HİÇBİR LAMBA GÜNEŞ KADAR AYDINLATAMAZ
Behzat, her zamanki gibi güneşin henüz kalenin arkasından yeni yeni kendini gösterdiği sabahın erken vakti kalktı. Tırpanını ve heybesini omuzuna aldı, sessizce evden çıktı. Toprak yoldan ağır ağır yürüyerek yoncalığa doğru yol almaya başladı. Yaz sabahlarının serinliği henüz dağılmamıştı. Ayakkabısının ucuyla yoldaki çakılları ittirirken bir yandan da zihninden günün işlerini geçiriyordu.
Köy okulunun yanına geldiğinde, Hüseyin dayısının kapının önünde oturduğunu gördü. Kapının önünde yer sofrası kurulmuş, yere serilen minderler ve içi bardak ve tabaklarla dolu sini kahvaltının habercisiydi. Hüseyin dayısı çaydanlığı ocaktan alırken Meryem anası ise taze sac ekmeklerini içerden getirmiş sofraya koyuyordu.
Behzat seslendi:
— Günaydın dayı, günaydın Meryem ana. Kolay gelsin!
Hüseyin başını kaldırıp gülümsedi:
— Aaa Behzat oğlum, erkencisin yine. Gel hele şöyle bir otur, daha yeni demledik çayı.
Meryem ana da elindekini bıraktı, sevgiyle baktı:
— Gel yavrum, bu saatte aç karnına tırpan tutulur mu? Allah aşkına otur da bir lokma at ağzına.
Behzat hafifçe gülümsedi:
— Sağ olun, iş çok bugün. Yoncalığın son kısmı kaldı. Öğlene doğru Sultan da gelecek, birlikte buracağız. Bir bitirsem içim rahat edecek.
Hüseyin ısrarla minderi gösterdi:
— Behzat iş mi biter? Önce karnını doyur, sonra bakarsın işe. Tırpan da seni bekler, yonca da…
Behzat direnemedi. Tırpanı duvara yasladı, oturdu. Meryem ana hemen çayı doldurdu, önüne geniş bir peynir tabağıyla birlikte yeni kopardığı maydanozları koydu. Yanına da sac ekmeğinden bir yufka serdi.
— Al yavrum, şundan güzel bir dürüm yap. Peynirin yeni, tadı da çok güzel, maydanoz da bostandan.
Behzat çayı yudumlarken sac ekmeğinin arasına peyniri ve maydanozu koydu. Ustaca dürdü.
— Bunu yoncalıkta dinlenirken yerim artık, dedi gülümseyerek.
Meryem ana kaşlarını çattı:
— Hadi oradan, şimdi de ye dürüm de yap götür orada da ye! Hüseyin dayı da lafa karıştı:
— Hee, hem sana iş yapmadan önce güç kuvvet verir dedi ve her zaman yaptığı şakalardan eşine takılarak onun burnunu sıktı.
Behzat güldü. İçten, samimi bir gülüştü bu. Kahvaltı sadece karın doyurmak değil, yılların dostluğuna, komşuluğuna bir selam, büyüklerine bir saygı durmaktı.
Biraz sonra saat ilerledikçe Behzat Fitneli yolunda ilerleyecek ve tırpanın sesi yoncalıktan Sarıkaya’ya doğru yankılanacaktı. Ama o an, o kahvaltı sofrasının etrafında üç insan, bir sabahı ve geçmişi paylaşıyordu.
Bardağından son yudumunu da alan Behzat ayağa kalkarak dürümünü heybesine yerleştirip tırpanını da omuzuna atarken:
— Size afiyet olsun, sofranız bereketli olsun dedi ve Fitneliye doğru yola koyuldu.
Öğleden sonra güneş gökyüzünde ağır ağır yükselirken Behzat son tırpan darbelerini de vurarak yoncalığı dermeyi tamamladı. Ter içindeydi ama yorgunluğu tatlıydı. Sarıkaya’nın önünden akan dereye gidip serin suda bir güzel elini ayağını yıkayıp serinlemeyi düşünüyordu. Tam o sırada uzaktan Sultan’ı gördü. Başında yazması, elinde bir örtüye sarılı bohça, yanına doğru geliyordu.
Gülümseyerek karşıladı eşini.
— Hoş geldin Sultan, tam zamanında geldin. Bugün çok şükür sonunu getirdik bu işin.
Sultan da başıyla selam verdi:
— Allah kolaylık versin, bereketli olsun, sana bir özeme yaptım. Hem serin serin içersin hem de biraz dinlenirsin.
Birkaç cümleden sonra ikisi birlikte derilmiş yoncaları burmaya başladılar. Behzat sırayla desteleri çekip yuvarlıyor, Sultan da yanına gelip onu sıkıca bağlıyordu. Yoncanın o yoğun, taze kokusu her yere sinmişti. Sinekler de, serçeler de etraflarında dolanıyordu.
İkindiye doğru gölgeler uzamaya başlamışken Sultan bohçayı açtı. İçinden bakır bir maşrapaya koyduğu özemeyi Behzat’a uzattı. Serin serin iç dedi. O sırada Behzat’ın aklına sabah hazırladığı ama unuttuğu dürüm geldi.
— Aman ha, neredeyse unutuyordum. Sabah Meryem ananın verdiği peynirli dürüm heybedeydi. İşe dalınca aklımdan çıkmış.
Heybenin gözünden dürümü çıkardı, ikiye böldü, yarısını Sultan’a uzattı.
Sultan gülümseyerek başını salladı:
— Sağ olasın ama ben evde karnımı doyurdum. Sen ye, sana lazım enerji.
Behzat ısrarla dürümü uzatınca, Sultan bir parça aldı:
— O zaman şöyle bir lokma alayım da gönlün olsun.
Geri kalanını Behzat yedi. Her lokmada sabahın serinliği, Meryem ananın yüzü ve Hüseyin dayısının kahkahası gözlerinin önüne geldi.
Güneş Seydimehmet’in sırtlarını aşmadan işleri tamamladılar. Tüm yoncalar burulmuş, tertemiz desteler hâlinde dizilmişti. Havanın turuncuya çaldığı saatlerde yavaş yavaş yola koyuldular. Ayaklarının altında çıtırdayan kuru otlar, kollarındaki tatlı sızıyla eve yaklaştıklarında Hüseyin dayı yine kapıda kardeşi Mahmut ile oturuyor, Mahmut’un eşi Selver ile Meryem ana sohbet ediyorlardı. Onlarla selamlaşıp biraz sohbet ettikten sonra eve vardıklarında ikisi de yorgunluğu iyice hissetmişti.
Behzat:
— Eğer yarın Hüseyin dayımın eşeğini de alırsak, iki eşekle bu yük öğlene kadar dama çıkar, dedi.
Sultan başını sallayarak onayladı. Kapılarının önünde bulunan köyün eski ama suyu gürül gürül akan çeşmesine vardılar. Elleri, kolları, yüzleri toz toprak içindeydi. Suya eğildiler. Sultan başındaki yazmayı çıkarıp alnını sildi. Behzat, yüzüne çarpan soğuk suyla kendine geldiğini hissetti.
Ardından eve geçtiler. Behzat odada bir kenara uzandı. Pencereden içeri ay ışığı vuruyordu. Gümüş gibi yansıyordu duvara. O ışıkta bir süre sessizce gökyüzünü seyretti. Dışarıda hafif bir yel yaprakları kımıldatıyor, köy sessizliğe gömülüyordu.
Sultan mutfakta akşam yemeğini siniye hazırlamıştı. İlk olarak sofra bezini ve sac ekmeğini odaya getirdi. Behzat da köşedeki takadan idare lambasını alarak yaktı. Lambanın sarı ışığı odaya yayıldı.
Sultan siniyi getirdi, bezin üzerine yerleştirdi. Bulgur pilavı ve turşu. İkisi de sessizce ama huzurla karınlarını doyurdular.
Sofrayı kaldırıp Sultan bulaşıkları yıkarken Behzat;
— Ben de Hüseyin dayıma gidip, yarın sabah için eşeğini isteyeyim, dedi.
Behzat, Hüseyin dayısının evine doğru bayır aşağı inerken onu kapının önünde gördü. Yorgun olduğundan yanına kadar gitmek istemedi. Uzaktan seslendi:
— Dayı, yarın sabah öğlene kadar eşeği verir misin?
Hüseyin dayısının eşeği vermeye niyeti yoktu. Seslendi:
— Meryem anan evde yok, Mahmut dayınlara gitti. Hangi döşeği verecek, ben bilemem. Gelince ona söylerim, sabah gelir alırsın.
Behzat, sesini biraz daha yükseltti:
— Dayı, döşek değil! Eşek, eşek!
Ama Hüseyin dayısı yine oralı olmadı:
— Sabah gel, Meryem ananla konuş. Hangi döşeği verirse, al götür.
Behzat, dayısının eşeği vermeye hiç niyetli olmadığını anlamıştı. "Tamam dayı," dedi ve başını önüne eğip eve döndü.
Sultan ne yaptığını sorduğunda olanları anlattı ve bari “İsmail komşumdan isteyeyim” dedi.
Sultan,
— Dur, bulaşığı bitirince birlikte gidelim. Ben de Fatma komşuyu görmüş olurum. Dedi. Sultan işini bitirmişti.
Behzat idare lambasını söndürdü, dışarısı ay ışığıyla neredeyse gündüz gibi aydınlıktı. El lambasına da gerek duymadan kapıyı usulca çekip çıktılar. Zaten İsmail’in evi yakındı, neredeyse kapı komşusuydular.
İsmail’in evine vardıklarında Behzat kapıya hafifçe vurdu. İçeriden İsmail’in gür ve tok sesi yükseldi:
— Kim o?
Behzat da sesini yükselterek cevap verdi:
— Benim, ben Behzat.
Kapı hemen ardından açıldı. İsmail, kapıda belirip komşularını karşıladı:
— Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Buyurun içeri.
Sultan başını sallayarak selam verdi. İçeriye geçtiler. Odaya girdiklerinde Fatma da yerinden kalktı.
— Sultan, Behzat, hoş geldiniz! Gelin hele oturun, biz de tam çay koymuştuk, dedi.
İsmail’le Fatma, idare lambasının sarı ışığında oturmuş, sade çaylarını yudumluyorlardı. Divana serilmiş örtü üzerindeki tepsi ve ince belli bardaklar, köy gecelerinin tanıdık manzarasıydı.
Fatma hemen büfenin gözünü açıp iki çay bardağı daha çıkardı, çaydanlıktan yeni çay doldurarak gelen misafirlere ikram etti.
İsmail, sonra duvarda asılı duran gaz lambasına uzandı. Onu indirip fitilini ayarladıktan sonra kibriti çaktı ve lambayı yaktı. Lambanın alevi odayı bir anda daha aydınlık ve sıcak bir hâle getirdi. Hafifçe gülerek:
— Böyle daha iyi. Yüzler görünsün, sohbet canlansın, dedi.
Behzat da:
— Gaz lambasının yeri ayrıdır. Hele ki böyle akşam oturmalarında.
Kadınlar kendi aralarında çay eşliğinde sohbete dalmışlardı. Hal hatır soruldu, Bir yandan çaylarını yudumlarken, bir yandan da köyün ve köylünün işleri de konuşulmaya devam etti.
Behzat çay bardağını tepsiye bırakarak söze girdi:
— Asıl geliş sebebimiz şuydu İsmail… Yarın sabah erkenden yoncalıktan burma taşımamız gerek. Bugün biçmeyi bitirdik, burduk da. Yarın öğlene kadar onları dama çıkarmamız lazım. Eğer uygunsa, senin eşeği de sabah alabilir miyim? İki eşekle işimiz daha çabuk biter.
İsmail bıyık altından gülümsedi:
— Desene bizim eşeğin yarın midesi bayram edecek! Hem burma taşıyacak hem arada kendisine yoncayla ziyafet çekecek.
Bu laf üzerine odada kahkahalar yükseldi. Behzat gülerek ekledi:
— Hüseyin dayının biraz önce yaptığını düşünürken Hüseyin dayımın bir lafı geldi aklıma şimdi… “Ölme eşeğim ölme, yaz gele de yonca yiyesin,” derdi ya hep!
İsmail bunun üzerine daha da gülerek:
— O her zaman lafı gediğine koyar. Eşeğin kulağına bile küpe olur söyledikleri!
Fatma o sırada çayları tazeledi. Bardaklar tekrar doldu, ikinci bardaklarını yudumlarken dış kapının tıkırtısı duyuldu. Kapı hafifçe çalınmıştı.
İsmail, şaşkınlıkla yerinden doğruldu:
— Hayırdır İnşallah, bu saatte kim gelir?
Kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında karşısında genç bir delikanlı duruyordu. Ayın ışığında yüzünü tanıdı hemen:
— Behzat, bu senin Sadık.
Sadık mahcup bir gülümsemeyle başını salladı.
— Evet amca, biz biraz önce geldik. Eve gittik ama kimse yoktu, ışık da yoktu erken yatmışlardır dedim ama kapıyı o kadar çalmama rağmen açan olmadı. Ben de komşulara sorayım dedim.
İsmail Sadık’ı içeri davet etti ama o eşi ve çocuklarla geldiğini onların kapıda beklediğini söyleyerek:
Annemle babam gelsin diyecektim.
Sultan ve Behzat o sırada kapıya yönelmişti, oğlunu görünce ikisinin de yüzü aydınlanmıştı.
Behzat, kapıdan ayrılmadan önce İsmail’e bir kez daha teşekkür etti.
— Sabah erkenden eşeği alırım. Öğlene kadar işimiz biter, sonra da geri getiririm. Sağ olasın, Allah razı olsun.
İsmail, eliyle "olur" anlamında bir işaret yaptı:
Vedalaşmanın ardından Behzat, Sultan ve oğulları Sadık’la birlikte Ay ışığında evin yolunu tuttu.
Evin önüne geldiklerinde kapının eşiğinde bir çift küçük ayak ve yanında genç bir kadın belirdi. Gelinini ve torununu gören Sultan’ın gözleri parladı. Hiç vakit kaybetmeden gelinine sarıldı, yanaklarından öptü.
Behzat da kapıyı açmıştı, içeri ilk o girdi. Sultan, torununu kucağına aldı. Onu sıkı sıkı sarıp öptü, kokladı. Hasretle derin bir nefes aldı, sanki aylarca içini tutmuş da şimdi bırakıyordu.
Sadık, eşyaları içeri taşıyordu. Yorgundu ama yüzü rahattı. Baba evindeydi, annesinin ve babasının sıcaklığı onun ve ailesinin çevresini sarmıştı.
Behzat odanın içine geçerken kapının yanındaki dolabın üzerinden lüks lambasını aldı. Bir yandan lambayı pompalıyor, diğer yandan merakla:
— Şu torunun yüzünü bir de adam akıllı görelim, diyordu.
Gaz lambasını yaktığında oda birden gündüz gibi aydınlandı. Sarı beyaz titrek ışık her köşeye yayıldı. Behzat torununu kucağına aldı, gözlerini ışığa doğru çevirdi. Minik yüzüne dikkatle baktı. Ancak ışık torunun gözlerini kamaştırmış, bebek bir anda başını çevirmişti.
Behzat hafifçe gülümseyerek torununu göğsüne yasladı, başını okşadı.
— Tamam tamam… Yarın sabah gün ışığında doya doya bakarım sana. Zaten hiçbir lamba, güneşin yerini tutamaz, güneş kadar aydınlatamaz, dedi usulca.
O anda odada sadece ışık değil, sevgi de yayılıyordu. Behzat için bu lamba, sadece bir aydınlatma aracı değil, yılların emeği, evlat sevinci ve şimdi de torunla tamamlanan bir hayattı. Sultan da sessizce o anı izliyor, gözleri dolu dolu torununa bakıyordu.

































