SON DAKİKA
Reklam
İrfan BAŞARANOĞLU

CAHİL

CAHİL
A- A+
Reklam

Arif, ranzasında sırtını koğuşa dönmüş, sol elini başının altına koymuş duvara bakıyordu. Kendi cahilliğine kızıyor, “Üç yıl boyunca bu günler nasıl geçecek?” diye içinden geçiriyordu. Hep o akşamı düşünüyordu…

O gece Arif, arkadaşı Salih’le birkaç bira alıp mahallenin sonundaki tenha bir bahçeye gitmişti. Sigara ve bira eşliğinde sohbet ediyor, gülüşüyorlardı. Bir ara Salih, mahallenin güzel kızı Gülsüm’den söz etmeye başlamıştı. İçkinin etkisiyle çenesi düşmüş, Gülsüm’ü zorla da olsa bir gün kendisine razı edeceğini söylüyordu. Arif’in de Gülsüm’e ilgisi olduğunu bildiği hâlde lafı uzatıyor, atıp tutuyordu.

Arif birkaç kez konuyu kesmesini istedi ama Salih, Arif sustukça daha da iştahlanıyor, anlatmaya devam ediyordu. Sonunda Arif dayanamayarak ayağa kalktı:
— “Sana sus diyorum!”

Ama Salih üçüncü şişesini de kafasına dikmiş, aldırış etmiyordu. Arif öfkeyle Salih’in karnına bir tekme savurdu. Salih yere kapaklandı ama kısa süre sonra kalkıp bahçe kapısına doğru giden Arif’in peşinden koşarak sırtına yumruk attı.

Arif, acıya aldırmadan geri döndü ve Salih’in yüzüne bir yumruk daha savurdu. Birkaç dakika öncesine kadar kahkaha atan iki arkadaş, şimdi birbirlerine düşmanca yumruklar atıyordu.

O sırada Arif’in aklına cebindeki sustalı bıçak geldi. Salih bir hamle daha yaparken Arif bıçağı çıkarıp salladı. Salih geri çekilmedi, üzerine yürüdü ve yumruk savurdu ama yumruk boşa gitti. Arif’in bıçağı ise Salih’in karnında derin bir yara açtı; kan bir anda tişörtünü kırmızıya boyadı.

Kanı gören Arif irkildi, ne yapacağını şaşırdı. Sonra bıçağı elinde olduğu hâlde koşarak bahçeden uzaklaştı. Salih ise dizlerinin üstüne çökmüş, kanayan yarasına elini bastırıyordu. Gözleri kararıyor, bayılacak gibi hissediyordu.

Arif sokakta koşarken, karşıdan gelen Ekrem Amca onu elektrik direğinin altında gördü. Lambanın ışığında Arif’in elindeki bıçak ve üzerindeki kan göze çarpıyordu.
— “Arif, yaralandın mı? Dur da seni hastaneye götüreyim!” diye bağırdı ama Arif hızla koşmaya devam etti.

Ekrem Amca evine doğru yürürken, bahçe kapısına yaklaşmışken iki büklüm bir karaltının kendisine doğru geldiğini gördü. Birkaç adım kala karaltı yere yığıldı. Yanına gittiğinde Salih’i tanıdı. Salih bayılmıştı.

“N’olacak bu çocuklar?” diye iç geçirerek hemen eve koştu ve telefona sarıldı. Önce ambulansı arayıp adresi verdi, ardından polisi bilgilendirdi.

Kısa sürede ambulans ve polis aynı anda mahalleye geldi. Siren sesleriyle sokağa dökülen komşular merakla olup biteni izliyordu. Polis Ekrem Amca’nın ifadesi doğrultusunda Arif’i aramak üzere telsizle anons geçmeye başladı. Bu sırada Salih ambulansla hastaneye kaldırıldı. Ölümcül bir yarası yoktu; ilk müdahalenin ardından bir odaya alındı. Konuşacak duruma geldiğinde polise her şeyi anlattı.

Zaten polis Arif’i olaydan yarım saat sonra birkaç sokak ötede yakalayarak gözaltına aldı. İfadesi alındıktan sonra savcılığa sevk edildi ve ertesi gün mahkemeye çıkarıldı. Suçu sabit görülerek adam yaralamaktan üç yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Olanları duyan Gülsüm, bu iki gence şaşkınlıkla bakmış ve “Benim onlarla ne işim olur? Onlar sokak kabadayısı,” demişti. Zaten ne Arif ne de Salih onunla göz göze gelmişti; ne de bir şey söylemişlerdi. Kendi kendilerine hayaller kurmakla yetiniyorlardı. Gülsüm durumlarından dolayı bu iki gence acımıştı.

Arif, köyden şehre geldikten sonra buradaki çocukların haylazlığına çabucak ayak uydurmuştu. Okuldan sık sık kaçıyor, hatta ilkokul birinci sınıfın daha ilk haftasında okulu tamamen bırakmıştı. Salih’in de Arif’ten geri kalır yanı yoktu. Karizması zedelenmiş olsa bile mahallede kabadayı edasıyla dolaşmaya başlamıştı. Mahalleli ise onu gördükçe, “Bunun sonu iyi değil; ya Arif gibi olacak ya da bir derede ölüsünü bulacaklar,” diyerek endişelerini dile getiriyordu.

Arif geceleri bir türlü rahat uyuyamıyordu. Bir yandan bundan sonra ne yapacağını, burada günlerini nasıl geçireceğini düşünüyor; bir yandan da vicdan azabıyla kıvranıyordu. Yine de Salih’in ölmemiş olmasına şükrediyordu. Çünkü eğer Salih ölseydi, bu azabın çok daha ağır olacağını biliyordu.

Koğuşa gardiyanların onu getirip bırakmasının ve kapıyı üzerlerine kilitlemesinin üzerinden henüz yirmi dört saat geçmemişti ki bir bağrışma koptu. Arif, irkilerek arkasına döndü; ranzasının yanında dikilen bir adam vardı.

“Ne oluyor?” diye sordu şaşkınlıkla.

Adam, buz gibi bir sesle, “Ağa seni istiyor,” dedi.

“Ağa da kim?” diye sorar sormaz adam Arif’in yakasından tutup onu ranzadan aşağı fırlattı. “Gidince öğrenirsin,” diye homurdandı.

Arif, şaşkınlığını ve sinirini bastırarak yerden kalktı, üzerini silkeledi ve mahkûmu takip etmeye başladı.

Koğuşun arka tarafındaki masanın başında pala bıyıklı, iri yarı bir adam oturuyordu. Sağında ve solunda iki mahkûm daha, sessizce onu süzüyordu. Arif yaklaşınca adam kısık bir gülümsemeyle konuştu:

“Beni mi merak ettin? Ben Pala İsmail. Bu koğuşun ağasıyım. Burada her şey benden sorulur, herkes bana itaat ve hizmet eder. Bundan sonra benim çaylarımı sen getireceksin. Şimdi git bana demli bir çay getir.”

Arif, koğuşu süzdü; kimse bir şey söylemiyordu. Durumu sessizce kabullenerek köşedeki çay ocağına yöneldi. Oradaki mahkûmdan bir çay istedi.

Mahkûm, ağanın nasıl içtiğini ezbere bildiği için demli bir çay doldurup Arif’in önüne koydu. Arif bardağı alıp gideceği sırada mahkûm elini uzattı:

“Parasını alayım.”

Arif şaşkınlıkla, “Bu çayı Pala İsmail’e götüreceğim,” dedi.

Mahkûm gülerek, “Biliyorum,” dedi. “Ama parasını sen vereceksin. Ağa seni o işe görevlendirdi madem, bundan sonra onun içtiği çayların parası senden çıkacak.”

Arif neler olduğunu anlamıştı cebinde olan bozuk paralardan çıkararak çayın parasını verdi ve çayı götürerek Pala İsmailin oturduğu masaya bıraktı. Pala İsmail aferin çabuk öğreniyorsun bundan sonra ben çay dedim mi nerde olursan ol koşarak çayımı alıp geleceksin dedi. Pala İsmail koğuşuna yeni gelenlerin gelmeden önce gardiyanlardan tüm bilgilerini öğrenirdi. Arifin hakkındada her şeyi öğrenmişti. Hem çömez hem de tam kendine hizmet edecek yapıdaydı. Arif sessizce tekrar ranzasına gidip oturdu. Sırtını duvara dayayıp bağdaş kurdu ve kafasını avucunun içine alarak tekrar düşüncelere daldı.

Arif neler döndüğünü anlamıştı. Cebindeki birkaç bozuk parayı çıkarıp çayın parasını verdi, ardından tepsiyle birlikte Pala İsmail’in oturduğu masaya yürüdü. Çayı önüne bıraktığında, Pala İsmail sırıtarak başını salladı:

“Aferin… Çabuk öğreniyorsun. Bundan sonra ben ‘çay’ dedim mi, nerede olursan ol koşarak getirirsin.”

Pala İsmail, koğuşa yeni gelenlerin bilgilerini daha adım atmadan gardiyanlardan öğrenirdi. Arif’in geçmişini de çoktan çözmüştü; hem çömezdi hem de tam hizmetine koşacak yapıda görünüyordu.

Arif sessizce geri döndü. Ranzasına oturup sırtını soğuk duvara dayadı. Bağdaş kurup ellerinin içine gömdüğü başıyla yeniden düşüncelere daldı. Gardiyanların sert bakışları, koğuşun loş havası, Pala İsmail’in gölgesi… Hepsi üstüne bir ağırlık gibi çökmüştü.

Ziyaret günü geldiğinde Arif’in annesi ve babası koğuşun ziyaret bölümünde onu bekliyorlardı. Yüzlerindeki yorgunluk ve mahcubiyet her hâllerinden belliydi. Fazla konuşmadılar ama oğullarının hâlini görünce yürekleri burkuldu.

Bir ara babası, içindeki sızıyı bastıramayıp, “Okusaydın da sokaklarda bu serserilere uymasaydın… Bunlar başına gelmezdi,” dedi.

Annesi hemen babasına dönüp sessizce bakışlarıyla “Sus” diye işaret etti. Ardından, “Oğlum, sana biraz para ve giyecek bir şeyler getirdik,” dedi.

Arif, başını önüne eğerek, “Yaptıklarımdan pişmanım… Bir cahillik oldu bir kere,” diye fısıldadı; bu sözleri sanki bir af dileğiydi.

Ziyaret sona erdiğinde Arif koğuşa dönerken gardiyanlar ona emanete bırakılmış eşyalarını teslim ettiler. Arif, koğuşa geçmeden önce kantine uğrayıp bir paket sigara aldı. Günlerdir ilk defa sigara içecekti; karakolda, nezarette ve mahkemede buna izin verilmemişti.

Koğuşa girer girmez paketi açıp titreyen elleriyle bir sigara yaktı. İlk nefesi çeker çekmez Pala İsmail’in kalın sesi yankılandı:

“Çay!”

Arif her zamanki gibi kalkıp çay ocağına gitti, çayı alıp parasını ödedi ve masanın üstüne bıraktı. Pala İsmail alaycı bir gülümsemeyle Arif’e baktı:

“Sen sigara da içiyormuşsun ha… Ver bakalım birer tane de biz tellendirelim.”

Arif, çaresizce paketi uzattı. Pala’nın yanındaki mahkûmlar ikişer sigara çekip biri de “Yedekte bulunsun” diyerek sigaralarını yaktılar. Arif’in iç sesi bu kez daha sert yankılandı: “Paket benim ama elim kolum bağlı… Sesimi çıkarırsam paramparça ederler. Dayan Arif… Burada hayatta kalmanın yolu susmak.”

Dişlerini sıkarak sustu, paketi cebine koydu ve her zamanki gibi kabuğuna çekilip ranzasına döndü. Sırtını soğuk duvara dayadı, gözlerini kapadı ve bir sigara daha çıkararak yaktı, yutkunarak dumanı içine çekti. İçinden sessizce mırıldandı: “Bir gün çıkacağım buradan. Bir gün bitecek bu.”

Günler böyle geçip gidiyordu. Arif, her zamanki gibi Pala’ya çay götürmüş, parasını ödemiş ve ranzasına dönmüştü. Ama bu kez masanın üzerinde duran gazete dikkatini çekti. Gazetede, bulanık ama tanıdığı iki yüz vardı: Kendisinin ve Salih’in fotoğraflarıydı.

Kalbi bir anlığına duracak gibi oldu. Ne yazdığını, olayın ne olduğunu anlamak istiyordu. Gazeteyi yakından incelemek ve ne olduğunu anlamak için paladan gazeteyi almak için müsaade istedi. Oda alabilirsin dedikten sonra gazeteyi alarak ranzasına dönerken Palanın yanındakiler ne anlayacaksa sanki okuma yazması varda anca karı resimlerine bakar kara cahil diyerek gülüp alay ettiler. Arif resimlere bakıp yazıları okumak istiyordu ama yazılar kafasında bulanık bir karmaşaya dönüştü.

“Acaba Salih iyileşmiş midir… yoksa…” diye mırıldandı kendi kendine. Bir ürperti geçti omzundan. “Ya ölmüşse? Ya da… şimdi ben cinayetten mi yargılanacağım?”

O an ranzasında sessizce otururken bütün dünya başına yıkılmış gibi hissetti. İçinde hem korku hem pişmanlık hem de çaresizlik birbirine karışmıştı. Gözleri gazetedeki fotoğraflardan ayrılmıyordu, ne yazdığını da okuyamıyordu, düşünceleri birbirini eziyordu.

Arif koğuşu gözden geçirip gazeteyi kime okutabileceğini düşündü, ama doğru dürüst okuma yazması olan kimse yoktu. Tek çare yine Pala İsmail’e gitmekti; ondan rica edecekti.

Gazeteyi koltuğunun altına sıkıştırarak önce çay ocağına uğradı ve “Ağa, bir çay,” dedi. Ardından çayı alıp Pala İsmail’in masasına götürdü ve önüne bıraktı.

Pala İsmail, kaşlarını kaldırarak Arif’in yüzüne baktı:
“Ben çay istemedim… Hayırdır?”

Arif derin bir nefes aldı. “Senden bir ricam var… Bu yazıyı bana anlatır mısın? Ya da okur musun?”

Koğuşta mektupları gelen mahkumlar da yazılarını ağaya okuturlardı, ama genellikle bir karşılık vermek şartıyla. Bunu bilen Arif, çay getirmişti kendiliğinden; sanki küçük bir pazarlık gibi.

Pala İsmail, kaşlarını kaldırdı ve sırıtarak, “Pekâlâ,” dedi. “Haberi zaten okumuştum, Arif. Sana tekrar okumama gerek yok; ne yazdığını biliyorum. Sana anlatabilirim.”

Arif nefesini tutarak Pala’ya baktı.

Pala devam etti:
“Gazetede yazıyor ki… Salih, o yaralanma olayından sonra artık kabadayı gibi dolaşıyormuş. Ama çıkan bir kavgada, bilinmeyen kişilerce vurularak öldürülmüş.”

Arif’in yüreği buz kesildi. Kelimeler boğazına düğümlenmişti.

Pala, omzunu hafifçe silkerek, Arif’in donakalmış hâline aldırış etmeden ekledi:
“Anlayacağın Aslanım… Su testisi su yolunda. Herkes benim gibi kabadayı olamaz. Bu işin bir raconu var.”

 

Arif sessizce başını salladı. İçinde hem korku, hem sevinç, hem de suçluluk vardı; ama bir şey diyemiyordu. Her şey, kendisinin ve Salih’in cahilliklerinden ve içkiye düşkünlüklerinden kaynaklanmıştı.

Günlerden birinde, her zaman Pala’nın yanında oturan mahkumlardan biri, alaycı bir ifadeyle Arif’e seslendi:
“Biliyor musun, burada okuma yazma da öğretiyorlar. Gidersen sana da öğretirler.”

Arif’in içinde bir umut kıvılcımı belirdi. Ama hemen ardından şüphe bastı onu: “Acaba dalga mı geçiyor?”

O gece yatağına uzandığında, bu sözler kulaklarında çınlayıp durdu. Sabah olunca gardiyanlara bunun gerçekten olup olmadığını soracağına karar verdi. Ve eğer doğruysa, ne olursa olsun okuma yazma öğrenecekti.

Sabah geldiğinde öğrendi ki, her şey gerçekti. Sevinçten neredeyse yerinde duramıyordu. Müdür gerekli işlemleri yaparak onun kursa katılmasına izin vermişti. Artık neler yapması gerektiğini biliyordu.

Ama koğuşta hâlâ bir engel vardı: Pala İsmail…

Arif, Pala’yı razı etmek için planını uyguladı. Çay parasını her zaman olduğu gibi kendisi ödeyecek, çaycının da çayı yalnızca Pala’ya getireceğini söyledi. Böylece Pala hem küçük bir kontrolü elinde tutmuş olacak hem de Arif’in kursa katılmasına engel olmayacaktı.

Kurs başladığında Arif büyük bir hırsla işe koyuldu. Azmi sayesinde kısa sürede diğer mahkumlardan önce okuma yazmayı öğrenmişti. Ailesi ziyaretine geldiğinde, ona kitaplar getirmelerini isterdi. Kardeşlerinin eski okul kitaplarını özellikle tercih ediyor, derslere çalışmak için bunları kullanıyordu.

Kendi kafasında planları vardı: Ceza süresini doldurup tahliye olduktan sonra ilkokul diploması almak için sınavlara girecek, hatta ortaokul ve lise diplomalarını da alabileceğine inanıyordu.

Tahliye olduktan üç yıl sonra Arif’in azmi sönmedi; sınavlara girerek ilkokul diplomasını aldı. Kendine iyi bir iş buldu ve akşamları ortaokul diplomasını almak için akşam okullarına devam etmeye başladı. Artık kötü alışkanlıklardan ve belalardan uzak durmanın yolunun okumak ve cahil kalmamak olduğunu öğrenmişti.

Hayatında hem işi hem okuluna düzenli olarak devam ediyor, hem de güzel hayaller kurabiliyordu. Okuma ve öğrenme arzusu, Arif’in hayatına hem özgüven hem de umut katmıştı.

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar