SON DAKİKA
Reklam

OĞLAN BABASININ DAVASINI GÜDER

OĞLAN BABASININ DAVASINI GÜDER
A- A+

Son günlerde Salman’ın yüzünde derin bir gölge dolaşıyor, her adımı sanki hesaba kitaba vurulmuş gibi ağır çekiyordu. Bağına bahçesine giderken etrafını kolaçan ediyor, eve döndüğünde kapının sürgüsünü iki kez kontrol ediyordu. Emine ise hiçbir şey anlamıyordu. Salman her sabah olduğu gibi çıkmadan önce Emine’ye:

“Köyün içine fazla karışma. Çocukları da salma dışarı. Evde dursunlar,” diye sıkı sıkıya tembih ediyor, bu sözler günbegün artan bir endişenin habercisi gibi evin içinde yankılanıyordu.

Emine, kocasının sözünden çıkacak biri değildi ama onun içine çöken bu suskunluğun sebebini bilmemek yüreğine ağırlık yapıyordu. O sabah dayanamadı:

Salman… dedi, sesi titrek ve çekingen. “Hayırdır? Ne oldu sana böyle? Bir şey mi var benden sakladığın?”

Salman bir an sustu. Evin içinde sadece ocağın üzerinde kaynayan çayın hafif fokurtusu duyuluyordu. Sonra başını ağır ağır kaldırdı, Emine’nin gözlerinin içine baktı:

Var… dedi. Keşke olmasaydı.

Köylüler yine karıştırmaya başlamış. Garipağaoğulları’nı dolduruşa getiriyorlarmış.

Ta dedelerimiz zamanında olan kan… bitmişti ya sözde… İşte onu yeniden alevlendirmek istiyorlar.

Emine’nin yüzü bir anda soldu. Ellerini önlüğüne sildi, söyleyecek söz bulamadı.

Salman devam etti: Belki de bir şey olmayacak… Belki sadece laf… Ama biz yine de dikkatli olacağız. Zaman kötü… İnsan kötü sözü bir kıvılcım gibi yakıp büyütür.

Sonra derin bir nefes çekti, tüfeğin asılı olduğu duvara kısa bir bakış attı. Bu bakış, Emine’nin içini daha çok ürpertti.

Sen dedi, içeri girip çıkarken kapıyı sürgüle. Çocukları gözünün önünden ayırma. Köy yeridir, ne olacağı belli olmaz.

Emine başıyla onayladı. Kelimeler boğazına düğümlenmişti.

O an, evin içinde görünmeyen ama varlığı gitgide hissedilen bir sızı vardı. Eski bir düşmanlığın soğumuş külleri, yeniden rüzgârla kıpırdanmış gibiydi.

Sabah güneş daha yeni doğuyordu. Salman, her zamanki gibi sessizce kuşağını bağladı, gömleğinin yakasını düzeltti. Kapıya yönelirken arkasından Emine belirdi.

Gene mi tembih edeceksin Salman? dedi, yorgun ama sakin bir sesle.

Salman durdu, kadının gözlerine baktı. O bakışta hem korku hem kabullenilmiş bir kader vardı.

Ne olur dikkat et… Çocukları da gözünden ayırma, dedi.

Merak etme, Allah büyüktür, diye karşılık verdi Emine.

Salman bahçe kapısının sürgüsünü indirdi, ağır adımlarla dışarı adımını attı. Tam o sırada sabahın sessizliğini yırtan iki el silah sesi duyuldu.

Salman, açmakta olduğu kapının önünde bir anda sendeledi. Ayaklarının altından toprak kaymış gibi dizleri çözüldü. Yere düşerken eli kapının demirine son kez takılı kaldı. Emine’nin yüreği yerinden kopacak gibi oldu.

Salman! diye çığlık atarak koştu.

Salman’ın gömleği kanla ıslanıyordu. Nefesi kesik, gözleri bulanıktı.

Emine, elleri titreyerek kocasının başını dizine aldı. Salman’ın dudakları yavaşça aralandı:

Çocuklara… iyi bak… Onları… bu işe… bulaştırma…

Sesi tükendi. Başının sağ yanı ağırlaşarak yana düştü. Emine bir an ne olduğunu anlayamadı, sonra içini delen acı göğsünden bir çığlık gibi fışkırdı.

Salmaaaaan!

Evin önünden dışarı baktığında, henüz adam olmamış bir oğlan çocuğunun koşarak uzaklaştığını gördü. Çocuk geriye dönüp bakmadı bile ama Emine onu görmüştü:

Garipağaoğulları’nın küçük oğlu Rüstem’in oğlu, Murtaza. Daha 12 yaşındaydı ve oğlu Bekir ile yaşıtlardı.

Emine’nin gözleri karardı, dizlerinin bağı çözüldü. Kan davası, yeniden nefes almıştı. Ve bu sefer, onların evinden bir canla başlamıştı.

Silah sesinin yankısı henüz kaybolmamıştı ki, kapının önünde bir hareket başladı. Yakındaki komşular, telaşla evlerinden dışarı fırlayıp koşarak Salman’ın yanına geldiler. Kimisi elini ağzına kapadı, kimisi donup kaldı; gözlerinin önünde bir yuva yıkılıyordu.

O sırada evin içinden oğlu Bekir ile kızı Fadime fırladılar. Daha çocuk denecek yaştaydılar.

Baba! diye çığlık attı Bekir, dizlerinin üzerine çökerek babasının omuzlarını sarsmaya çalıştı.

Fadime, annesinin beline sarıldı, hıçkırıkları göğsünü parçalıyor, nefesi kesiliyordu.

Emine ise konuşamıyordu. Ne bağırabiliyor ne ağlayabiliyordu. Sanki ruhu bedeninin içinden çekilmiş gibiydi. Ellerini Salman’ın kanına bulaşmış hâlde tutuyor, sadece bakıyordu.

Haber köyün içinde rüzgâr gibi yayıldı. Köyün öte başındaki evinde oturan Salman’ın abisi Muzaffer, duyduğuna inanamayıp fırlayıp geldi. Nefesi nefesine yetişmiyor, yüzü kireç gibiydi. Kalabalığı yararak kardeşinin yanına diz çöktü.

Salman’ın cansız bedenine baktı. Bir anlık sessizlik oldu. Sonra Muzaffer’in gözlerinde bir şeyler koptu. Yumrukları taş gibi sıkıldı. Dişleri birbirine kenetlendi.

Bu kan yerde kalmayacak! diye haykırdı. Bunu yapanı bilirim! Bunun hesabını soracağız, yanlarına kalmayacak! Diye tehditler savururken tehditlerin gittiği yer belli idi. Garipağaoğulları.

Komşular onu sakinleştirmeye çalıştılar.

Muzaffer, etme! Yapma, daha cenaze kalkmadı! Çocukların başı sağ olsun, şimdi niza zamanı değil!

Ama Muzaffer’in gözleri artık başka bir yere bakıyordu, yılların gömülü kinine, uyanan kana…

Emine o an başını kaldırdı, yavaş, titrek bir sesle konuştu:

Yapmayın. Salman’ın son sözü buydu… Çocukları bu ateşe atmayın…

Muzaffer bir an ne olduğunun farkında bile olmadan durdu. Kardeşinin göğsündeki kanla karışmış toprağa bakarken, çocukların titreyen omuzları gözlerinin kenarından belirdi. Ama onun yüreğinde kopan fırtınayı hiçbir görüntü dindiremiyordu. İçinde yılların susturulmuş kini, buz gibi bir niyetle kabarıyordu.

Kalabalık, Salman’ı ağır ağır içeri taşıdı. Ev loştu, sessizlik duvarlara çarpıp geri dönüyordu. Emine, titreyen elleriyle mendil aradı, ama neyi nereye koyduğunu hatırlayamadı.

Köyün imamı da koşarak gelmişti. Yüzünde hem acı hem çaresizlik vardı. Muzaffer’in kolundan tutarak:

Muzaffer, kardeşinin ruhu rahat etsin. Gel, şikâyet edelim, jandarmaya gidelim. Kan ile kin tükenmez. Yolu bu değil.

Muzaffer başını kaldırmadan, dişlerinin arasından konuştu: Şimdi sözün sırası değil hoca.

İmam bir şey daha söylemek istedi, ama Muzaffer’in bakışında kapalı kapı vardı ve hiçbir söz o kapıdan içeri girecek gibi değildi.

Onları teskin etmeye çalışanlara karşı Muzaffer çoktan kararını vermişti. Hatta içeri girerken yengesine dönüp fısıltıyla tembihlemişti:

Sorarlarsa bir şey görmedin tamam mı? Bu işin hesabını biz göreceğiz.

Emine’nin gözleri yaşla doldu, ama ses çıkarmadı. Çünkü biliyordu: Salman son nefesinde “Çocukları bu işe bulaştırma” demişti. Ama sözün ağırlığı şimdi evin içindeki kan kokusu kadar ağır değildi.

Muhtar, olup bitenin üzerinden çok geçmeden jandarmaya haber saldı. Bir saat sonra toz bulutunun içinden askeri araç köy yoluna girerken, herkes kapılarının önünden sessizce bakıyordu. Hiç kimse konuşmadı. Bu sessizlik, korkunun sesi gibiydi.

Komutan, evin önündeki kalabalığı yararak içeri girdi.

Salman’ın cansız bedeni örtü altında duruyor, Emine köşede dizlerini kendine çekmiş hâlde, gözleri bir noktaya sabitlenmiş oturuyordu.

Komutan, önce Emine’nin yanına çömeldi:

Emine bacı… Başınız sağ olsun. Duyduklarımız doğru mu? Sen kapıdaymışsın. Ne oldu, kimin yaptığını gördün mü?

Emine’nin dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. Boğazında koca bir düğüm, gözlerinde taş kesilmiş bir acı vardı.

Sonunda yutkundu ve fısıltı gibi bir ses çıktı: Görmedim…

Komutan yüzünü ekşitti. Kaşları birbirine iyice yaklaştı. Nasıl görmedin? Adam kapıdan çıkmış, sen arkasındasın. İki el silah sesi… Bu nasıl görmemek?

Emine cevap veremedi. Gözlerinde yaş bile yoktu. İçinde ağlayacak hâl kalmamıştı.

Tam o anda Muzaffer araya girdi. Sesi, kalın ve kararlıydı: Başefendi… Emine kocasını uğurlayıp içeri girmiş. Silah sesi o içeri girdikten sonra gelmiş. Bir şey görmemiş.

Komutan Muzaffer’e hızla döndü. Sesinde öfke vardı: Sen sus! Sana sorarsam konuşursun. Şimdi ben Emine’ye soruyorum. O an kalabalığın içi buz kesti. Bir anlığa taş gibi bir sessizlik çöktü.

Emine’nin gözleri Muzaffer’e, sonra komutana kaydı. Nefesini tuttu. Görmedim… dedi yeniden, bu kez daha net. Söz, sanki kendi kendini kesiyordu.

Komutan, bu cevabın ardında bir şey olduğunu hissetmişti ama bu köyün duvarları bir mezar taşı kadar kalındı ne söz açılırdı ne sır dökülürdü.

Komutan ayağa kalktı. Yüzünde hem öfke hem çaresizlik vardı. Peki. Biz yine de araştırırız. Hiçbir şey saklı kalmaz.

Ama o da biliyordu: Bu topraklarda bazı şeylerin cevabı karakolda değil, dağın ardında, pusunun gölgesinde verilirdi. Böyle olmamasını temenni ederek ifade zabıtlarını imzalatarak savcının gelmesini beklediler onunda işi bitince onlar köyden ayrıldılar. İmam ve köylüler cenazeyi alıp yıkadıktan sonra köy camisinde kılınan namazın ardından defnettiler.

Gece, köyün üstüne ağır bir karanlık gibi çökmüştü. Avluda yankılanan baş sağlığı sözleri, içli taziyeler, uzak akrabaların hıçkırıkları birer birer azaldı. Son kişi de “Allah rahmet eylesin” diyerek eşiği geçtiğinde evde koca bir sessizlik kaldı.

Salman’ın yokluğu, evin her köşesine sinmişti. Muzaffer ve karısı, Emine’nin yanından bir süre daha ayrılmadılar. Ocaktaki çayın demi bile acı geliyordu artık.

Muzaffer, yavaşça ayağa kalktı. Yüzü karanlıkta bile belli olan bir hiddet taşıyordu. Gözlerini, odanın köşesinde sessizce oturan Bekir’e dikti. Gencecik, omuzları düşmüş, gözleri kan çanağı bir çocuk…

Kanımız yerde kalmayacak, dedi Muzaffer. Bunu Bekir yapacak. Söz, evin içine düşen bir bıçak gibiydi.

Emine irkilerek başını kaldırdı. Gözbebekleri bir anda büyüdü. Sanki yüreği yerinden sökülüp boğazına düğümlendi. Kelimeler dudaklarına geldi ama çıkamadı. Sadece titredi:

Yapma Muzaffer abi… diye fısıldadı sonunda. Sesi bir annenin değil, yüreği parçalanmış bir insanın sesiydi.

Muzaffer, kararlı ve sertti: Salman’ın kanı yerde kalmaz Emine. Er kişi toprağa boş girmez. Oğlan babasının davasını güder. Töre böyle.

Emine’nin gözünden yaş akmadı. Ağlayacak yer kalmamıştı içerde. Sadece bir düşünce, bir çığlık gibi beynine saplandı: Evimin direği gitti… Şimdi de yüreğim mi gidecek? Babası mezarda, o da zindanda mı çürüyecek? Bizim ocağımız temelli mi sönecek?

Emine’nin içi bir kor yığınına dönmüştü. Sanki nefes aldıkça ciğeri yanıyordu. Bekir başını kaldırmadı. Ama o da o sözün ne anlama geldiğini çok iyi anlamıştı. O gece, evde kimse uyumadı. Ve herkes biliyordu: Bir acı daha kapıda bekliyordu.

O gece evin içinde hiçbir lamba tam yanmadı. Kimi zaman bir gaz lambasının solgun ışığı titredi, kimi zaman o da söndü. Sanki ışık bile bu eve girmeye çekiniyordu.

Emine, Salman’ın son uzandığı sedirin yanına bir minder serdi. Orada oturdu. Elini hâlâ yere damlamış, kurumuş kanın üzerinde gezdirdi. Parmaklarının arasında acı değil, bir ömür vardı.

Fadime, annesinin eteğine başını koymuştu. Küçük yüzünde öyle büyük bir korku vardı ki, kimse ona çocuk demeye kıyamazdı.

Bekir ise kapının eşiğinde oturuyordu. Ne içeri tam girebiliyor ne dışarı çıkabiliyordu. Sanki babasının gölgesi kapının önünde duruyor, ona bakıyordu.

Ev sessizdi ama sessizlik konuşuyordu. Duvardaki her gölge, ocaktaki her çıtırtı, Emine’nin içindeki ateşi büyütüp büyütüp geri döndürüyordu:

“Salman’ım gitti… kalan ne?” “Bu çocuk daha bıyığı terlemeden kan nasıl güder?” “Ben bir oğul doğurdum… cellat değil…”

Emine, yavaşça Bekir’e döndü. Sesi öylesine kısık ve titrek çıktı ki, konuşurken bile nefesi kesiliyordu: Oğlum… Babanın vasiyeti… duydun… Onun son nefesinde ne dediğini amcana söylerken sen de duydun…

Bekir’in gözleri doldu. Ama ağlamadı. Ağlayamadı. Duydum ana… dedi.

Sesi, çocukla adam arasında sıkışıp kalmış bir sesti. Ama amcam…Ama gözler… Ama köy… Sözleri tamamlanmadan boğazına düğümlendi.

Emine başını iki elinin arasına aldı. Sürekli yinelenen tek bir cümle vardı içinde: “Babası mezarda… O oğlan zindanda çürümesin…”

Dışarıda köy sessizdi. Ama uyuyan kimse yoktu. Her kapının ardında kısık sesli konuşmalar dönüp duruyordu. Karanlık odalarda, yarı açık pencerelerde, avlu duvarlarının dibinde…

Garipağaoğulları sonunda yaptı yapacağını, Muzaffer kan davasını güder, bilinir. Yazık Bekir’e… babasının kanı üstüne kaldı…

Ama hiç kimse, bu yangını tutuşturan kıvılcımın, kendi ağızlarından dökülen sözler olduğunu söylemiyordu. Kimse, günlerce, aylarca, sinsice fitilin nasıl ateşlendiğini hatırlamıyordu. Vicdan, bu köyde hep en son konuşan olmuştu zaten.

Rüzgâr bile ağırdı o gece. Sanki köyün üzerine çöken kederin ağırlığını taşımakta zorlanıyordu. Ve sabaha kadar hiçbir şey olmadı. Ama herkes biliyordu: Sabah olduğunda hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Öyle de oldu. Günler geçti… Muhabbetler, öğütler, baskılar, kışkırtmalar…

Muzaffer her fırsatta aynı sözleri söylüyordu: Bu işin hesabı kapanmaz. Babana kastedenin kanı yerde kalmaz Bekir.  Er olan susup oturmaz.

Ama Bekir susuyordu. Yutuyordu. Dişini sıkıyordu.

Emine oğlunun gözlerinde bir fırtınanın büyüdüğünü görüyor, ama tek kelime etmiyordu.

Fadime de kardeşine, babasından kalan son değer gibi sarılıyordu.

Muzaffer’in sözleri ise duvara çarpıp geri dönüyor, evin içinde yankı bulmuyordu.

Yıllar geçti. Bekir büyüdü. Omuzları genişledi, sesi kalınlaştı. Köyde herkesin “çocuk” dediği o delikanlı şimdi şehirde okumuş, adam olmuş biri olarak geri dönüyordu.

Fadime de genç bir kız olmuştu; gözleri babasının sessizliğini, annesinin ateşini taşır gibiydi.

Bir yaz akşamı, köy yolunun başında toz kalktı. Bir minibüs köyün meydanında durdu. Minibüsten inen Bekir, annesi Emine ve ablası Fadime’nin yanına yavaş adımlarla yürüdü. Üstünde şehir elbisesi vardı ama yüzünde köyün toprağı. Onu görenler başını önüne eğdi.

Çünkü herkes biliyordu: Geçmiş, onunla birlikte geri dönmüştü. Ve bu dönüş, bir hesaplaşmanın da habercisiydi.

Bekir köye döndüğünde yazın en ağır sıcağı çökmüştü. Güneş taşları bile yoruyordu, toprak tozu dumanı kaldırmadan uyuyordu. Evlerine girdiklerinde Emine oğlunun yüzüne uzun uzun baktı. Yıllar, Bekir’in bakışlarına hem olgunluk hem hüzün koymuştu. Ama en çok da suskunluk.

Fadime de kardeşinin koluna asıldı, gülmek istedi ama olmadı. Gülüş boğazında bir düğüm gibi kaldı.

Akşamüstü köyün erkekleri yine kahvede toplandı. Bekir’de kahveye geldi. Söz açılmadı. Ama gözler konuşuyordu. “Delikanlı döndü.  Bakalım ne yapacak. Babası gibi yürekli midir?  Yoksa şehir onu yumuşattı mı?”

Muzaffer, kahvenin gölgelik tarafında oturmuş, yüzünde taş gibi bir ifade ile bekliyordu.

Bekir amcasının yanına geldiğinde onun sesini duyacak kadar sessizlik oldu. Hoş geldin Bekir.

Bekir saygıyla başını eğdi. Hoş bulduk amca.

Bir süre iki gölgenin arasında kımıldamayan bir hava kaldı. Muzaffer sakince konuştu, ama sesinin altında gizli bir ağırlık vardı: Dünya döner, ama kan yerde kalmaz. Babanın hesabı duruyor. Artık adam oldun. Vakti geldi de çoktan geçiyor.

Bu cümle kahveye çöktü. Herkes nefesini tuttu. Bekir yavaşça kaldırdı başını. Gözleri babasının mezarından kalkıp gelmiş gibiydi. Derin, kararlı… ama yanık. Amca… dedi. Ben şehirde öğrendim ki kan kanla temizlenmez. Babamın son sözü “çocukları bu işe bulaştırma” idi. O söz benim boynumdadır.

Kahvede çıt çıkmadı. Muzaffer’in yüzü kasıldı. Bir damar şakaklarında belirginleşti. Demek… dövüşmeden susacağız? Dediği bu değildi aslında. “Demek beni de töreyi de reddettin.” demekti.

Bekir’in sesinde ne korku vardı ne öfke. Sadece yara: Susmak acıysa… babamın acısı kadar değildir. Benim savaşım babamın anamın evindedir. Anamın gözyaşını kurutmaktır benim davam.

Kahvedeki yaşlılar başlarını yere eğdi. Gençler nefes alamadı. Kimse böylesini beklemiyordu.

Muzaffer’in bakışı sertleşti ama konuşmadı. Bir söz daha ederse, o söz dönüp kendini vuracaktı. Sadece ayağa kalktı. Ceketin yakasını düzeltti.  Peki öyle olsun. Ama bil ki… köy unutmaz.

Bekir sadece: İnsan unutursa, Allah unutmaz… diye fısıldadı. Ve o an herkes anladı:

Kan davası bitmemişti. Ama Bekir, kederle barışı, öçle sabrı seçmişti.

Bu yol kolay değildi. Ve köy, kolay olanı severdi.

Bekir’in sözleri köyün taş sokaklarında rüzgâr gibi dolaştı. Her evin eşiğine, her ocağın dumanına sindi.

“Bekir kan davasını kabul etmemiş.”

Bu haber Garipağaoğulları’na ulaştığında akşam karanlığı yeni çökmüştü. Rüstem, avlunun taş sedirine oturmuş tütün sarıyordu.

Haberi getiren Murtaza çakıl taşları gibi hızlı konuştu, nefes nefeseydi. Bekir geldi baba… Ama… Dava edeceğini söylemedi.

Rüstem’in elleri durdu. Tütün yere döküldü. Ne demek etmeyecek? Babası boşuna mı öldü bu toprakta?

Muzaffer hiçbir şey demeden geri çekildi. Çünkü Rüstem’in sessiz kalan sesi, konuşan bir fırtınaydı.

O akşam Garipağaoğulları’nın evinde lambalar sabaha kadar yanık kaldı. Erkekler oturdu. Kadınlar kapı arkasından dinledi. Kimse öfke etmiyordu. Öfke çabuk yanar, çabuk sönerdi. Bu daha ağır, daha karanlık bir şeydi. Kırgınlık… Bozulmuş töre… Ezilip çiğnenmiş gurur…

Rüstem, sessizce konuştu: Eğer kan davası biterse… Bizim soyumuzun sözü biter. Toprak, ağalık değil… Sözümüzdür bizi ayakta tutan. Daha kimse bir şey anlamadan ekledi: Bekir bizim için babasının değil, törenin katilidir. Bu söz, gecenin içini bir bıçak gibi yardı.

Ertesi gün köy meydanı her zamankinden daha sessizdi. Rüzgâr bile konuşmaya çekiniyordu sanki. Bekir sabahtan kalkmış bahçeye doğru giderken çeşmenin başında su dolduran Elif’le göz göze geldiler. Elif çeşmeye suya inmişti. Elif ve Bekir çocukluklarından beri birbirlerini seviyorlardı. Elif, Rüstem’in abisi Sadık’ın kızı yani kanlısı ailenin kızı idi.

Elif kovayı doldururken Bekir konuşmak için onun yanına gidiyordu ki arkasından iki gölge yanaştı.

Garipağaoğulları’ndan Rüstem ve oğlu Murtaza. Seslenmediler. Selam bile vermediler.

Bekir döndü, yüzlerine baktı. Rüstem’in sesi buz gibiydi: Şehirde okumak seni adam mı yaptı zannettin? Töreyi unutmuşsun Bekir.

Bekir’in sesi ne yükseldi ne titredi: Ben töreyi unutmadım. Töreyi kanla değil, onurla yaşatmayı seçtim.

Murtaza öne çıktı, gözleri zehir gibi: O zaman bil… Onurlu yaşamak isteyenin önce ölmemeyi öğrenmesi gerekir. Sonra Elif’e dönüp ona bağırarak eve gitmesini söylediler, amcası sinirle kovayı devirdi.

Elif eve doğru koşmaya başladı.

Rüstem Bekir’e iyice yanaştı ve fısıldadı: Bizim sabrımız dağ kadar değildir. Bugün değilse yarın. Yarın değilse düğünde. Düğünde değilse mezarda. Biz seni buluruz. Sonra arkalarını dönüp yürüdüler.

Bekir bir an yerinden kıpırdamadı. Sanki dünya durmuştu. Sonra yavaşça gülümsedi Rüstem’e ve Murtaza’ya doğru değil de Elif’in gittiği yöne baktı ve gülümsedi, Elif’le konuşamamıştı ama ilk fırsatta onunla konuşacak her bir şeyi anlatacaktı. Ama bu bir gülümseme değildi. İnsanın içindeki fırtınayı susturmak için ettiği bir dua gibiydi. Fısıldadı: Savaş benim istemediğim yerde bile beni bulacakmış demek…

Muzaffer, Rüstem ve oğlunun aksine öyle kolay kolay kabullenip susanlardan değildi; içi intikam ateşiyle yanıyordu. Ancak zaman geçtikçe, yeğeni Bekir’i kendi elleriyle bu kan davasına sürükleyemeyeceğini anladı. Bu kez daha kestirme, daha karanlık bir yol seçti. Köyün kahvesinde, harman yerinde, düğün derneklerde lafı dolandırmadan, yavaş yavaş, damla damla köylülerin içine ateş akıtmaya başladı. “Garipağaoğulları’nın kanı yerde kalır mı? Delikanlılık böyle günlerde belli olur. Bekir’in damarlarında kimin kanı var, göstersin bakalım.”

Sözleri rüzgâra değil, insanların gururuna ve öfkesine çarpıyordu. Muzaffer biliyordu ki erkeklik lafla kabarır, mertlik diye dillendirilen şey çoğu zaman cahilce bir kışkırtmadan ibarettir. Köylülerin dili Bekir’i ateşleyecek, Bekir’in haysiyeti ise onu kanın peşine düşmeye zorlayacaktı. Muzaffer bunu hesaplamıştı.

Ama gerçekten intikam mı istiyordu? Yoksa başka bir hesap mı vardı içinde saklı?

Belki de yıllardır içinde taşıdığı eziklikleri, sözünün geçmemesini, yaşadığı kayıpları, bir zamanlar elinden alınan kudreti geri istiyordu.

Belki kan davası sadece bahane, mesele aslında “Muzaffer kimdir?” i yeniden köye hatırlatmaktı ve Salman’ın bağ ve bahçelerine konmaktı.

Bekir, içine düştüğü bu kan gölünden çıkışın tek yolunun kaçmak olduğunu artık biliyordu. Ne Muzaffer’in baskısı dinecekti ne de köyün vicdanı dinecekti. Hem kendi canı hem de Elif’in geleceği için gitmekten başka çare yoktu. Fırsat buldukça Elif’le gizli gizli buluşuyor, köyün dışındaki o ıssız su arkının başında fısıltıyla plan kuruyorlardı.

“Bu gece, gün ağarmadan yola düşeceğiz. Ne olursa olsun.” dedi Bekir.

Elif’in gözleri korku ve umut arasında gidip geliyordu, yine de başını sessizce salladı.

Fakat Bekir’in bilmediği bir şey vardı: Murtaza neredeyse gölgesi gibi peşindeydi. Köyde kim kiminle nerede konuşur, kim hangi adımı atar, hepsini takip ediyordu. Bekir’in kaçış planını öğrenince soluğu önce babası Rüstem’de, oda Elif’in babasının yanında aldı.

O gece Elif eve kapatıldı. Murtaza ise çoktan kararını vermişti: Bekir’i, Elif’e kavuşmaya geldiği yerde vuracak hem amcasını ve babasını olabilecek bir utançtan kurtaracak hem de köyde nam salacaktı.

Ama Elif’in yüreği duvar tanımazdı. Küçük kardeşine bir kâğıt sıkıştırdı: Bekir’e ulaştır. Ne olursa olsun.”

Kâğıt, karanlık gecede Bekir’e kadar ulaştı. Bekir, artık bir kader kavşağındaydı. Ya geri çekilecek ve sonsuza kadar teslim olacaktı ya da adaleti kendi elleriyle çağıracaktı.

Bekir, jandarmaya haber verdi. “Pusu var,” dedi. “Murtaza beni öldürmeye geliyor. Ben kimseyi öldürmeyeceğim. Adalet alsın hakkını.”

Sabahın en kara vaktinde, buluşma yerine ilk Bekir vardı. Sessizlik, toprak kadar ağırdı. Çalılığın arasından bir gölge kıpırdadı. Murtaza’ydı o. Gözünde nefretin ateşi, elinde tüfeğiyle fırladı: “Sen babanın kanını yerde bıraktın!”

Tetiğe öyle hızlı davrandı ki gece bir anda yırtıldı. Kurşun Bekir’in kolunu sıyırdı; Bekir yere düştü. Tam o sırada karanlığı yaran bir başka ses yükseldi: “Babanı nasıl yere serdiysem seni de öyle sereceğim!” Bu sözleri Murtaza haykırıyordu. Fakat o an, karanlık bambaşka bir sese büründü:

Teslim olun! Jandarma! Silahı bırak!

Murtaza neye uğradığını şaşırdı. Bir an direnir gibi oldu… Ama ardından sessizlik çöktü. Yavaşça silah yere bırakıldı. Kelepçeler takılırken Murtaza’nın nefesi sanki yılların bütün kinini kusuyordu.

Bekir ise kolunu tutarak yerden doğruldu. Yüzü solgundu ama sesinde bir sükûnet vardı: “Ben değil… Sizin cezanızı adalet verecek.”

Murtaza ve babası birbirine kelepçelenerek karakola götürüldü.

Ve o sabah, köyde Muzaffer dahil herkes sus pus olmuştu. Çünkü köyde yıllardır ilk kez kan değil, hukuk konuşmuştu. Herkesin dili tutulmuş, gözler birbirine kaçak bakar olmuştu. Kahve o gün erkenden açılmadı, avlular süpürülmedi; kadınların türküsü bile kesildi. Sanki köyün üstüne ağır bir sis çökmüş, rüzgâr bile adımlarını yavaşlatmıştı.

Bekir’in vurulduğu haberini duyan Elif’in içi yerinden sökülür gibi oldu. Babası, anası ne der diye düşünmedi, artık korkunun hükmü yoktu. Gözleri dolu dolu, sesinin titrediği bir yalvarmalarla onların yanına gitti, Ağlayarak yalvar yakar: “Bekir’i seviyorum…Ne olursa olsun, ben onun yanındayım. O vicdanlı birisi beni de çok seviyor, bende onu”

Önce sessizlik… Sonra annesinin gözleri yaşla doldu, babasının yüzü çöktü, yılların ağırlığı çöreklendi omuzlarına. Kimse bir şey söylemedi ama izin verilmişti; suskunluk bazen sözden daha gür bir kabul olurdu.

Elif koşarak çıktı evden. Toprak yola bastığında ayakkabısının altından toz kalktı, saçları rüzgârla birlikte savruldu. Ciğeri yanıyordu, nefesi düzensizdi. Ama kalbi, Bekir’in attığı yerden çağrılıyordu sanki.

Bekir, kolu sarılı halde oturuyordu; yüzünde hem acının hem direnişin izi vardı.

Elif, hiçbir kelime etmeksizin koşup boynuna sarıldı. Gözyaşları birbirine karıştı.

O an dünya ne kanın ne törenin ne de kinin hükmündeydi. Sadece iki genç yüreğin titrek, ama umutlu sarılışı vardı.

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar