SON DAKİKA
Reklam

1970 ACI YIL

1970 ACI YIL
A- A+

Yıl 1970…
Hiç yaşamak istemediğim bir yıl. Almanya, Türkiye’den işçi almaya başlayalı dokuz yıl olmuştu. Bütün bunları sonradan, yıllar sonra yaptığım araştırmalarda öğrendim.
Neden mi araştırdım? Çünkü ben yıllar sonra Almanya’da Almanya’nın o yıl benden aldığı birini arıyordum.
Sevdiğimi… Ve onun da beni sevdiğini çok iyi bildiğim birini.

Ben Zeliha’yı seviyordum, o da beni. Köyde, bağ yolunun kenarında, gözlerden uzak bir iğde ağacı vardı. Biz orada buluşurduk. İğdenin mis gibi kokusu altında, hayaller kurardık. Bir gün evleneceğimizi, çocuklarımız olacağını, birbirimizi tamamlayacağımız güzel bir hayat yaşayacağımızı söylerdik.

Bazen de harman yolunda, o sap taşırken karşısına çıkardım. Birden ben önünde belirince ürkerdi, ben de buna gülerdim. O ise bana her seferinde kızar gibi yapardı ama bilirdim gerçekten kızmazdı. Çünkü gönülden severdi beni.

İlkokulu köyde, ortaokulu ilçede birlikte okumuştuk. Liseyi ise vilayette… O kız lisesinde, ben de normal lisede. Ama fırsat buldukça görüşürdük; bazen okul dönüşlerinde, bazen de mektuplarla haberleşirdik.

Lise öğrenimimiz bitince köyümüze geri döndük. Tabii, babalarımızın sözü bizimkinden geçerli o zamanlar. Ben bağda, bahçede babama yardım edecektim. Ona gelince… “Kız kısmı okuyup da ne olacak, yarın bir gün koca evine gidecek” demişler. Böylece Zeliha’nın da benimde eğitim defterleri erkenden kapandı.

Zeliha artık evlenecek yaşa gelmiş bir genç kız sayılıyordu. O yüzden evden dışarı çıkamıyordu. Ben de onu göremiyordum.

Köy küçük, göz çoktu. Birinin bakışı, birinin sözü yetiyordu her şeyi altüst etmeye. Ona bir selam bile veremiyor, uzaktan gördüğümde bile kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu.

Haberleşmek istiyordum ama nasıl olacaktı? Ne mektup gönderebiliyordum ne de bir haber ulaştırabiliyordum. Sanki aramızda görünmez bir duvar örülmüştü. Her geçen gün o duvar biraz daha yükseliyor, ben de içimde sessizce eriyordum.

Bahçedeki işlerimi bitirmiş, akşam üzeri kahvenin önündeki taraçada arkadaşlarla biraz oturup yorgunluğumu atmak istemiştim.
Güneş dağın ardına doğru çekiliyordu, hava serinlemeye başlamıştı.
Tam o sırada, köy yolundan bir araba yanaştı. Toz bulutu arasında parlayan farlarıyla sessizliği böldü.

Şoför, arabadan inmeye bile tenezzül etmeden camı yarıya kadar indirip sordu:
“Şevki amcanın evi nerede?”

Kahvedekiler, dışarıda oynayan çocuklardan birini çağırıp gelenlere Şevki Amca’nın evini göstermesini istediler. Çocuk, sanki büyük bir iş yapacakmış gibi sevinçle arabaya atladı, yolu tarif etmeye başladı. Ben ise elimdeki kahveyi masaya bırakıp arabaya doğru baktım. O anda, arka koltukta oturan Murtaza’yı gördüm. Göz göze geldik.

Birden içim burkuldu. Onu liseden tanıyordum; babası vilayette tanınmış, hali vakti yerinde bir tüccardı. Önde oturan da muhtemelen babasıydı. “Şevki Amca’yla ne işleri olabilir ki?” diye geçirdim içimden. Sonra kalbim hafifçe sıkıştı. Kötü bir his çöktü içime. “Yok,” dedim kendi kendime, “olmaz öyle şey…” ama yüreğim o andan sonra bir türlü rahat etmedi.

O iki gün sanki iki mevsim sürdü.
Sabahları erkenden kalkıyor, işe güce dalmaya çalışıyordum ama elim bir işe varmaz olmuştu. Bahçedeki ağaçları sularken bile aklım başka yerdeydi. Zeliha’nın yüzü, gülüşü, bahçede çamaşır asarken rüzgârda savrulan başörtüsü gözümün önünden gitmiyordu.
Her akşam kahveye gitsem de kimseyle konuşasım gelmiyordu. Sohbetler uzaktan geliyormuş gibi, kelimeler kulaklarıma uğramadan dağılıyordu. Herkes bir şeyler konuşuyor, gülüşüyordu ama ben sessizce dışarıyı seyrediyordum.

Gece olunca da huzur bulamadım. Pencerenin önüne oturup, Şevki Amca’nın evinin ışıklarına baktım. Bir ara köy yolundan gelen araba sesini duydum, o an kalbim hızla çarptı. “Yoksa…” dedim kendi kendime. Ama yine sessizlik çöktü köyün üstüne.
Uykum gelmedi. Yastığa başımı koyar koymaz gözlerimin önüne hep aynı sahne geliyordu: Zeliha, başını öne eğmiş, gözlerinde bir mahzunluk… Birileri bir şeyler söylüyor, o ise sadece susuyordu. Uyandığımda alnım ter içindeydi.

Sabah ezanında kalktım, dışarı çıktım. Hava serindi. Gökyüzü yavaş yavaş aydınlanıyordu. Köyün üzerinden geçen bir turna sürüsü gördüm, uzaklara doğru süzülüp gitti. “Belki Zeliha da gidiyordur şimdi,” dedim içimden, “bir daha dönmemek üzere.”

İki gün sonra kahveye vardığımda herkes bir şeyler konuşuyordu. Gözlerim istemsizce Şevki Amca’nın evine doğru kaydı. Orada bir telaş, bir hareketlilik vardı. O an içimde bir şey koptu.
Biraz sonra biri gelip, “Duydun mu?” dedi. “Zeliha’yı o gün şehirden gelen Tüccarın oğlu Murtaza’ya verdiler, söz kesildi.”
Elimdeki sigara yere düştü. Hiçbir şey diyemedim. Yalnızca başımı önüme eğip sessizce oradan ayrıldım.

Murtaza birkaç yıl önce Almanya’ya gitmiş, bu yaz izne gelmiş. Meğer Zeliha’yı lise yıllarında görüp beğenmiş, o günden beri aklına koymuş onunla evlenmeyi. Zeliha onu tanımazdı bile… ama ne çare, büyüklerin sözü geçmiş. Tüm itirazlarına rağmen o gün söz kesilmiş, iki gün sonra da nişan yapılmıştı.

O gün köy, alışılmışın dışında bir sessizliğe bürünmüştü. Akşam üzeri evlerin bacalarından çıkan duman bile ağır ağır yükseliyordu sanki. Ben uzaktan, tepenin yamacından Şevki Amca’nın evine baktım. Bahçede kalabalık vardı. Kadınlar gülüyor, çocuklar koşuşuyordu. Ama Zeliha yoktu ortalıkta.
Sonra kapı aralandı, Zeliha çıktı. Üzerinde açık mavi bir elbise, başında ince bir tül… Rüzgârla hafifçe savruluyordu. Ama o gülmüyordu. Gözleri yerdeydi. Sanki o kalabalığın içinde sadece bir yabancıydı.
Annesi kulağına bir şeyler söyledi, o da başını hafifçe salladı. Bir an için gözleri evin karşısındaki yola, benim durduğum yöne çevrildi. O an zaman durdu sanki. Ne müzik sesi duyuldu ne kahkahalar…
Göz göze gelmedik belki ama o bakışta bir şey vardı: kabullenişle karışık bir veda.
O an anladım. Zeliha artık benim değil, bu köyün bile değildi. Onu benden alan kaderdi.

Düğün şehirde olmuş. Ardından Murtaza ve Zeliha Almanya’ya gitmiş. Ben ise köyün ucundaki evimizin önünde, her akşam aynı yöne bakıp durdum. Sanki uzak bir yerde, trenin dumanına karışıp giden bir hayali izler gibiydim.
Zeliha artık başkasının olmuştu. Ve ben, ilk kez sevdanın insanı nasıl sessizce acıttığını o gün öğrendim.

Zeliha benim için artık bir hayal olmuştu, ama aklımdan da hiç çıkmıyordu.
Gözlerini, sesini, hatta yürüyüşünü bile unuturum sanmıştım; oysa her şey yerli yerindeydi hafızamda. Gözümün önüne her geldiğinde içimden bir şeyler kopuyordu.
Bazen akşamüstleri, güneş dağların arkasına inerken, onun bir zamanlar pencereden dışarı baktığını düşündüğüm o evi seyrederdim. Belki o da bir yerlerden gökyüzüne bakıyor, aynı rüzgârı hissediyordur diye avuturdum kendimi.

Geceleri köy sessizleşince, uzaktan köpek havlamaları duyulurdu. Ben o seslerin arasına onun adını fısıldardım. Kimse duymadı belki ama her kelimem yüreğime işledi.
Zeliha gitmişti, ama gidişiyle birlikte sanki benden bir parça da kopmuştu.

Bir ara unutmaya çalıştım, işe güce verdim kendimi. Ama insan sevdayı işin içinde boğamazmış; aksine, her yorulduğunda o sevda yeniden canlanırmış. Bir sabah bahçede çalışırken elime bir mendil geçti; rüzgârla sürüklenip çitin dibine düşmüştü. Üzerinde ince bir dantel vardı. Belki onundu, belki değil… ama ben öyle inandım. Katlayıp cebime koydum. O günden sonra her ne zaman cebime elimi atsam, sanki biraz onun sıcaklığını hisseder gibi oldum.

Zeliha benim için bir hatıraydı; ama ben o hatıranın içinde yaşamayı öğrendim. Köyde her şey aynıydı dağlar, yollar, kahve, akşam serinliği ama ben eskisi gibi değildim. Artık ne birini bekliyordum ne de bir umut taşıyordum. Sadece, bir zamanlar içimi ısıtan bir sevdanın küllerini avuçlarımda saklıyordum.

Artık sonbahar gelmiş, işler azalmıştı. Bahçedeki yapraklar birer birer dökülüyor, rüzgârda savrulan her yaprak sanki içimdeki sessizliği biraz daha büyütüyordu.
Bir akşamüstü babam, kahveden bir çocuk gönderip beni çağırttı. Elimi yüzümü yıkayıp üzerimi değiştirdim, ağır adımlarla kahveye doğru yürüdüm. İçeride soba yanıyor, dumanla karışık tütün kokusu havada asılı duruyordu.

Babam bir masada birkaç adamla konuşuyordu. Kapıda ise büyükçe bir araba vardı; parlak kaportası köyün ortasında yabancı duruyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışarak babamın yanına vardım.

Babam, beni görünce başıyla işaret etti.
— Bak oğul, bu beyler ne diyor, bir dinle bakalım, dedi.

Bir sandalye çekip yanlarına oturdum. Gelenler kendilerini tanıttılar. Meğer şehirden gelmişler, mermer imalatçılarıymış. Bizim köyün dışındaki bahçenin altında çok güzel mermer damarı varmış. Ya orayı tamamen satın almak istiyorlardı ya da bizimle ortak çalışmayı öneriyorlardı.

Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Babamın yüzüne baktım; o da sessizce beni süzüyordu.
— Baba, sen bilirsin, dedim sonunda. “Nasıl uygun görürsen, benim kabulüm odur.”

Babam başını salladı, ama yüzündeki çizgilerden belli oluyordu ki kafasında başka hesaplar dönüyordu.
Ben ise onların konuşmalarını dinlerken, içimden başka bir ses yankılanıyordu: “Zeliha gitmişti… ama hayat bir şekilde devam ediyordu.”
O an fark ettim ki, içimdeki boşluğu iş, toprak, sorumlulukla doldurmanın vakti gelmişti.

O akşam kahveden çıktığımızda hava iyice serinlemişti. Sokak lambaları titrek bir ışıkla yanıyor, uzaktan köpek sesleri duyuluyordu. Babamla yan yana yürüyorduk, ama ikimiz de uzun süre konuşmadık. Sadece ayaklarımızın altında ezilen kuru yaprakların sesi vardı.

Evin önüne geldiğimizde babam durdu.
— Oğul, dedi, “bu adamlar ciddi görünüyor. Eğer dedikleri gibiyse, bu iş köyün kaderini bile değiştirebilir.”

Ben başımı öne eğdim.
— Bilmem baba, dedim. “Toprak bizim rızkımız, onu kazınca bereketi kaçar mı acaba?”

Babam derin bir nefes aldı.
— Rızık toprağın altında da olur, üstünde de. Bizim işimiz, emanete sahip çıkmak. Doğru insanlarla olursa neden olmasın?

Sesindeki kararlılığı hissettim ama içimde bir huzursuzluk vardı. O bahçe, çocukluğumdan beri nefes aldığım yerdi. Her taşını, her ağacını bilirdim. Zeliha’yla birkaç kez orada karşılaşmıştık. Rüzgârın estiği o yamaçta, göz göze gelmeden konuşurduk. Şimdi orası kazılacak, makineler girecek, belki hiçbir şey eskisi gibi kalmayacaktı.

O gece uzun süre uyuyamadım. Gözümün önüne hep o bahçe geldi. Ay ışığıyla aydınlanan incir ağacı, rüzgârda hışırdayan otlar… Sanki hepsi bana veda ediyordu.

Babam kararını vermişti:
Bahçeyi satmayacaktık, ama işe ortak olacaktık.

Ertesi sabah şehirliler yine geldiler. Hep birlikte bahçeye gittik, gezdik, inceledik. Babam onlara fikrimizi açıkladı.
— Satılık değil, ama ortaklığa varız, dedi.

Adamlar birbirlerine baktılar, sonra gülümseyerek el uzattılar.
— Bizim için de uygundur, dediler.
Anlaştık. Birkaç gün sonra gelip bizi şehre götüreceklerini, orada resmi işlemleri tamamlayacağımızı söylediler.

Onlar şehirde evrak işlerini hazırlarken biz de babamla köyde planlar yapıyorduk. Akşamları kahveye uğramaz olmuş, hep bahçeden, ocaktan, nasıl çalışacağımızdan konuşur olmuştuk. Babam, her zamanki gibi sessiz ama derin düşüncelere dalıyordu.
Bir akşam sobanın başında otururken, birden söze girdi:
— Oğul, dedi, ben düşündüm… Şehre gitmeyeceğim. Zaten oranın tapusunu senin adına yazdırmıştım. Artık o bahçe senin.
Bir an donup kaldım.
— Ama baba…
Sözümü kesti.
— Benim bu yaştan sonra öyle evrakla, noterle uğraşacak hâlim yok. Sen gidersin, imzayı atar, işi tamamlarsın. Nasıl olsa gözüm arkada kalmaz.

Sesi kararlıydı ama içinde bir yorgunluk seziliyordu. Ellerindeki nasırlara baktım. Yılların emeği, toprağın izi vardı o ellerde. O ana kadar ne kadar yaşlandığını fark etmemiştim.

O gece uzun süre uyuyamadım. İlk kez kendimi gerçekten “büyük” hissettim. Ama bu büyüklüğün içinde bir ağırlık vardı. Babamın omzundan inen yük, benim yüreğime yerleşmişti.

Pencereden dışarı baktım. Uzakta, karanlığın içinde bahçemizin silueti seçiliyordu. Rüzgârla birlikte incir ağacı hışırdadı. Sanki bana, “Artık sıra sende,” der gibiydi.

Şehirde tüm işlemleri tamamladık.
Kar düşmeden önce iş makineleri, karavanlar ve işçiler köye geldiler. Kısa sürede bahçemiz bir şantiye alanına dönüştü.

O günleri hiç unutmam.
Yıllarca gölgesinde dinlendiğimiz, meyvesini topladığımız o ağaçlar birer birer sökülürken içim sızladı. Her kök, sanki geçmişimizden bir hatırayı koparıp alıyordu.
Ama yapacak bir şey yoktu.
Artık rızkımızı toprağın üstünde değil, toprağın altında arayacaktık.
Buna da razı olmuştuk.

Bir sabah erkenden, köyün üstüne sis çökmüştü. Dağlardan inen serin rüzgâr, karın habercisiydi. İş makineleri bahçeye dizilmiş, motorları homurdanmaya başlamıştı. O gün ilk kazmayı vuracaklardı.

Köyden meraklı kalabalık toplanmıştı. Kimi elinde bastonuyla uzaktan bakıyor, kimi çocuklar gibi merakla makinelerin sesine koşuyordu. Herkesin yüzünde aynı ifade vardı: merak, şaşkınlık ve biraz da hüzün.
O bahçe bizim için sadece bir toprak parçası değildi; geçmişin, alın terinin, yaz kış çalışmanın hatırasını taşırdı. Şimdi orası, demir sesleriyle, makinelerin uğultusuyla doluyordu.

İlk kepçe toprağa daldığında babamın gözlerini gördüm. Derin bir nefes aldı, sonra yavaşça başını eğdi.
“Toprak da bizden razı olur inşallah,” dedi sessizce.
O an içimde bir şey koptu sanki. Ama yine de umutluydum; belki bu iş bize yeni bir kapı açacaktı.

Köylüler akşam kahvede bu yeni işe dair türlü şey konuşuyordu. Kimi “işte asıl zenginlik toprağın altındaymış” derken, kimi “toprakla oynamanın sonu hayır olmaz” diye mırıldanıyordu. Ben ise ikisinin arasında kalmıştım hem umutla hem endişeyle.

Günler geçtikçe iş büyümeye başladı. Bahçenin yerinde artık derin bir çukur, kenarlarında ise taş yığınları yükseliyordu. Şehirliler sık sık gelip gidiyor, makinelerin sesine karışan emirler veriyorlardı. Ben de babamın vekili olarak işin başında duruyordum.

Köylüler önce şaşkınlıkla izlediler, sonra yavaş yavaş alıştılar. Hatta bazıları orada çalışmaya başladı. Köyün sessiz yollarından artık kamyon sesleri eksik olmuyordu. Akşamları eve döndüğümde üzerim toz toprak içinde olurdu ama içimde garip bir huzur da vardı sanki kendi emeğimle yeni bir şey kuruyordum.

Bir gün ortaklarımız iki arabayla ocağa geldiler. Arabalardan biri yeniydi, daha koltuklarındaki naylonlar sökülmemişti.
Gülümseyerek,
“Yeni araba almışsınız, hayırlı olsun,” dedim.

İçlerinden biri başını sallayıp,
“Öyle oldu ama bize değil, sana hayırlı olsun,” dedi.

Bir an ne demek istediklerini anlayamadım.
“Nasıl yani?” dedim şaşkınlıkla.
“Olur,” dedi diğeri. “Sen artık bu işin ortağı değil, patronusun. Arabasız patron mu olur? Biz buraya sık sık gelemeyiz, sen işler oldukça şehre gelirsin.”

Sözleri içime garip bir duygu bıraktı. Sevinçle gurur birbirine karıştı. Yıllardır alın teriyle çalıştığım toprak, sanki bana ilk kez bir teşekkür ediyordu.

O gün, birlikte ocağı gezdik, yapılan işleri inceledik. Her şey yolundaydı.
Ayrılırken bana döndüler:
“Bundan sonra buranın işletmesi tamamen senin sorumluluğunda,” dediler. 

Ve her zaman geldikleri araba, toz bulutunu ve yeni arabayı arkasında bırakarak köy yolundan uzaklaştı.
Bense, elimde yeni arabanın anahtarıyla, sessizce ovaya baktım.
Rüzgârda kesilen mermer blokların tozları uçuşuyordu, ama ben o an ilk kez kendimi gerçekten bir patron gibi hissettim.

Ocak işlemeye başlayalı bir yılı geçmişti. Artık işleri iyice öğrenmiş, her işin üstesinden geliyordum. Ama bu arada bağ bahçe işleri tamamen babamın üzerine kalmıştı. Bu durum içimi rahatsız ediyordu.
Bir akşam işten döndüğümde babamı yorgun bir hâlde divanda uzanmış buldum. Son zamanlarda hep bitkin görünüyordu.
“Baba,” dedim, “bu böyle olmayacak. Köyden birilerini bulalım, sen sadece başlarında dur, işleri onlar yapsın.”
Önce gönülsüz davrandı ama o da anladı ki artık tek başına bütün işlerin üstesinden gelmesi mümkün değildi.

Babam benim fikrimi kabul ettikten sonra köyden iki kişiyle anlaşarak bağ, bahçe ve tarla işlerini onlara bıraktı. Artık sadece başlarında duruyordu.
Aslında onun çalışmasına gerek yoktu; maddi olarak hiçbir şeye ihtiyacımız kalmamıştı. Ama o, yılların alışkanlığını bir kenara atamıyor, “köylü sonra ne der” düşüncesiyle bu işleri tamamen bırakmaya bir türlü razı olamıyordu.

Artık ocaktaki işleri yakından takip ediyor, arada bir de şehre iniyordum.
Yine bir gün şehirdeyken iş ortağım,
“Bugün işlerini bitirir bitirmez hemen pasaport için gerekli evraklarını hazırla, müracaatını yap,” dedi.

Bir an ne diyeceğimi bilemedim.
“Hayırdır, ne pasaportu? Yoksa beni işçi olarak Almanya’ya mı gönderiyorsunuz?” dedim.
Biraz gülüştükten sonra ciddileşerek,
“Önümüzdeki ay Berlin’de düzenlenecek fuara katılacağız. İşlerimizi büyütmek için güzel bir fırsat bu,” dedi.

Sözleri kulağımda yankılandı: Berlin…
Köyden çıkıp şehre geleli daha birkaç yıl olmuştu. Şimdi bir de yurtdışı diyordu.
“Ben ne yaparım orada? Ne dili bilirim ne yolu,” dedim çekinerek.

Gülümsedi.
“Merak etme, ben de bilmiyorum. Ama organizasyonu yapan firma bize rehber ve tercüman verecek. Malzemeler önceden tırla gönderilecek. Biz sadece orada olacağız, gelenlerle görüşüp bağlantılar kuracağız. Bizim elemanlardan da giden olacak, onlar önceden gidip her şeyi hazırlayacaklar,” diye ekledi.

O akşam eve dönerken aklım hep bu sözlerdeydi.
Berlin… ve Zeliha… Aradan geçen otuz yıl…

Haritada bile doğru dürüst yerini bilmediğim bir şehre gidecektim. İçimde garip bir karışım vardı hem heyecan hem de bilinmeze karşı bir korku. Ama bir yanım da “belki bu da hayatın bana sunduğu yeni bir yol, belki Zeliha’yı da görürüm” diyordu.

Bir ay sonra tüm hazırlıklarımız tamamlanmıştı.
Tırlar ve elemanlar bir hafta önceden yola çıkmış, Berlin’e varmışlardı. Biz de ortağımla birlikte uçakla gittik.

Berlin’e indiğimizde şehrin büyüklüğü, kalabalığı ve düzeni karşısında hayran kaldım. Sokaklar, binalar, insanlar… Her şey bana bambaşka bir dünyanın kapısını aralıyordu.
Şaşkınlığımı gizleyemedim, ortağıma dönüp,
“Burada her eve bir mutfak tezgâhı satsak bile bize yeter,” dedim.
O da gülerek, “İnşallah,” diye karşılık verdi.

Fuar oldukça verimli geçmişti. Gelen ziyaretçiler ürünlerimize ilgi gösteriyor, bağlantılar kuruyorduk. Her şey umduğumuzdan daha iyi gidiyordu.
Fuarın bitiminde dönüş hazırlıkları başladı. Tırlar ve elemanlar Türkiye’ye doğru yola çıktı.

O sırada ortağım,
“Hazır gelmişken bir iki gün kalalım, biraz gezip dinlenelim,” dedi.
Ben de kabul ettim.
Ama içimde başka bir heyecan vardı.
Bu vesileyle Zeliha’yı arayacak, onu belki son bir kez daha görebilecektim.

Akşam otele dönünce ortağım dinlenmek için odasına çekildi.
Benimse aklım bir türlü durulmuyordu. O kadar yıl geçmişti ama Zeliha’nın sesi, yüzü, o içten gülüşü hâlâ zihnimde canlıydı.

Rehberimiz henüz otelden ayrılmamıştı birlikte lobide oturuyorduk. Berlin’den buradaki hayattan ve Türk işçilerden söz ediyorduk. Bu sırada bir süre düşündüm, sonra dayanamayıp rehberimize konuyu açtım.
Durumu dikkatle dinledikten sonra, “Ben bir araştırayım,” dedi. “Türk mahallelerinden, derneklerden, tanıdıklardan soruştururum. Yarın sabah size haber veririm.”

O gittikten sonra odama çıktım.
Koca bir şehirde, milyonlarca insanın arasında onu nasıl bulacaktı?
Bu düşünceyle umutsuzluğa kapıldım. Yatağa uzandım ama gözlerimi kapattığımda bile Zeliha’yı görüyordum. Ya bulursa… ya da bulamazsa? diye düşünürken dalıp gitmişim.

Ertesi sabah ortağımla birlikte Berlin’i gezmeye çıktık.
Akşam otele döndüğümüzde resepsiyon görevlisi, rehberin geldiğini ama bizi bulamayınca bir not bıraktığını söyledi.
Notu elime aldığımda kalbim hızla atmaya başladı.
“Zeliha Hanım’ın telefonunu buldum,” yazıyordu…
Ama numarayı yazmamıştı, yalnızca “Yarın sabah gelip birlikte ararız” diye eklemişti.

Sabahı iple çekiyordum.
Saatin yavaş ilerleyişi bile sabrımı zorluyordu.
Nihayet sabah oldu. Rehber resepsiyondan aradı:
“Otelin lobisindeyim, müsaitseniz odanıza gelebilirim. Aramayı birlikte yaparız,” dedi.
“Olur, hemen gel,” dedim heyecanla.

Kısa bir süre sonra kapı çaldı. Rehber odaya girdi, otelin santraliyle görüşerek numarayı bağlattı.
Sonra ahizeyi bana uzattı.

Elim titriyordu.
Bir süre çaldı… Tam kapatmak üzereydim ki tanıdık bir ses duyuldu.

“Efendim?”

O an kalbim sanki yerinden çıkacak gibiydi.
“Zeliha… Benim, İhsan.”

Bir sessizlik oldu.
Rehber, nezaketle sessizce dışarı çıktı.
Ardından telefondan derin bir nefes alış geldi.

“İhsan… sen misin gerçekten?”
“Evet, benim. Berlin’deyim. Fuara geldik. Buradayken seni bir kez olsun görmek istedim.”
“Berlin’de misin? Şu an burada mısın yani?”
“Evet, birkaç günlüğüne. Eğer senin için de uygunsa… bir kahve içebiliriz belki.”

Bir an sustu. Sanki yılların yükü o sessizliğe sığmıştı.
Sonra yumuşak bir sesle,
“Tamam,” dedi. “Yarın öğleden sonra olabilir. Ama sen nasıl yapacaksın, nerede buluşacağız?”

“Bir rehberimiz var,” dedim. “Onunla seni tekrar arayıp adresi öğrenebilirim.”

“Peki,” dedi.
Sesi sakin ama bir o kadar da duygulu geliyordu.
O an anladım ki, bunca yıl geçse de bazı sesler, bazı anılar asla silinmiyor.

Ertesi gün, saatler sanki yürümek bilmiyordu.
Her zamanki gibi kahvaltıya indim ama ne yediğimi ne içtiğimi hatırlamıyorum. Aklım hep o andaydı: Yıllar sonra onu yeniden göreceğim.

Rehber öğleden sonra geldi, Zeliha’yla konuşmuş, buluşma yerini öğrenmişti. Şehrin batısında, nehir kenarında küçük, sakin bir kafe…

Birlikte taksiye bindik. Berlin’in geniş caddeleri, tramvay sesleri, gri binaları bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. Kalbim gittikçe daha hızlı çarpıyordu.

Kafe küçük ama sıcaktı. Nehrin kıyısında, sararmış yaprakların suya düşüp akıp gittiği bir manzara uzanıyordu önümüzde.
Rehber beni kapıda bırakıp içeri girmedi; “İstersen seni sonra alırım,” dedi. Başımı salladım.
O an içimde hem bir sevinç hem bir korku vardı.

Kapıdan içeri adım attım.
Etrafıma baktım…
Bir köşede oturuyordu. Pencereden dışarıyı izliyordu, güneş saçlarının arasından süzülüyor, yüzüne ince bir ışık düşüyordu.

Bir an donakaldım.
Yıllar geçmişti ama o hâlâ aynıydı.
Aynı zarafet, aynı sakinlik, aynı gözler…

Yaklaştığımı fark edince başını çevirdi.
Göz göze geldik.
O anda dünya durdu sanki. Ne kafe vardı ne insanlar ne de aradan geçen yıllar…
Sadece biz vardık.

Yavaşça ayağa kalktı,
“İhsan…” dedi, sesi titrek ama sıcaktı.
“Zeliha…” diyebildim sadece.

Bir süre ne o konuştu ne ben.
Sonra oturduk.
Masaya gelen garson iki kahve bıraktı, kimse bir şey söylemedi.

Zeliha, fincanın kulpunu parmaklarıyla okşar gibi tutarak konuştu:
“Yıllar sonra… seni burada görmek… garip bir duygu.”
“Ben de inanamıyorum,” dedim. “Sanki yıllardır beklediğim bir rüya gerçekleşiyor.”

Bir süre sessizce birbirimize baktık.
Gözlerinin kenarındaki ince çizgiler, yılların iziydi; ama o gözlerde hâlâ aynı sıcaklık, aynı saflık parlıyordu.

“Mutlu musun?” diye sordum, sesi zor duyulacak kadar kısık çıktı.
“Hayat işte…” dedi gülümseyerek. “Kimi zaman iyi, kimi zaman buruk. Ama her şey yerli yerinde.”

Başımı eğip usulca, “Ben de öyle… ama içimde hep bir eksik kaldı,” dedim.
Zeliha’nın gözleri bir anda nemlendi.

“Elimizden gelen buydu, İhsan,” dedi. “Kader bizi ayrı yollara götürdü. Ama inan, ben seni hiç unutmadım.”

Ben de gülümsedim, kelimeler boğazıma düğümlenmişti.
O an konuşmasak da her şeyi birbirimizin gözlerinde söyledik.

Dışarıda gün batıyordu.
Nehre turuncu bir ışık düşmüş, zaman sanki durmuştu.
Zeliha sessizliği bozdu; kendinden ve buradaki hayatından bahsetti.

Murtaza’nın iki yıl önce bir trafik kazasında öldüğünü, artık oğlunun yanında kaldığını anlattı.
Torunlarıyla vakit geçiriyormuş, Türkiye ile de bağını neredeyse tamamen koparmıştı.

Bir süre sessiz kaldım, sonra derin bir nefes alarak,
“Biliyor musun,” dedim, “ben hiç evlenmedim.”

O, başını eğdi. Hiçbir şey söylemedi.
Belki duymak istemedi, belki de söyleyecek sözü kalmamıştı.
Ama içimden, keşke bir şey söyleseydi… diye geçirdim.

Bir süre daha oturduk, geçmişin ve bugünün arasında asılı kaldık.
Sonra Zeliha hafifçe ayağa kalktı.

“Gitmem gerek,” dedi.
Ben de kalktım.
Vedalaşırken ellerimiz kısacık bir an birbirine dokundu.
O anda yılların özlemi avuçlarıma doldu.

“Hoşça kal, İhsan,” dedi.
“Hoşça kal, Zeliha,” diyebildim güçlükle.

O uzaklaştı, ben ardından baktım.
Nehre düşen akşam ışığı yavaşça solarken, içimde tarifsiz bir sessizlik kaldı.
O sessizlik, belki de yıllardır söyleyemediğimiz bütün sözlerin yerineydi.

Zeliha uzaklaştıktan sonra bir süre yerimden kıpırdayamadım. Nehir sessizdi, kuşlar bile susmuş gibiydi. Güneşin son ışıkları yavaşça suyun üzerinden çekiliyor, yerini loş bir akşama bırakıyordu.
O an, kalbimde derin bir boşluk hissettim. Ne geçmiş tam olarak geçmişti ne de gelecek gelmeyi istiyordu.

Yavaş adımlarla yanıma gelen rehberin sesi ile kendime geldim. Sizi otelinize bırakayım dedi rehber bende olur dedim ve otelime gitmek için yine bir taksiye bindik. Berlin’in ışıklı caddelerinde insanlar gülüşüyor, vitrinler parlıyordu. Ama ben, kalabalığın içinde yapayalnızdım. Her adımda Zeliha’nın sesi yankılanıyordu içimde:
“Kader bizi ayrı yollara götürdü…”

Evet, kaderdi belki. Ama insan kaderine bile kırılıyor bazen.
Onunla bir ömür değil, sadece bir an paylaşabilmiştim. Ama o bir an, bir ömre bedeldi.

Otele vardığımda ortağım beni lobide bekliyordu.
“Geç kaldın,” dedi. “Yarın sabah uçağımız var.”
Ben sadece başımı salladım. İçimden geçenleri anlatmaya kelimeler yetmezdi zaten.

Gece boyunca uyuyamadım. Gözlerimi kapattığımda Zeliha’nın bakışları beliriyordu.
Yıllar önce köyde, mis gibi kokan iğde ağacının altında bana gülümseyen o genç kızla, bugün vedalaştığım o kadın birbirine karışıyordu zihnimde. Zaman ne çok şeyi almıştı elimizden; ama kalbimizde bıraktıkları hâlâ ilk günkü kadar canlıydı.

Sabah oldu. Uçakta cam kenarına oturdum. Uçak havalandığında aşağıda Berlin küçülüyor, uzaklaşıyordu.
O an içimden, kimseye duymadan fısıldadım:
“Hoşça kal, Zeliha… Bende kalan yerin hep senin olacak.”

Uçağın motor sesi içinde o fısıltı kayboldu gitti.
Ama ben biliyordum; bazı sesler kaybolmaz, sadece sessizliğin içine gizlenir.
Tıpkı bizim hikâyemiz gibi…

 

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar