FISTIKLI BAKLAVA
Babasının ölüm haberini alan Kâmil, çalıştığı firmadan izin alır almaz ilk uçakla Gaziantep’e geldi. Havaalanından bindiği taksiyle hiç oyalanmadan baba evinin kapısına vardı. Kapıyı açan annesine ve kardeşlerine sıkıca sarıldı; yüzündeki şaşkınlık, acıya karışmış bir inançsızlık gibiydi.
“Daha geçen hafta ne kadar dinçti… Sağlığı yerindeydi. Nasıl oldu? Ne oldu da böyle ansızın?” diye sordu, sesi titrek, nefesi kesik kesik.
Bir cevap bekliyordu ama evin içinde hâkim olan derin sessizlik her şeyden önce konuşuyordu.
Annesi, elini Kâmil’in koluna koydu ve onu içeri davet etti. Salonun ortasında serili taziye minderlerinin üzerinde birkaç amca ve komşu sessizce oturuyordu. Kimse kimsenin yüzüne uzun uzun bakamıyor; acı, kelimelere döküldükçe daha da büyüyecekmiş gibi suskunluk ağır ağır odanın içinde dolaşıyordu.
Annesi başındaki örtünün ucunu titrek parmaklarıyla düzeltti. Gözleri yere, geçmişin bir yerlerine kaydı.
“Sabah namazına kalkmıştı,” dedi kısık bir sesle. “Her zamanki gibi önce bahçeye çıktı, hava serindir diye. Sonra traktörü çalıştırıp fıstık bahçesine gitti. Hasat yaklaşmıştı ya… Bir göz atmak istemişti. Öğleden sonra geri döndüğünde yüzü bembeyazdı. Ne olduğunu sordum. ‘Toplamışlar,’ dedi. ‘Gece girip hepsini toplamışlar… Ağaçlarda bir tane bile fıstık kalmamış.’”
Sözlerine devam ederken sesi daha da inceldi.
“Daha bunu söyler söylemez kapının önünde yere yığıldı. Komşular koşturdu, ambulansı çağırdık ama… kalbi işte oğlum… dayanamadı artık.”
Kâmil, söylenen her kelimeyi duyuyor ama hiçbirini içine sindiremiyordu. Sanki sesler uzaktan geliyordu, soluk bir rüyanın içindeymiş gibi.
“Hiçbir şey yoktu ki…” diye mırıldandı. “Hiçbir belirti… Ölecek kadar üzüntü… gerek var mıydı? Bir bahçe için… bir hırsızlık için…”
Söyledikleri kendi kulağına bile yabancı geldi. Boğazındaki düğüm gitgide sertleşti.
Annesi onun gözlerine baktı, o bakışta yılların yorgunluğu, kabullenişi ve çaresizliği vardı.
“Biliyorsun,” dedi, sesi titreyerek. “Hep güçlü görünmeye çalışırdı. İçine atardı her şeyi. ‘Ben iyiyim,’ derdi hep. Ama içten içe yorulmuş… kırılmış. Bu son yaşadığımız da… ağır geldi.”
Kamil’in gözleri doldu. Artık kaçacak bir yer kalmamıştı. Gerçek, bütün ağırlığıyla karşısında duruyordu.
Babasının yokluğu, bir anda değil; kelimeler sustuğunda, sessizlik çöktüğünde, yüreğine bir taş gibi oturdu.
Odanın sessizliği Kamil’in içine doğru çökerken, zihninde babasının elleri belirdi.
O eller… Çatlamış, kavrulmuş, güneşten koyulaşmış, nasır tutmuş eller… Her nasırın altında bir mevsim, bir çaba, bir susuş vardı.
Kâmil, gözlerini kapattı. Küçükken, babasının fıstık bahçesinde peşinden koştuğu günleri hatırladı. Babası her ağacın dibine eğilirken, yaprağına, dalına ayrı bakardı. “Her biri can emaneti,” derdi. “Ağaçla kavga etmezsin oğlum, gönlünü alırsın.”
Yıllar boyu, Antep’in güneşinin altında ter dökmek… Yağmurda, doluda, kuraklıkta direnmek… Her sabah yeniden başlamak… Ve hiç şikâyet etmemek.
Bunlar kimsenin uğruna şiir yazmadığı, kimsenin alkışlamadığı, kimsenin dikkat bile etmediği bir emekti.
Kâmil biliyordu: Babası o bahçelere yalnızca fıstık gözüyle bakmamıştı. Oraya gençliğini gömmüştü. Geçim derdini, ailesini geleceğe taşıma umudunu… Her yıl yeşeren fıstık dalları, aslında onun sabrıydı.
Ve biri gelip, bir gecede tümünü alıp götürmüştü. Bir bahçenin çalınması değildi bu. Bir ömrün sökülmesiydi.
Kâmil’in dudakları titredi. “Baba…” diye fısıldadı içinden. “Ben anlamadım senin yükünü. Ben görmedim nasıl sustuğunu.” Göğsüne bir ağırlık çöktü. Sanki yıllarca babasının taşıdığı yük, şimdi sessizce onun omuzlarına bırakılmıştı. Kırılgan bir an değildi bu. Büyümenin, yüzleşmenin, gecikerek uyanmanın anıydı.
Kâmil, oturduğu minderde biraz öne eğildi. Ellerini dizlerinin üzerinde kenetlemişti. Kardeşleri de onun yanına sessizce sokulmuştu. Kimse ağlamıyordu artık; gözyaşından daha ağır bir şey vardı odada: kabullenişin acısı.
Kâmil, annesine dönüp yumuşak bir sesle sordu: “Bunca şeyi… tek başına mı taşıdı hep?”
Annesi başını hafifçe salladı. Gözlerinin kenarında yılların çizgisi değil, yılların içe atılmış derdi vardı. “Başka kime diyecekti oğlum?” dedi. “Sen başka şehirdesin, kardeşlerin okuyor… O kendini hep bize siper etti. ‘Ben hallederim’ dedi. Derdi varsa bile belli etmezdi. Hastalığını bile belli etmezdi. İçine içine konuşurdu.”
Kardeşlerden en küçüğü, Saim, yere bakarak mırıldandı: “Ben birkaç kez söyledim abi… ‘Baba dinlen biraz’ dedim. Gülüp geçti. ‘Hem dinlenip hem geçinir miyiz?’ dedi. Dalga geçer gibi değil… kendini avutmak için söyledi sanki…”
Annesi bu sözleri duyunca derin bir nefes aldı, sonra devam etti: “Biliyor musunuz, bazen gece kalkar avluya çıkardı. Oturur öylece karanlığa bakardı. Yanına giderdim. ‘Bir şey mi oldu?’ derdim. ‘Yok Hanım,’ derdi. ‘Her şey yolunda.’ Ama gözleri başka şey söylerdi. Yılların yorgunluğu vardı o gözlerde.”
Kamil’in içi daha da burkuldu. “Ben… hiç fark etmedim,” dedi kısık bir sesle. “Ben hep babam güçlüdür sandım. Sanki hep ayakta kalacak… hiç yıkılmayacak…”
Annesi hafifçe başını kaldırdı, gözleri oğlunun gözlerini buldu. “Babalar öyle görünür oğlum,” dedi. “Yıkılmaz sanırız. Çünkü yıkıldığını görmeyiz. Ama yorulurlar. Çok yorulurlar. Kimse bilmez.”
Odada bir sessizlik oldu. Sessizlik, acının içinden süzülen bir bilgelik gibiydi.
Saim birden, ince bir sızıyla konuştu: “Babam hiç kendisi için bir şey istemedi… Ne ev istedi ne araba ne rahatlık. Hep ‘biz’ dedi. Hep.”
Kâmil ‘in boğazı yeniden düğümlendi. Evin duvarları bile tanıklık ediyordu: Yıllarca susulmuş, söylenmemiş, ama yaşanmış bir ömrün ağırlığı vardı içeride.
Ve Kâmil o an anladı: Babası bu evden gitmemişti… Sadece herkesin omzuna bıraktığı emekle, hatıralarla, sessiz bir sevgiyle kalmıştı.
Kâmil, annesi ve kardeşleriyle oturup uzun uzun konuştu. Babalarının yokluğunda nasıl bir yol izleyeceklerini, bundan sonra ne yapacaklarını düşünmeleri gerekiyordu. Ama en önemlisi, babalarının ömrünü adadığı, alın teriyle büyüttüğü o fıstık bahçesinin geleceğiydi.
Kardeşlerden biri, sessizliği bozarak “Bahçeyi satalım,” dedi. Ama o söz daha ağzından çıkar çıkmaz, diğerlerinin gözleriyle karşılaştı. Hep bir ağızdan, aynı kararlılıkla karşı çıktılar: Olmaz, babamız orası için yıllarını verdi. O bahçe artık bizim emanetimiz.
Kâmil derin bir nefes aldı. Babasının yıllarca güneşin altında, rüzgârda, yağmurda verdiği emeği düşündü. “Öyleyse,” dedi, “bahçeye bir konteyner ev kuralım. Her sene fıstıklar olmaya başladıktan sonra hasat bitene kadar orada kalırız. Bahçeye de göz kulak oluruz.”
Küçük kardeş Saim hemen atıldı: “Ben kalırım abi! Gerekirse orada yatıp kalkarım. Orası artık bizim ikinci evimiz olur.”
Kâmil, kardeşinin heyecanlı sesine gülümsedi. “Tamam o hâlde,” dedi. “Konteyner değil de babamın emeğine yakışır ahşaptan güzel bir bahçe evi yapalım. İçinde onun fotoğrafı da olsun. Sanki hâlâ bizimleymiş gibi…”
Annesi başını öne eğip gözyaşlarını sildi, diğer kardeşler sessizce onayladı.
O an, sadece bir karar alınmadı; babalarının yıllar süren emeğine, sessizce verilen mücadelesine sahip çıkma sözü verilmiş oldu.
Kâmil ertesi gün çalıştığı şehire ve firmaya gidecek, senelik izinini alıp gelecek ve evin inşaatına başlanacaktı.
Ertesi hafta Kâmil, yeniden Antep’e geldi. Bu kez elinde planlarla, aklında babasının yüzüyle... Bazı ustalarla, marangozlarla görüştü. Onlardan fikir aldı evi kardeşleri ile birlikte yapacaktı. Ortanca kardeşi Kadir’in elinden bu tür işler geliyordu. Nihayet babasının ruhuna yakışacak sade ama sağlam bir ahşap evin yapımına başladılar.
Toprağın kokusu, tahtanın kesiliş sesi, çivinin tahtaya girişi… Her biri Kâmil’in içine dokunuyordu. Babası yıllarca bu topraklarda ter dökmüştü.
O güne kadar, şehirde, cam binaların gölgesinde çalışan Kâmil ilk kez emeğin ağırlığını bu kadar yakından hissetti. Her gün akşamüzeri günlük işleri bittikçe güneş batarken Saim’le birlikte bahçede kalır, ellerinde çay bardaklarıyla bahçeye bakar, babalarının yıllar boyu sessizce verdiği mücadeleyi düşünürlerdi.
Ahşap ev bir ayda tamamlandı. Küçük ama huzurluydu. Kapının hemen karşısında bir duvara babasının çerçeveli fotoğrafını astılar. Altına da annesi bir Kur’an-ı Kerim koydu. Saim, dedikleri gibi orada kalmaya başladı, Saim’e yoldaş olacak birde kurt köpeği almışlardı. Sabah erkenden kalkıyor, ağaçları dolaşıyor, toprağı eşeliyor, kimi zaman dalından düşen fıstıkları tek tek topluyordu. Akşamları Ortanca kardeşi Kadir de şehirden gelip annesi ve Saim’le birkaç gece orada kalıyor, kardeşiyle uzun uzun sohbet ediyordu.
Bir yıl sonra hasat zamanı Kâmil Antep’e geldi, verandada otururken rüzgâr fıstık ağaçlarının dallarını hafifçe salladı. O ses, sanki babasının sesiydi:
— “Toprak, sabır ister oğlum. Emek verenin hakkını bir gün mutlaka verir.”
Kâmil o an anladı. Babasının geride bıraktığı şey sadece bir bahçe değil; alın teriyle yoğrulmuş bir yaşam dersi, sessiz bir mirastı. Gözlerini kapattı, içinden sessizce mırıldandı: “Merak etme baba… Emanetin bizde güvende.”
O günden sonra her hasat zamanı, babalarının geleneği haline gelen bir ritüel başladı. Kâmil, her yıl topladıkları fıstıklardan bir avuç ayırır, babasının fotoğrafının altına koyardı. O an, sanki bahçedeki rüzgâr bile durur, ağaçlar saygıyla susardı.
Biraz fıstığı da alır, Antep’teki eski bir baklavacıya götürürdü. “Bunlarla birkaç büyük tepsi baklava yap usta,” derdi. “Babamın hayrına dağıtacağız.” O tepsiler pişerken fırından yükselen fıstık ve şerbet kokusu, Kâmil’in içini burkar; çocukluk günlerinden bir kesit gibi gözlerinin önüne düşerdi.
Baklavalar hazır olduğunda, Kâmil annesi ve kardeşleriyle birlikte tepsileri kucaklayıp komşulara, akrabalara tabak tabak fıstıklı baklava dağıtırdı. Her lokmada, babalarının alın terinden, emeğinden bir pay vardı. Her fıstık tanesi, her baklava diliminde tatlanıyor; ağızlarda bir tatlılığa, gönüllerdeyse bir duaya dönüşüyordu.
O bahçe artık sadece bir geçim kaynağı değil; geçmişle kurulan bir köprü, anıların kök saldığı bir yer olmuştu. Her hasatta, toprağın kokusu, ağaçların gölgesi, rüzgârın uğultusu hepsi birer hatıra, birer dua gibiydi.
Ve Kâmil, her defasında o bahçeye adım attığında, babasının izlerini yeniden buluyordu; toprağın her zerresinde, fıstığın her tanesinde…
Yıllar geçti. Bahçe geliştikçe, aile de yeniden kök saldı. Kâmil şehirdeki işine devam ediyor ama her fırsatta bahçeye geliyor, kardeşleriyle birlikte çalışıyordu. Küçük kardeş Saim ise o topraklara en çok bağlanan olmuştu. Geceleri bazen verandada sabahlıyor, sabah gün doğmadan ağaçları dolaşıyordu.
Bir gün annesi gülümseyerek, “Saim evlenmeye karar vermiş,” dedi.
Kâmil önce şaşırdı, sonra yüzünde sevinçle karışık bir gurur belirdi. “Ne güzel,” dedi. “Peki nereye yerleşecekler?”
Annesi başını hafifçe eğip, “Bahçedeki eve,” dedi. “Babanın anısını yaşatacaklar orada.”
Düğünleri sade ama içtendi. Mahallede davul zurna çalarken, herkesin yüzünde o eski günlerin sıcaklığı vardı. Elbette düğün de de düğünlerin olmazsa olmazı tatlı olarak yine kendi fıstık bahçelerinin hasadı olan fıstıktan yapılmış tatlılar dağıtıldı. Düğünden sonra Saim eşiyle birlikte bahçedeki ahşap eve yerleşti. Her sabah, tıpkı babası gibi gün doğmadan kalkıp ağaçları dolaşıyor, toprağın sesini dinliyor, akşam olunca verandaya oturup yıldızları seyrediyordu.
Kâmil her gidişinde o evi gördükçe içi huzurla doluyordu. O bahçe artık sadece geçmişin hatırası değil, geleceğin umuduydu. Bir zamanlar babalarının emeğiyle yeşeren o toprak, şimdi yeni bir hayatın, yeni bir ailenin yurdu olmuştu.
Ve Kâmil, her yıl o toprağa bastığında, yıllar sonra ilk kez kendini bir yere ait hissediyordu. Kardeşleriyle birlikte ortak bir amaca hizmet ediyor, kardeş olmanın verdiği gurur ve birlikteliği yaşıyordu. Köklerine, babasına, o sessiz mücadeleye…
































