SON DAKİKA
Reklam

MÜDÜR OSMAN

MÜDÜR OSMAN
A- A+

Osman, askerden köye döndüğü günden bu yana neredeyse her sabah güne kahvenin yolunu tutarak başlıyordu. Daha güneş doğmadan köy meydanında ağır ağır yürüyen birkaç ihtiyarın arasından geçip kahvenin kapısını aralıyor, içeri girer girmez sobanın çıtırtısı ya da yaz aylarında açık pencereden süzülen serinlik onu karşılıyordu. Gün boyu arkadaşlarıyla tavla atıyor, okey masasında kahkahalar eşliğinde taş çeviriyor, zaman zaman da iskambil kartlarının şakırtısı arasında vakit geçiriyordu. Cebinde babasının verdiği üç beş kuruşu, hiç düşünmeden çaya, kahveye harcıyor; bazen günün sonunda cebinde tek lira bile kalmıyordu. Dışarıdan bakıldığında bu hâl, onun için bir eğlence gibi görünse de köydeki büyükler Osman’ın günlerini kahve köşelerinde tüketmesine içten içe üzülüyor, “Delikanlı askerden geldi geleli elini bir işe atmadı, babası sabahtan akşama kadar tarlada, bağda, bahçede uğraşıyor, o ise akşama kadar kahvede” diye kendi aralarında söyleniyorlardı.

Osman, ilkokul ve ortaokulu ailesinin baskısıyla, hem de güç bela bitirmişti. Liseye gitmek için ne hevesi vardı ne de sabrı… Ona göre kitap, defter, ders hepsi boş işti. Zihninde bambaşka hayaller dolaşıyordu. Köy meydanında herkesin saygıyla önünü iliklediği, cebinde tomar tomar parayla gezen, kendi traktörüyle ya da bir gün nasip olursa jip ile dolaşan bir Osman olmak istiyordu. Düşlerinde, kahvede otururken herkes onun masasına gelerek “Osman Ağa” diye hitap ediyor, sözünü dinliyor, hatta borç para istemek için kuyruğa giriyordu.

Gerçek bambaşkaydı. Osman günlerini kahve köşelerinde, oyun masalarında çürüterek geçiriyordu. Hayallerinde itibarlı, sözü dinlenen bir Osman vardı ama hakikat; miskinlikten kurtulamayan, kendi yolunu çizemeyen bir Osman’ı gösteriyordu. Arkadaşlarına sık sık, “Bir gün çok zengin olacağım, bu köyün ağası ben olacağım, o zaman görürsünüz,” diyordu. “Babamın bahçesinde, bağında, tarlasında ırgatlarım çalışacak, ben de keyfime bakacağım.” Böyle konuşarak arkadaşlarına hava atıyordu. Onlar ise Osman’ı kahveye girerken görünce aralarında “Osman Ağa geliyor” diye takılıyor, yanlarına oturduğunda da “Hoş geldin Osman Ağa” diyerek alaylarını sürdürüyorlardı.

Bir yaz günü, arkadaşı İhsan şehirden köye izne gelmişti. Hem annesiyle babasına bahçe işlerinde yardımcı oluyor, hem de boş vakitlerinde köydeki dostlarıyla hasret gideriyordu. Akşamüstü işler bitip sofralar kalkınca, babasından kahveye gitmek için izin istedi. Babası da,
“Olur, dinlenmek senin de hakkın,” diyerek müsaade verdi.

Köy kahvesi, yaz akşamının serinliğinde her zamanki gibi kalabalıktı. Tavla taşlarının şakırtısı, ince belli bardaklardan yükselen çay buharına karışıyor; köşelerde oturan ihtiyarların sigara dumanı, tavanın altında ağır ağır dolaşıyordu. İhsan kapıdan içeri girdiğinde yüksek sesle selam verdi. Masalara göz gezdirdi, önce büyüklerin yanına uğrayıp hâl hatır etti, ardından Osman’ın oturduğu masaya yöneldi.

Osman dostunu görünce yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, yanındaki sandalyeyi çekerek oturmasını işaret etti. Sohbet koyulaştıkça köyün gündelik meselelerinden şehre uzanan bir muhabbet başladı. Osman, merakla İhsan’ın şehirdeki işini sordu. İhsan ise bir otelin restoranında başgarson olarak çalıştığını, emrinde on beş kadar garsonun bulunduğunu anlattı. Anlatırken gözlerinde hem yorgunluğun hem de mesleğine duyduğu gururun izleri vardı.

Osman ise dinlerken derin bir iç çekti. Köyde sabahtan akşama kahvede oturup vakit öldürdüğünü, babasından aldığı üç beş kuruşla günü akşam ettiğini düşündü. İhsan’ın şehirdeki işi, insanların gelip geçtiği büyük bir otelde onlarca kişiye emir verebilmesi ona kıskandırıcı gelmişti. İçinden, “Benim de emrimde çalışanlar olsa… İnsanların içinde sözüm geçseydi, belki köyde de itibarım daha büyük olurdu,” diye geçirdi. Ama bunu dile getirmedi; dudaklarının kenarında zoraki bir gülümsemeyle İhsan’ın anlattıklarını dinlemeye devam etti.

Akşam eve döndüğünde, sofraya oturmadan odasına geçti. Karnı aç olmasına rağmen canı yemek yemek istemiyordu. Yatağına uzandı, gözlerini tavana dikerek kahvede geçen sohbeti ve İhsan’ın anlattıklarını düşünmeye başladı. Arkadaşının şehirdeki işi, saygınlığı ve anlattığı hayat, zihninde dönüp dolaşıyor, içini hem kıpır kıpır bir merak hem de tuhaf bir kıskançlık kaplıyordu.

Bu sırada annesi kapıyı aralayıp,
“Oğlum, yemek yemeyecek misin?” diye sordu.
Osman başını çevirmeden, “Canım istemiyor ana,” dedi.

Ardından babası söze karıştı, sesinde hafif bir sitem vardı:
“Ne iş gördü de, ne yoruldu da canı istemiyormuş? Bütün gün kahvede oturup akşam olunca da sofradan kaçar ancak.”

Osman sustu; içinde kabaran düşünceleri dillendirmedi. Onu asıl kemiren şey, babasınınsözlerinden çok, İhsan’ın şehirde kurduğu hayattı. Ağalık sevdası yavaş yavaş içinden siliniyor; İhsan’ın anlattıklarının etkisiyle şehirde çalışmayı, yükselmeyi, hatta bir gün müdür olup İhsan gibi onbeş kişiyi değil yüz elli kişiyi emri altında toplamayı düşlüyordu.

İhsan’ın izin günleri sona yaklaşırken, yine kahvede yaptıkları bir sohbette Osman niyetini açtı: “Ben de şehre gitmek, orada çalışmak istiyorum,” dedi. İhsan gülümseyerek, “Ben birkaç güne gidiyorum. İstersen beraber gideriz, sana da uygun bir iş bakarız. Olmazsa bizim otelde mutlaka iş buluruz,” diye karşılık verdi.

Osman akşam kahveden eve döndüğünde, babası yorgun argın divana uzanmış, akşam yemeğinin hazırlanmasını bekliyordu. Osman, onun ayak ucuna oturup şehirdeki planlarından söz açtı; babasının da fikrini almak istiyordu.

Babası, içinden “Burada kendi bağında, bahçende çalışsana… Şehirde ne yapacaksın?” diye geçiriyordu. Ama ardından düşündü: “Zaten köyde bir işe yaradığı yok, gün boyu kahve köşelerinde oturuyor. Belki şehirde çalışır da kendi ekmeğini kazanır. Ben de burada dert etmeden işime bakarım.”

Sonunda yüzüne belli etmeden, sakin bir sesle, “Sen daha iyisini bilirsin, oğlum,” diyerek onayladı.

İki gün sonra Osman, küçük bavulunu hazırlayıp İhsan’la birlikte yola çıktı. Şehre vardıklarında ilk gece İhsan’ın evinde kaldı. Ertesi sabah birlikte kalktılar. Osman, onun işyerinde değil de kendi başına başka bir yerde çalışmak istediğini söyledi. “Beni misafir ettin, sağ ol. Ama kendi işimi kendim bulmak istiyorum,” diyerek teşekkür etti. Ardından bavulunu alıp İhsan’la birlikte evden çıktı, şehrin kalabalığına karışarak iş aramaya koyuldu.

Osman iş görüşmesi için başvurduğu yerlerde, her seferinde aynı engellerle karşılaştı: CV, tecrübe, diploma… Osman’da bunların hiçbiri yoktu; hatta CV’nin ne olduğunu bile bilmiyordu. Hayalinde masa başında oturup emirler veren, işleri başkalarına yaptıran bir Osman vardı. Ama gerçek çok farklıydı; kendi elleriyle çalışmak zorunda kalacağı işler, resmi evraklar, deneyim talepleri…

Başta bunu kabullenmekte zorlandı, ama gün boyunca ve sonraki günlerde işten işe dolaştıkça geç de olsa fark etti: Aradığı, hayalindeki gibi kolay ve itibar sağlayan bir iş bulmak neredeyse imkânsızdı. Babasından aldığı para ile bir handa kalıyordu, ama gün geçtikçe parasının su gibi akıp gittiğini hissediyordu. Odasının köşesinde yalnız başına otururken, şehrin kalabalığı içinde kendisini ne kadar küçük ve önemsiz hissettiğini fark etti. İhsan’dan ayrı kalmış, onun desteğine hasret bir haldeydi. İçinde yükselen kaygıyla, çaresizce İhsan’ın çalıştığı otele gitmeye ve ondan yardım istemeye karar verdi; adeta tek dayanağı o kalmıştı.

Utana sıkıla İhsan’ın yanına giden Osman, durumunu açık yüreklilikle anlattı. İhsan, köylüsünü ve arkadaşını yalnız bırakmadı; “Merak etme, elimden geleni yaparım,” diyerek onun müdürle görüşmesi için bir randevu ayarladı.

Ertesi gün Osman, yine İhsan’ın desteğiyle otelde müdürün karşısına çıktı. Daha kapıdan girerken içinde gizli bir umut vardı: Belki burada masa başında, amirlik gibi bir iş bulabilecekti. Fakat görüşmenin ilk dakikalarında yine aynı şeylerle karşılaştı; diploma, tecrübe, geçmiş işler…

Durumunu anlatınca müdür, bıyık altından gülerek düşündü: “Daha dün köyden gelmiş, kısa yoldan müdür olmayı bekliyor.” Yine de İhsan’ın hatırını kıramadı. Osman’a, “Seni işe alacağım. Otelin teras ve bahçesinin temizliğiyle ilgilenirsin,” dedi.

Osman’ın içindeki hayaller bir anlığına darmadağın oldu, ama çaresiz kabul etti. İçinden, “Hiç yoktan iyidir,” diye geçirdi.

Osman ne ummuştu, ne bulmuştu. Günler geçip gidiyordu. Köyde kahvede pineklemekten başka bir şey yapmayan Osman için oteldeki iş ağır gelmeye başlamıştı. Tembelliğe alışmış bedeni ve kafası, sabahın erken saatlerinde süpürge sallamaya, çöp taşımaya, masa silmeye bir türlü alışamıyordu. Her gün içinden “Ben bu iş için mi buralara geldim?” diye homurdanıyor, yaptığı işi kendine yakıştıramıyordu. Fakat geri dönmeye de cesareti yoktu; köye dönse herkesin diline düşecek, babasının yüzüne bakamayacaktı.

Bu yüzden ailesine yazdığı mektuplarda işin aslını söylemiyordu. Babasına hitaben kâğıda satır satır döktüğü cümlelerde, İhsan’la aynı otelde çalıştığını, kendisinin de otelin bahçesiyle terasından sorumlu olduğunu yazıyordu. Temizlikten bahsetmiyor, sanki oraların amiriymiş gibi ifadeler kullanıyordu. “Misafirlerin oturduğu yerlerin düzeni benden sorulur” diyordu mesela. Köyde bu satırları okuyan babası, oğlunun iyi bir iş tuttuğunu sanıyor; Osman ise kendi içindeki eksikliği örtmeye çalışıyordu.

Oysa hakikat çok başkaydı. Her sabah gün doğmadan uyanıyor, iki üç dilim ekmekle birkaç zeytin peynir atıştırıp yola koyuluyordu. Otelin kapısından girer girmez eline süpürgesini alıyor, bahçeyi ve terası temizlemeye başlıyordu. Bir köşede masaların ayaklarını siliyor, başka bir köşede çiçek saksılarının diplerini düzenliyor, kimi zaman da çöpleri taşımaktan sırtı ağrıyordu. Akşama kadar süren bu uğraş, Osman’ın zihninde kurduğu masa başı hayallerine hiç benzemiyordu.

Gün sonunda yorgun argın yatağa girerken aklından hep aynı şey geçiyordu: “Ben müdür olacaktım, otel bahçesinde çöpçü değil.”

Haftalar geçmiş, köydeki işleri biraz hafifleyen Osman’ın babası, oğlunu ziyarete gitmeye karar vermişti. İçten içe “Bakalım bizim oğlan nasıl bir müdürlük yapıyor?” diye merak ediyordu.

Şehre geldiğinde yanında birkaç parça karısının hazırladığı köy yiyeceği benzeri eşyası vardı. Doğruca otele gidip resepsiyona çıktı. “Osman’ı soruyorum” dedi. Resepsiyon görevlisi, komiyi çağırarak “Götür göster” dedi. Babası, komiyi takip ederken kafasında bir sahne canlandırıyordu: Oğlu, bir odada masasının başında, kâğıtlarıyla uğraşan bir müdür…

Ama hayal ile hakikat arasındaki fark daha ilk adımda yüzüne çarptı. Terasa çıktıklarında gözlerine inanamadı: Osman elinde süpürgeyle yerleri süpürüyordu. İçinde bir burukluk hissetti, ama aslında çok da şaşırmadı.

Osman, kominin yanında babasını görünce donakaldı. Yine de işi pişkinliğe vurarak “Hoş geldin baba” deyip onu bir masaya oturttu, çay söyledi. Çaylar içilip bitene kadar babası tek kelime etmedi. Sessizlik, Osman’ın içine oturmuştu.

Çay faslı bitince Osman, gülümsemeye çalışarak,
“Baba, yoldan geldin, yorgunsundur. Ben haber vereyim de seninle geleyim. Benim odada dinlen, istirahat edersin” dedi.

Babasını alıp kaldığı handaki odaya götürdüğünde yaşlı adam bir kez daha şaşkına döndü. Oda darmadağın, harap bir haldeydi. Köyde hayalini kurduğu “müdür odası” yerine, perişan bir bekar odasında oğlunun nasıl yaşadığını düşündü. Osman’ın “Uzan, biraz dinlen” demesine karşı çıkmadı. Zaten yolculuktan da, gördüklerinden de hem bedenen hem ruhen yorulmuştu. Uykusuz gözlerini kapattı.

Bir iki saat sonra gözlerini açtığında masanın üzerinde kebaplar vardı. Osman, lokantadan alıp getirmişti. Masayı yatağın yanına çektiler; baba yatağın kenarında, oğul odadaki tek sandalyede oturuyordu. Kebaplarını yerken, ayranlarını içerken Osman ne söyleyeceğini düşünüp durdu.

Ama konuşmasına gerek kalmadı. Babası yemeğin sonunda, tok bir sesle, kesin kararı verdi:
“Yarın sabah otele gideceğiz. Sen işten ayrılacaksın. Beraber köye döneceğiz.”

Sabah erkenden kalktılar. Osman üç beş parça eşyasını çantasına doldururken, babası da köyden getirdiği bohçaları hiç açmamıştı bile. Sessizce hazırlandılar. Handan çıkmadan önce bir şeyler atıştırıp oda borcunu ödediler. Ardından taksiye bindiler; eşyalarını bagaja yerleştirdiler ve doğruca otele doğru yol aldılar.

Osman’ın yüzü asıktı. Babası ise dışarıyı seyrediyor, arada bir iç çekiyordu. Otele vardıklarında ilk iş olarak babası, İhsan’ın yanına uğradı. “Hakkını helal et evladım” dedi yaşlı adam, “sen oğluma sahip çıktın, yol gösterdin.” İhsan, mahcup bir tebessümle başını salladı.

Osman ise cesaretini toplayıp müdürün kapısını çaldı. İçeri girer girmez lafı dolandırmadı:
“Efendim, ben işten ayrılmak istiyorum. Köye döneceğim.”

Müdür, Osman’ın gözlerinin içine baktı. Yorgun, ama kesin bir bakışla,
“Bu karar senin için daha hayırlı olur evladım. Şehir herkese göre değildir. İnsan nerede huzur buluyorsa orada çalışmalı. İnsan kaynaklarına git, ilişiğini kessinler” dedi.

Kısa süren işlemlerin ardından Osman’ın defteri otelde kapandı. Çıkışta eline tutuşturulan birkaç kâğıt ve küçük bir tazminat zarfıyla kendisini daha da eksilmiş hissediyordu. Babasıyla yan yana yürürken, sanki herkesin gözü üzerinde gibi utanıyordu.

Otelden ayrıldıktan sonra doğruca garaja gittiler. Köye gidecek otobüsten iki bilet aldılar. Eşyalarını bagaja koyup koltuklarına oturduklarında, otobüsün motoru çalıştı. O sırada babası, Osman’a yan gözle bakarak gülümsemeye çalıştı ama sözlerinde alay da vardı:

“Bak evlat,” dedi, “şehirde müdür olamadın ama bizim köyde bağında bahçende müdür olursun. Hem de kimse seni işten çıkaramaz.”

Babasının bu sözleri Osman’ın içini acıttı. Alayla sitem birbirine karışmıştı. Bir yandan başını önüne eğip susmak istiyordu, diğer yandan içinden bağırmak geliyordu: “Ben denedim baba! Hayal ettim, olmadı. Şimdi bana güleceksin biliyorum ama ben en çok kendime kırgınım.”

Otobüs şehri ardında bırakıp kıvrıla kıvrıla köy yollarına girerken, Osman’ın içini hem bir utanç hem de bir tuhaf rahatlama sardı. Bir hayal yıkılmıştı ama belki de köyde yeni bir hayat kurulacaktı.

Eve geldiklerinde Osman ilk iş annesinin elini öptü. Anası, oğlunu karşısında görünce hem sevinçten hem de burukluktan gözleri doldu. Oğlunun şehirden nasıl döndüğünü merak ediyordu ama hiçbir şey sormadı; sadece sarıldı, kokusunu içine çekti.

Ertesi sabah Osman, babasıyla beraber bağa bahçeye gitti. İlk kez isteyerek, gayretli bir şekilde çalışıyordu. Çapasını toprağa vururken içinden, “Artık tembellik yok. Kendi işimin müdürü olacağım” diyordu. Güneş alnında parladıkça, sırtından akan ter ona gurur gibi geliyordu.

Artık günler köyde toprağın bereketiyle geçiyordu. Osman sabahları güneş doğmadan kalkıyor, babasının yanında tarlaya gidiyor, öğlene kadar bağda bahçede çalışıyordu. Tembelliğe alışmış bedenine önce zor gelse de, günler geçtikçe toprağın kokusuna, terin verdiği huzura alıştı. Akşam eve döndüğünde yorgun ama gururlu oluyordu.

Anası oğlunu böyle çalışırken gördükçe içinden şükrediyor, “Şehir onu yıprattı ama köy kendine getirdi” diye düşünüyordu. Babası ise ilk zamanlar oğlunun gayretine şüpheyle baksa da, Osman’ın her gün pes etmeden çalıştığını gördükçe ona olan güveni arttı. Çoğu zaman oğluna belli etmeden gurur duyuyor, kahvede yanındakilere, “Bizim oğlan da nihayet akıllandı” demekten kendini alamıyordu.

Köylüler ise başta Osman’ın şehirden eli boş dönmesini dillerine doladılar. Kahvede laf atanlar, onunla alay edenler oldu. Fakat günler geçtikçe Osman’ın bağda bahçede sabırla çalıştığını, alın terini saklamadığını gördüler. Yavaş yavaş alaylar yerini saygıya bıraktı.

Birkaç gün sonra köy kahvesine uğradığında eski arkadaşları masalarına çağırdı. Her zamanki gibi takılmadan edemediler:
— “Hadi Osman, karar ver artık! Ağa mı olacaksın, müdür mü olacaksın, yoksa köylü mü olacaksın?”

Gülüşerek alay ediyorlardı.

Osman derin bir nefes aldı, başını kaldırıp kararlı bir sesle konuştu:
— “Ben kararımı verdim. Artık köylü olacağım. Zaten geldiğimden beri babamla beraber tarlada, bağda, bahçede çalışıyorum.”

Sonra biraz doğrulup sözünü pekiştirdi:
— “Büyük Atatürk ne demiş? ‘Köylü milletin efendisidir.’ Bundan büyük mevki mi olur?”

Arkadaşları birbirine bakıp sustular. Osman’ın gözlerindeki ciddiyeti görünce artık alay edemediler. O an Osman’ın içinde garip bir huzur belirdi. Hayallerinde koştuğu müdürlükler, makamlar, masalar birer birer yok oldu. Yerine toprağın kokusu, alın terinin gururu ve gerçek bir kararın ağırlığı geldi.

O günden sonra Osman’ın adı, köyde “müdürlük hayaliyle gidip köyün efendisi olarak dönen” adam diye anıldı. O ise her defasında sadece şunu söyledi:
— “Ben en sonunda kendi işimin müdürü oldum.”

Ve hayatına, toprağın bereketiyle, alın terinin gururuyla devam etti.

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar