. Tezgâhın kenarına yaslandı, ellerini yüzüne kapattı. Ağlamamaya çalıştı ama boğazına oturan düğüm izin vermedi.
“Bir zamanlar beni güldüren adam, şimdi her sözüyle içimi acıtıyor,” dedi fısıltıyla. Sonra başını kaldırıp tavana baktı. “Belki de herkes kendi sessizliğinde kayboluyor bu evde.”
O sırada salondan televizyonun parlayan ışığı mutfağın kapısına vuruyordu. Hikmet uyuyakalmıştı. Feride yavaşça kalktı, üzerini örttü. Ardından mutfaktaki ışığı kapatarak odasına geçti.
Yatağa uzandığında gözlerini tavana dikti. Düşünceler birbirine karışıyordu. “Böyle mi olacaktı? Her gün biraz daha uzak, her gün biraz daha sessiz…” diye mırıldandı.
Sonra göz kapakları ağırlaştı. Uykuya dalarken, içinden bir cümle yankılandı:
“Belki de evlilik, bazen sevmekten çok sabretmeyi öğrenmektir.”
Derken odanın kapısı birden hızla açıldı. Feride irkilip yatağında doğruldu. Hikmet, yüzü asık, gözleri öfkeyle dolu halde içeri girdi.
“Bu da ne demek oluyor?” diye bağırdı. “Ben kanepede uyuşup kalmışım, belim tutulmuş! Sen burada koca yatakta tek başına rahat rahat uyuyorsun öyle mi?”
Feride neye uğradığını şaşırdı. Sesi titreyerek, “Ben… ben seni rahatsız etmeyeyim diye…” diyebildi ancak.
Hikmet sözünü kesti:
“Rahatsız etmeyeyim miş! Evde iki kelime konuşmaz olduk, bari aynı yatağı paylaşalım dedim ama belli ki o bile fazla sana!”
Feride başını öne eğdi. Gözleri dolmuştu. “Hikmet, lütfen… tartışmayalım artık. Çocuklar uyanacak,” dedi sessizce.
Ama Hikmet’in siniri dinmemişti. “Zaten evde herkes benden kaçıyor. Ben konuşunca susuyorsunuz, ben susunca odalarınıza kapanıyorsunuz. Bu mudur aile olmak?”
O an Feride’nin içindeki sabır taşı çatladı. Derin bir nefes aldı, sonra sesini alçak ama kararlı bir tonda yükseltti:
“Ben senin öfkenle yaşamaktan yoruldum Hikmet. Her şeyi senin düzenine göre yapmaktan, sürekli yanlışmışım gibi hissetmekten yoruldum.”
Bir anlık sessizlik oldu. Hikmet’in göğsü hızla inip kalkıyor, nefesi öfkesine karışıyordu. Sonra birden sesi yeniden yükseldi.
“Ben konuşuyorum, kimse beni dinlemiyor! Bu evde artık bir saygı kalmadı!”
Onun bağırışı koridoru doldurmuştu. Gürültüye uyanan çocuklar odalarından çıktılar. Hakan gözlerini ovuşturarak babasının karşısına geçti.
“Gece yarısı ne istiyorsun annemden baba?” dedi titrek ama kararlı bir sesle. “Yeter artık, görmüyor musun kadının halini? Zavallı senin yüzünden ne hale geldi!”
Hakan’ın sesi çatallandı. O ana kadar hep sessiz kalan Serpil de dayanamayıp,
“Susun artık! Usandım bu kavgalardan, usandım bu huzursuzluktan!” diye ağlayarak kardeşinin yanına koştu.
Feride ellerini yüzüne kapattı, yorgun bir sesle,
“Bak gördün mü yaptığını Hikmet? Çocukları uyandırdığın yetmiyormuş gibi, şimdi komşulara daha da rezil olduk,” dedi.
O söz, Hikmet’in içinde patlamaya hazır bir fırtınayı serbest bıraktı. Bir an için göz göze geldiler. Feride’nin bakışları bu kez korkudan çok sitem doluydu. Hikmet Feride’nin yüzüne bir tokat atmış hırsını alamamış ona yumruk atmaya başlamıştı, Hakan ona engel olmak için üzerine atıldı.
O anda dışarıdan kapı zili çaldı. Ardından koridordan gelen ayak sesleri… Komşular sesleri duymuş, polisi aramışlardı.
Kapı açıldığında içeri giren polislerin soğukkanlı tavırları, o sıcak öfke anını bir anda dondurdu. Herkes sustu. Feride’nin gözlerinden yaşlar süzülüyordu; Serpil abisine sarılmış, hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordu. Hikmet ise olduğu yerde kalakalmış, ne yaptığını anlamaya çalışan bir hâlde başını öne eğmişti.
O gece, evin içinde yankılanan son ses, polislerden birinin alçak sesiyle söylediği cümleydi:
“Beyefendi, sakinleşelim. Lütfen bizimle gelin.”
Hikmet, polis aracının arka koltuğunda oturuyordu. Ellerini kucağında kenetlemiş, başını önüne eğmişti. Araç, gece yarısının karanlığında ağır ağır ilerliyordu. Ne siren sesi vardı ne de konuşan biri. Sadece tekerleklerin asfalta değdikçe çıkan tekdüze bir uğultu…
Bir ara camdan dışarı baktı. Sokak lambalarının solgun ışıkları, yüzüne vurdukça gölgesi cama yansıyor, sonra kayboluyordu. O anda, kendi yansımasına bakarken içinden geçen tek cümle şuydu:
“Ben ne yaptım?”
O evdeki bağırışlar, Feride’nin gözyaşları, çocuklarının korku dolu bakışları birer birer gözlerinin önünden geçiyordu.
“Bir zamanlar o kadına gülümseyerek evlenme teklifi eden adam bendim,” diye düşündü. “Şimdi ise çocuklarımın gözünde korkulan birine dönüştüm.”
Karakola vardıklarında görevliler onu sessizce içeri aldılar. Küçük bir odada oturması söylendi. Ne kimse ona bağırdı ne de bir şey sordu. O sessizliğin içinde kendi nefesinin sesini bile duyar gibiydi.
Başını ellerinin arasına aldı. Kendi kendine bir şeyler fısıldamaya başladı.
Sabaha karşı karakolun küçük penceresinden içeri gri bir ışık sızmaya başladı. Gökyüzü ağarırken Hikmet başını kaldırdı.
“Bazen insan en yakınlarına zarar vererek kaybeder her şeyi,” dedi sessizce. “Ve o zaman anlar, asıl yenilginin kendi içinde olduğunu.”
Sonra derin bir nefes aldı. O an, ilk kez öfkesinin ardında yatan o büyük boşluğu hissetti.
Kendine kalan tek şey, sessizlikti. Ama şimdilik.
Sabahın gri bir sessizliği çökmüştü kentin üzerine. Hava soğuktu, rüzgâr yavaş yavaş sokak aralarına doluyor, gece yaşanan kavganın yankılarını dağıtıyordu. Feride, çocukları ile birlikte Karakol’un bekleme salonunda idi. Yüzü solgundu. Göz kapakları sabaha kadar ağlamaktan şişmiş, dudakları titriyordu.
Serpil ürkekçe annesine sordu.
“Anne… Babama ne yapacaklar?” diye sordu kısık bir sesle.
Feride, boğazındaki düğümü yutkunarak bastırdı.
“Bilmiyorum kızım,” dedi. “Ama ne olursa olsun, artık kimse kimseye zarar vermeyecek.”
Hakan başını öne eğmişti. Gözlerini yerden kaldırmadan mırıldandı:
“Keşke dün gece o kadar bağırmasaydım. Belki babam bu kadar sinirlenmezdi.”
Feride oğlunun yüzünü ellerinin arasına aldı, yavaşça saçlarını okşadı.
“Hayır oğlum… Sen doğruyu söyledin. Bazen susmak, yanlışa ortak olmaktır.”
Tam o sırada kapı açıldı. İçeri bir polis memuru girdi. “Feride Hanım, birazdan üçünüzün de ifadesi alınacak. Sizleri yandaki odaya alalım dedi.”
Feride başını salladı. Çocuklarıyla birlikte içeri girdi. Küçük bir odada üçü yan yana oturdular. Sessizlik, duvarlardaki saat ve bilgisayar klavyesinin tıkırtısıyla bölünüyordu.
Feride, bundan sonra Hikmet’le birlikte olamayacağını uzun uzun düşündü ve karakola gelene kadar kararını verdi. Hikmet’ten şikâyetçi oldu ve mahkeme Hikmet’e on beş günlük uzaklaştırma kararı verdi.
Hikmet, Feride’nin evde olmadığı bir zamanda, bir zamanlar mutluluk dolu olan evine geldi ve kapıyı çaldı. Kapıyı Serpil açtı; evde yalnız olduğunu, annesi ve abisinin dışarıda bulunduğunu söyledi. Hikmet, gerekli eşyalarını topladı ve bir bavula ile birkaç kutuya yerleştirdi.
Bu sırada Serpil, babasının nereye gideceğini ve nerede kalacağını sordu. Hikmet, “Babaannenlerde kalacağım, sonra bakacağım,” dedi. Hikmet ve Serpil, uzaklaştırma kararının bir dönüşü olmadığını biliyordu. “Ben de seninle geleceğim,” dedi. Hikmet, “Annen ne der?” diye sorduysa da Serpil kararını vermişti. Kendi kıyafetlerini, eşyalarını, defterlerini ve kitaplarını topladı, ardından babasının arabasına yerleştirdi.
Serpil, annesi ve abisine bir not bıraktı. Notta, sık sık geleceğini, babasını yalnız bırakmak istemediğini ve okuluna her zaman babasıyla gidip geldiği için birlikte yaşamanın daha iyi olacağını yazdı. Böylece Serpil, babasıyla birlikte evden ayrıldı.
Feride ve Hakan eve geldiklerinde kapıyı açan olmadı. Feride, anahtarını çıkarıp kapıyı açtı ve aldıkları eşyaları mutfak masasının üzerine bıraktı. Bu sırada masanın üzerinde bulduğu notu okudu; yüreği burkulsa da kızının sık sık geleceğini bilmek, üzüntüsünü hafifletti.
Feride, notta yazanları Hakan’a da anlattı. Hakan odasına dönerek derslerinin başına geçti. Feride ise mutfağa geçip eşyaları yerleştirmeye ve yemek yapmaya başladı.
Günler sessizce akıp giderken, bir gün Feride’nin avukatından gelen telefonla sessizlik bozuldu. Boşanma işlemi tamamlanmış, hâkim eşlerin istekleri doğrultusunda kararını vermişti: Serpil babasıyla, Hakan ise annesiyle kalacaktı.
Feride telefonu kapattığında, evde bir sessizlik çöktü. Çocuklarının neşesi, sesleri ve koşuşturması artık yanında değildi. Bir yandan rahatlamıştı; oğlu ile huzur içinde yaşamlarına devam edeceklerdi. Ama öte yandan, içi tarifsiz bir boşlukla doluydu. Mutfağın sessizliği, odaların yalnızlığı, yıllarca paylaştığı anıların yankısı… Hepsi bir anda ağır bir yük gibi üzerine çökmüştü.
Feride derin bir nefes aldı, pencereden dışarı bakarken gözlerinde hem hüzün hem de kararlılık vardı. Geçmişin acılarını bir kenara bırakıp, kendi hayatını yeniden kurması gerektiğini biliyordu, sevgi ve umutla yeni bir başlangıç yapacaktı. Sadece Hikmetten aldığı nafaka ile geçinmek hem zordu hem de kendince bir uğraş ve iş bulmak istiyordu.
Serpil sık sık gelip gidiyor annesi ve abisi ile hasret gideriyordu. Okulların tatil olduğu bir zamanda gelip kendisinin ve babasının kalan eşyalarını da alacaklarını söyledi.
Serpil, kendisine bir elbise almak için girdiği butikte tezgahtarla birlikte elbiselere bakarken, butik sahibi Neriman Hanım yanlarına geldi. “Ben sizi bir yerden… ama çok eskiden tanıyorum,” dedi.
Feride dönüp Neriman’ın yüzüne baktı. “Bende sizi tanıyorum ama çıkaramadım… Acaba liseden mi, yoksa üniversiteden olabilir mi?” diye sordu.
Neriman gülümsedi: “Tabii ya, üniversiteden! Sen çok güzel elbise modelleri çizerdin. Ben Neriman.”
Feride kendisini tanıttı. Neriman, tezgahtara elbiseleri sonra göstermesini söyleyip, “Biz biraz sohbet edelim, sen bize iki kahve getir,” dedi ve Feride’yi atölyesine götürdü. İkili Neriman’ın masasının etrafında oturdu.
Neriman kendinden bahsederken, Feride de kısaca kendi hayat hikayesini anlattı ve evde boş oturmaktan ne kadar sıkıldığını söyledi. Neriman gülümseyerek sordu: “Hatırlıyor musun, okulda bir yarışma düzenlenmişti ve senin diktiğin gece elbisesi birinci seçilmişti. Hâlâ çiziyor musun?”
Feride başını salladı. “Uzun zaman önce bıraktım… Keşke bırakmasaydım,” dedi.
Neriman, Feride’ye bir teklifte bulundu: birlikte burada çalışmayı önerdi. Feride kahvesini yudumlarken biraz düşündü: “Yapabilir miyim… bilmiyorum,” dedi. Neriman, elinden tutup hemen yanlarında duran çizim masasına götürdü. Feride bir kıyafet çizimi gerçekleştirdi; Neriman “Harika!” diye alkışladı. Feride de kendi çizimini beğenmişti.
İkili anlaşmaya vardı ve Feride hemen ertesi gün işe başladı. İşler yoğun olduğunda evine bile tasarım götürür olmuştu; tasarladığı kıyafetler herkes tarafından beğeniliyordu. Hakan da annesiyle hem gurur duyuyor hem de onu takdir ediyordu.
Yaklaşık bir ay sonra okullar kapanmış, Zeynep ve Hikmet kiraladıkları bir pikapla kalan eşyalarını almaya gelmişti. Fikret, Hikmet’in eşyalarını zaten bir köşeye toplamıştı. Hikmet yine de kalan bir şey var mı diye kontrol etti.
Serpil eşyalarını toplarken, Hikmet salona geçip Feride ve Hakan’ın yanındaki bir koltuğa oturdu ve uzun süre sessiz kaldı. Birden, “Huzur… benim de hakkımdı,” dedi.
Feride şaşkınlıkla, “Ne huzuru?” diye sordu.
Hikmet kısa bir sessizlikten sonra yanıtladı: “Evde huzur…” ama sözünün gerisini getirmedi.
Feride sertçe karşılık verdi: “Sen o huzur hakkını kendin yok ettin, tıpkı apartman yöneticisi olarak aldığın huzur hakkı gibi.”
Serpil eşyalarının hazır olduğunu söylediğinde, Hikmet, Serpil ve Hakan eşyaları hep birlikte aşağıya indirip pikaba yüklediler.
Feride masasına dönerek çizim işine başladığında içinden mırıldandı: “Benim de huzur hakkım var ve şimdi onu kullanıyorum.”

































