KÖMÜR KARASI GÖZLERİNİ ÖZLEDİM


Cahide, Annesi, ablası ve kendisinden iki yaş küçük erkek kardeşiyle birlikte kentin kenar mahallesinde küçük bir kiralık evde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Babası ise İstanbul’dan her ay düzenli olarak para gönderiyor, bir gün kendi evlerine kavuşacakları umudunu diri tutuyordu. Annesine, bu parayla bir arsa alıp ev yaptırmasını söylemişti. Kendisi de izinli geldiğinde bir müteahhitle anlaşarak inşaatı başlatacak, yıllardır içlerinde taşıdıkları yuva hayalini gerçeğe dönüştürecekti.
Babası bu planını İstanbul’daki bir hemşerisine açınca, hemşerisi de benzer bir niyet taşıdığını, hatta çoktan bir arsa satın aldığını anlattı. Üstelik aldığı arsanın hemen yanındaki yerin de satılık olduğunu, isterse babasının o arsayı alabileceğini söyledi. Böylece memlekette yan yana oturacak, komşu olacaklardı.
Babası, hemşerisinin önerisini duyunca içi umutla doldu. Yıllardır yüreğinde büyüttüğü ‘kendi evimiz’ hayali, şimdi somut bir şekil alıyordu. Hemen annesiyle mektuplaşarak durumu anlattı; annesi de vakit kaybetmeden satışa çıkarılan arsayı araştırmaya başladı.
Kısa süre sonra annesi gerekli parayı bankadan çekip arsanın parasını ödedi ve tapusunu aldı. Tapu işlemleri tamamlanınca, kâğıt üstünde yıllardır özlemini duydukları evin ilk adımı atılmış oldu. Komşu arsada inşaat temelinin kazıldığını, tuğlaların dizildiğini görünce heyecanları daha da arttı.
Babası izinli geldiğinde, arkadaşının arsasına ev yapan müteahhitle masaya oturdu. Projeler çizildi, evin odaları, pencereleri, hatta bahçesinin düzeni bile konuşuldu. Babasının köyde çocukluktan kalma özlemleri vardı. Onu gerçekleştirecekti. Artık yalnızca bir ev değil; torunlarının oynayacağı, misafirlerin ağırlanacağı, yıllar boyunca anılar biriktirecekleri bir yuva inşa edilecekti.,
Babası İstanbul’a döndükten sonra her ay düzenli olarak para gönderiyor, annesi de inşaatı sık sık ziyaret ederek eksik ve noksanları denetliyor, müteahhide ona göre ödeme yapıyordu. O ev yalnızca bir bina değil, herkesin umutlarının ve özlemlerinin somutlaşmış hâliydi.
Haziran ayının güneşi şehrin etrafındaki tepelerini sarıya boyarken babası izinli olarak memlekete geldi. Birkaç gün sonra eşini ve çocuklarını yanına alıp inşaatı görmeye gitti. Yolda giderken çocuklar heyecandan konuşmadan duramıyor, annelerinin gülümsemesiyle babalarının yüzüne bakıp gurur duyuyorlardı.
İnşaat alanına geldiklerinde yan taraftaki arkadaşının evi tamamlanmış, oturulmaya hazır hâle gelmişti; duvarları sıvanmış, pencerelerine perdeler asılmış, kapısının önüne küçük bir çiçek saksısı bile konmuştu. Kendi evlerinin ise kaba inşaatı bitmişti, gri duvarları henüz çıplak, pencereleri boştu. Ama asıl dikkat çeken şey, iki evin neredeyse birbirine yapışık durmasıydı.
Babası, beklediğinden farklı bir manzarayla karşılaşınca durup uzun uzun baktı. Hayal ettiği bahçeli, ferah ev yerine sanki tek bir gövde gibi duran ikiz bir bina yükseliyordu. Pencereler ve balkonlar yan yana, aynı hizada dizilmişti. Yan komşunun evi ise biraz daha büyüktü; her katta iki daire vardı. Babasının yüzünde belli belirsiz bir gölge gezindi. İçinde kırgınlık ve kabulleniş birbirine karışmıştı. Annesi sessizce onun koluna dokundu, ‘Artık böyle…’ der gibi. Çocuklar ise hâlâ heyecanla etrafı seyrediyor, babalarının gözlerinden geçen gölgeyi fark etmiyorlardı.,
Babası evin arka tarafındaki bahçeyi dolaşırken, ‘Emekli olunca ya da yeterince para biriktirince memleketime dönüp burada koyun kuzu besler, çeşitli meyve ağaçları yetiştiririm,’ dedi. O anda hayalini kurduğu hayatın kokusu burnuna kadar gelmişti. Birkaç hafta sonra İstanbul’a geri döndü.
Aradan birkaç yıl geçti; sonunda emekliliğini alarak memlekete dönüş yaptı. Bu süre içinde ev tamamlanmış, ailesi de yeni yuvalarına taşınmıştı. Ev üç katlı olarak inşa edilmişti ve babası her çocuğuna bir katı miras olarak bırakmayı tasarlıyordu. Şimdilik ailesiyle birlikte son katta oturuyor, çatı katını ise fazla eşyalarını ve saklamak istediği malzemeleri muhafaza etmek için kullanıyordu.
Babasının İstanbul’daki arkadaşı, ailesi yanında olduğu için orada daha uzun süre kalmıştı. Yıllar sonra bir yaz günü izne geldiklerinde iki aile bir araya geldi. Önce birbirlerine misafirliğe gittiler; eski dostluğun sıcaklığını iki arkadaş hemen hatırladı. Sofralar kuruldu, çocuklar daha doğrusu gençler bahçelerde gezdi, kadınlar mutfakta evlerinin yapılışından, eski günlerden konuşurken erkekler gurbet günlerini, eşlerinin İstanbul’daki çalışma koşullarını ve çekilen özlemleri anlattı.
O yaz, iki aile için sadece bir tatil değil, yılların yükünü hafifleten bir buluşmaydı. Evlerin bahçelerinde akşamüstleri çay saatleri düzenleniyor, bazen birlikte piknikler yapılıyor, bazen de birbirlerinin bahçesinde buluşuluyordu. Gençler bir zamanlar babalarının hayalini kurduğu evlerin bahçelerinde dolaşıyor, babaları ise yılların özlemini gideriyor, memleketteki hayatın tadını yeniden hatırlıyordu.
Günler böyle akıp giderken, iki evin bahçesi adeta tek bir yaşam alanına dönüşmüştü. Çitlerin üzerinden atılan selamlar, paylaşılan taze sebzeler ve akşamüstü yapılan sohbetler sayesinde hem dostluk hem de komşuluk bağları daha da güçlendi. O yaz, gurbetin acı hatıralarının yerini memleketin sıcaklığı ve ortak yaşam sevinci almıştı.
Bir akşamüstü komşuları ziyaretlerine geldi; ellerinde renkli çiçek buketleri ve çikolata tepsileri vardı. Tüm aile bu sürpriz karşısında şaşkınlık içindeydi, ama misafirleri içeri buyur ettiler. Her zamanki gibi sohbet başlarken, bu tür bir ziyarete alışık olmadıkları için anlam verememişlerdi. Belki de komşular, yeni evleri için hayırlı olsun dilemek üzere gelmişlerdi.
Bir süre sonra komşular, ziyaretlerinin amacını açıkladılar: Kızlarını oğullarına istiyor, böylece arkadaşlıklarını akrabalıkla pekiştirmek istediklerini belirtiyorlardı.
Cahide kalbinin derinliklerinde başka birini sevmesine rağmen, kendisi istemese de ablası ve babasının baskısı karşısında buna razı olmak zorunda kaldı; gönlüne düşen isyanı içinde sessizce bastırarak.,
Yaz başında düğünü yapıldı; ardından kocası ile İstanbul’a gidip yeni hayatına adım attı, geride bıraktığı sevinç ve hüznü birlikte taşıyarak.
Aradan yıllar geçmişti ne o sevdiğini unutabilmişti ne de sevdiği onu… Annesi ve babası zaman içinde vefat etmişti, artık memlekete gelmez olmuşlardı. Kayınbabası ise şehrin daha modern bir semtinden bir ev satın almış, izine geldiklerinde de bu evde kalır olmuşlardı. Eski evlerini kiraya vermişler, oraya artık hiç uğramaz hâle gelmişlerdi.
Aradan uzun yıllar geçmiş artık onlarda memlekete gelmez olmuştu. Kendisi İstanbul’da evde tek başına otururken eşi de bir fabrikada kaynak ustası olarak çalışıyordu. Günlerden bir gün evin sessizliğini çalan telefonun tiz sesi bozdu. Kadın apar topar ahizeyi kaldırdı. Karşıdaki yabancı sesin söylediği ilk kelimeler yüreğini sıkıştırdı: Eşi iş kazası geçirmişti, ambulansla hastaneye kaldırılmıştı. O an dizlerinin bağı çözüldü, eli ayağı titremeye başladı. Kulakları uğulduyor, söylenenleri tam anlayamıyordu. İçine tarifsiz bir korku çökmüş, boğazına kocaman bir düğüm oturmuştu. Ne yapacağını bilemeden telefonu kapattı, gözleri buğulandı; tek düşündüğü bir an önce eşinin yanına koşmaktı.
Hastaneye vardığında eşini çoktan ameliyata almışlardı. Koridorda birkaç arkadaşı telaşlı bakışlarla bekliyordu. Kadın onların yanına koştu, gözleri dolu dolu, sesi titrek bir şekilde sordu: ‘Nasıl oldu? Eşimin durumu nasıl?’ Arkadaşlarından biri derin bir iç çekti, diğeriyse başını öne eğerek konuştu. Eşinin durumunun iyi olduğunu, fakat kaynak yaparken koruyucu gözlüğünü takmadığı için patlayan kıvılcımların yüzüne ve gözüne isabet ettiğini söylediler. ‘Şu an ameliyatta, doktorlar ne diyecek bilemiyoruz. Sonuç çıkmadan kesin bir şey söylemek zor,’ dediler. Cahide’nin kalbi sıkıştı; gözleri kapının ardında devam eden ameliyata kilitlendi, dua etmekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Koridorda dakikalar saatlere dönmüştü. Cahide, ellerini birbirine kenetlemiş, gözlerini kapının üzerinde yanıp sönen kırmızı ışıktan ayıramıyordu. Nihayet ameliyathane kapısı açıldı. Beyaz önlüğüyle içeri giren doktorun yüzünden yorgunluk okunuyordu. Cahide titreyen adımlarla ona doğru yaklaştı. Sesi zor çıkarak, ‘Eşim… nasıl oldu?’ diye sordu. Doktor derin bir nefes aldı, sakin olmaya çalışarak, ‘Hayati tehlikeyi atlattı,’ dedi. Cahide’nin gözlerinden yaşlar boşaldı, bir an dizlerinin bağı çözüldü. Doktor devam etti: ‘Yüzünde ve gözünde ciddi yaralanmalar var. Gözlerini kurtarmak için elimizden geleni yaptık ama kesin sonuç birkaç gün içinde belli olacak. Sabırlı olun.’ Cahide’nin kalbi paramparça olmuştu. Bir yandan eşinin yaşamasına şükrediyor, bir yandan da gözlerinin akıbetini öğrenmek için dua ediyordu.
Birkaç gün sonra doktorlar odaya girerek eşinin yüzündeki ve gözlerindeki kalın bandajları yavaşça açtılar. Cahide, yüreği ağzında, nefesini tutarak sonucu bekliyordu. Doktorlar muayeneden sonra birbirlerine baktılar, ardından sessizliği bozan o ağır cümleyi söylediler: ‘Maalesef… gözlerinden artık umudu kesmemiz gerekiyor.’ Bu sözler Cahide’nin yüreğine hançer gibi saplandı. Bir hafta kadar sonra eşi taburcu edildi. Cahide, onu koluna girerek evlerine götürdü. Bundan sonra hayatın daha zor olacağını biliyorlardı. Normal bir yaşam sürmeye, bu yeni gerçeğe alışmaya çalışıyorlardı; ama gözleri görmeyen bir adam ve içi kan ağlayan bir kadın için bu hiç de kolay görünmüyordu.
Eve döndükten sonra günler ağır ağır geçmeye başladı. Adam için en basit işler bile büyük bir mücadeleye dönüşmüştü. Yatağından kalkarken bile karısının elini arıyor, evin içinde adımlarını sayarak yürümeyi öğrenmeye çalışıyordu. Çoğu zaman sabırsızlanıyor, öfkesini kendine yöneltiyor, ‘Ben artık hiçbir işe yaramam,’ diye hayıflanıyordu. Kadın ise sabırla onun yanında duruyor, her defasında koluna girip yol gösteriyor, sofraya otururken tabaktaki yemeğini hazırlıyor, içtenlikle ‘Sen varsın ya, başka hiçbir şeyin önemi yok,’ diyerek yüreğini teskin etmeye uğraşıyordu.
Ama geceleri Cahide de sessizce gözyaşı döküyordu. Eşinin acısına çare olamamanın, geleceğin belirsizliğinin ağırlığını yüreğinde taşıyordu. Yine de sabah olunca gözyaşlarını silip gülümsemeyi başarıyor, evine ve eşine güç vermek için elinden geleni yapıyordu. İkisi de biliyordu ki bu yeni hayata alışmak kolay olmayacaktı, ama birbirlerine tutunurlarsa belki de yeniden ayağa kalkabilirlerdi.
Cahide her fırsatta eşine bir isteği olup olmadığını soruyordu. O ise ‘Yok,’ demek istiyor ama dilinden dökülmüyordu ya bir bardak su istiyor ya da banyoya götürmesini rica ediyordu. Normal bir çocuğun bile yapabileceği işleri kendisinin yapamamasına içerliyor, içine derin bir sızı düşüyordu.
Bir gün, sessizlik içinde otururken dudaklarından aniden şu kelime döküldü: ‘Özledim…’
Cahide hemen dönüp, gözleri dolarak sordu: ‘Neyi özledin?’
Adam derin bir nefes aldı, sesi titreyerek yanıtladı: ‘Senin kömür karası gözlerini…’
Bu sözler Cahide yüreğini delip geçti. Dayanamadı, başını eşinin omzuna yasladı ve hıçkırıklara boğuldu. O an ikisi de bir kez daha anladı; gözler görmese bile gönüller hâlâ birbirini bulabiliyordu.
Ama onun kömür karası gözlerini özleyen, onu unutamayan birisi vardı; çok uzaklarda, belki de bir ömür boyu ayrı kalacak kadar uzaklarda. Ne var ki gönüller birbirine dokunamıyordu, o özlem bir daha hiçbir zaman buluşamayacaktı. Cahide bunu çok iyi biliyordu.