SON DAKİKA
Reklam

BU DÜNYADAN BİR VEYSEL GEÇTİ

BU DÜNYADAN BİR VEYSEL GEÇTİ
A- A+
Reklam

Mart ayının sert soğuğu hâlâ dağların doruklarında direnirken, Ağrı’nın Eleşkirt ilçesi kışla bahar arasında kalmış bir iklimde soluk alıyordu. Kar, dağ eteklerinden usul usul çekiliyor, ama sabahları nefesimiz hâlâ buhar olup havaya karışıyordu. O yıllarda ben ilkokula yeni başlamıştım. Evimizde televizyon yoktu; dünyaya açılan tek penceremiz, cızırtılı sesiyle odadaki büfenin üzerinde duran tahta kasalı radyoydu.

Annem çoğu zaman türkü dinlerdi, bazen haberler girdiğinde sesi açar, kulak kesilirdik. O gün de öyle bir gündü. Hatırımda kalan, öğleden sonra saatleriydi. Radyodan bir ses yükseldi, içinde garip bir hüzün vardı:
“Âşık Veysel vefat etti...”

Çocuk aklımla tam anlayamamıştım ama içime bir sıkıntı çöktü. Gözlerim doldu. O yaşta “ölüm” kelimesinin ağırlığını bilmezdim, ama sesin tonu bile bir kaybı anlatıyordu.
Birden hıçkırarak ağlamaya başladım.

Annem şaşırıp yanıma geldi.
— Ne oldu oğlum, niye ağlıyorsun? diye sordu.
Ben, aralıksız akan gözyaşlarımın arasından,
— Veysel amcam ölmüş! dedim.

Annem gülümsedi, başımı okşadı:
— Yok oğlum, o senin Veysel amcan değil. Âşık Veysel ölmüş.

Ama içimdeki ağırlık dinmedi. Akşam babam eve geldiğinde annem olayı ona da anlattı. O da gülerek,
— Veysel bir tek senin amcan değil ki, binlerce Veysel var, üzülme, dedi.

Fakat ben o gün uzun süre sustum. Radyodan gelen o haber, çocuk yüreğimde derin bir iz bıraktı.
Belki de o an, ilk defa bir insanın sesine, bir türkünün gücüne ağladım.

Aradan birkaç gün geçti. Bir akşam radyoda yine o ses yankılandı:
“Uzun ince bir yoldayım...”
Annem, “Bak, işte bu söyleyen adam, Âşık Veysel,” dedi.
Türkünün sesi uzaklardan, sanki karların eridiği bir dağ yamacından geliyordu. Sözcüklerini tam anlayamasam da, o sesin içinde yalnızlık, yolculuk ve derin bir teslimiyet vardı.
O an, içimde bir yer kıpırdadı; belki de hayatın anlamını ilk kez o türkünün içinde hissettim.

O günden sonra, her radyoda türkü çaldığında, Âşık Veysel’in hâlâ yaşadığını düşünürdüm.
Ve kendi kendime, Uzun İnce bir yoldayım türküsünü söyleme çalışır “Keşke yaşasaydı da hep söyleseydi,” derdim.

Aylar geçti. Bir yaz günü köyümüze gittiğimizde Veysel amcam izne gelmişti. Onu görünce içimi tarifsiz bir sevinç kapladı.
O günden bugüne, ne zaman hatırlasam o anı, içim yine aynı sıcaklıkla dolar. Amcam orada “Bir yeri diyar yapan içindeki yârdır, içinde yâr yoksa orası bir ağyardır,” sözünü hatırlatarak insanın sevdikleri ile bir arada olmasının önemine vurgu yapmıştı.
Nedense ona hep ayrı bir sevgi duydum. Belki adını Âşık Veysel’le karıştırdığım çocukluk günlerinden, belki de o günkü masum duygularımdan... ama bilirim, kalbimdeki yerini hep korudu.

Şimdilerde yetmiş beş yaşında.
Onu bildim bileli, hep aynı özenli hâliyle hatırlarım: tıraşlı, temiz, derli toplu…
Hiç kirli sakallı görmedim.
Özü sözü bir, ağırbaşlı, ölçülü bir insandır.
İnsanın varlığıyla bile çevresine huzur verebileceğini, ondan öğrendim.

Yıllar geçti, amcam emekli oldu.
Ama o, hiçbir zaman “boş durmayı” bilmezdi. Hayat onun için hep bir üretme hâliydi.
Bir dönem Türkiye’deki ilk otomobil müzayedesi işini başlattı; yeni fikirlere açık, çalışkan ve azimli bir ruha sahipti.

Artık yüz yüze görüşemesek de, teknoloji sayesinde aramızda mesafeler kısalmıştı.
Oğullarımdan biri onun için bir web sitesi hazırlıyordu. Amcam bu işe büyük bir hevesle sarıldı, tasarım üzerine fikir alışverişleri yapmaya başladık.
Aradan yıllar geçti; ben de emekli oldum, o da müzayede işini bıraktı.

Bir gün konuşurken, “Bunca yılda ne çok söz biriktirmişim,” dedi. “Belki bir gün hepsini bir araya getirir, bir kitap yaparım.”
O an onun buna hevesli olduğunu sezinledim. Ona destek vermek için,
“Harika bir fikir,” dedim.
Ve öylece başladık; Özümün Sözü, Sözümün Özü adını taşıyan kitabın ilk taslağını hazırladık. Kitabın kapağına da şöyle yazmamı istedi “Kişi kendisi için okur, başkası için yazar.” demişti

Sayfalar doldukça, fark ettim ki amcamın en büyük mirası o sözlerin kendisi değil, onları söyleme biçimiydi.
Bir cümlesi bazen günlerce aklımda dolanır, hayatın özünü yeniden sorgulatırdı bana.

“İnsanın ardında bırakacağı en güzel şey, özü ve sözüdür,” demişti bir gün.
O cümle, onun hayatının özeti gibiydi.

Bugün geriye dönüp baktığımda, çocukluğumda radyodan duyduğum o ölüm haberinden, bugün torunlarına masallar anlatan yaşlı bir bilgeye uzanan bu hikâyenin, aslında benim kendi yaşam yolculuğumla da iç içe geçtiğini görüyorum.

Amcamın hayatı, emekle, azimle, inançla örülmüş bir hikâyedir.
Köyde başlayan o yol, Ankara’da Sanat Enstitüsü’ne, oradan Almanya’ya kadar uzanmış.
Almanya’da üniversiteye gitmiş ama o dönemin yoklukları yüzünden eğitimini tamamlayamadan yurda dönmek zorunda kalmış.
Yine de hiçbir zaman pes etmemiş.
“Okul bitince öğrenmek bitmez,” derdi hep.

Yurda döner dönmez, iki yıldır nişanlı olduğu eşiyle evlenmiş.
İki kızı ve bir oğlu olmuş.
Özellikle torunlarına olan sevgisi, yüzündeki ışıkta bile belli.

Evliliğinin ilk yılı dolmadan askere gitmek zorunda kalmış. Tam yirmi ay ayrı kalmış eşinden.
Bu dönemi anlatırken bana,
“Eşler, uçan yaşam kuşunun iki kanadıdır,” dedi.
O sözüyle, yaşamın dengesini, sevgi ve dayanışmanın gerekliliğini öyle sade, öyle derin anlatmıştı ki…

Askerlik dönüşü Vergi Memuru olarak göreve başlamış, ama çok geçmeden Kıbrıs Barış Harekatı’na çağrılmış.
Harekât sonrası Malatya’ya atanmış. Almanya’da yarım kalan dil eğitimini Ankara’da tamamlamış.
Oradan Edirne’ye, Diyarbakır’a, Bursa’ya, İstanbul’a uzanan bir görev zinciri…
Her gittiği yerde adalet, dürüstlük ve çalışkanlıkla tanınmış.

Bir gün ona, “Amca, seni en çok ne yordu?” diye sormuştum.
Bir süre düşündü, Ankara’da müdürlük yaptığı sırada haksız yere başka bir ile tayin edildiğine atıfta bulunarak yavaşça,
“İnsanın adalet ararken adaletsizlikle karşılaşması,” dedi.
O cümlede yılların yorgunluğu kadar bir bilgelik de vardı.

Emekli olduktan sonra, herkes gibi dinlenmeye çekilmek yerine, hayatın güzelliklerini paylaşmayı seçti. O üretmeyi çok sever... hatta “İnsan Üretmeden Ürememeli, Üremiş ise de Eğitmeli.” der.
Bahçesinde uğraşır, kitap okur, torunlarıyla zaman geçirirdi.
Bir gün kitabına eklemem için gönderdiği bir söz vardı:
“Aç perdeyi, kapatma pencereyi; gözlerin görsün. Aç gönül gözünü, bak doğaya, yüzün gülsün.”

Bu söz, onun doğaya, insana ve yaşama olan sevgisini anlatmaya yeterdi.
Bir başka gün de şunu göndermişti:
“Ağaç toprak ve su ile, insan kitap ve bilgi ile olgunlaşır.”

Bu yüzden o, yalnızca yaşayan bir insan değil; yaşarken öğreten, öğüt vermeyen ama düşündüren bir bilgeydi.

Yıllar sonra birlikte oturup hayatını kaleme aldık. Her sayfası bir ömür, her cümlesi bir izdi.
Onun yeğeni olduğum için kendimi hep şanslı hissettim.
Çünkü amcam sadece bir akraba değil; yol gösterici bir ışık, bir ilham kaynağıydı.

Ve bir gün, hikâyeyi nasıl bitireceğimi sorduğumda, gülümseyerek şöyle dedi:

“Topraktan ağaç ve bitki meyve, sebze olarak geldik, yenilip içildik, bünyede kan olduk, gen olduk, eşlerin çiftleşmesiyle cenin olduk, can olduk, doğduk, geliştik, yaşlandık, toprağa düştük kimisi kül, kimisi gül oldu. Topraktan geldik, toprağa gideceğiz, böylece de devri daim olarak döngü tamamlanmış olacak. Bende onlardan birisiyim” dedi
“Olur da bir gün hak vaki olur, Rabbim verdiği canı geri alırsa, bu dünyadan bir Veysel geçti der; nasıl biliyorsanız öyle anarsınız.”

O söz, onun tevazusunu, hayata bakışını ve derinliğini özetliyordu.
Bugün hâlâ o söz kulaklarımda yankılanıyor.
Evet…
Şu an bu dünyada bir Veysel var ve bir gün bu dünyadan bir Veysel geçecek ama arkada çok güzel hikayeler bırakacak.

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar