SON DAKİKA
Reklam

KÖMÜR KARASI

KÖMÜR KARASI
A- A+
Reklam

 

Babasının elinden tutarak sokakta yürürlerken arkadaşlarını gören Ferdi, babasını öpüp onun yanından ayrıldı ve arkadaşlarıyla birlikte okulun bulunduğu caddeye doğru yöneldi. Ferdi, geçen yıl ortaokula başlamış; akıllı, çalışkan ve geleceğe dair hedefleri olan bir çocuktu. Öğretmenleri ve arkadaşları tarafından da çok seviliyordu. Önümüzdeki yıl ortaokulu bitirip liseye başladığında meslek lisesine gitmeyi, ardından da maden mühendisliği eğitimi almayı planlıyordu. Babası gibi madenci olacak, fakat onun gibi maden işçisi değil; maden mühendisi olacaktı.

Babası on yıldan fazladır kömür ocağında çalışıyordu. Yeraltının karanlığında, göğsünde yılların yorgunluğunu taşıyan bu adam, her vardiyadan sonra siyah kömür tozuyla kaplı ellerini ve yüzünü evin küçük lavabosunda yıkayarak temizlerdi. Gece vardiyasına girdiğinde ya da mesaiye kaldığında Ferdi babasını ancak sabahın erken saatlerinde, yorgun göz kapaklarıyla yatağa yönelirken görebiliyordu. Bu yüzden gündüz vardiyaları Ferdi için çok daha kıymetliydi. O sabahlarda babasıyla birlikte erkenden uyanır, annesinin özenle hazırladığı sıcak çayı ve mis gibi ekmeği paylaşır, kahvaltının ardından evden birlikte çıkar, Ferdi babasının iri ve nasırlı ellerini sımsıkı tutarak okuluna doğru yürürdü.

Evde ise annesi, küçük Emine’nin ince sesiyle dolan odalarda sessizce dolaşır, sabahın serinliğinde çamaşır suyunun ve sabunun kokusu birbirine karışırken ev işlerini yetiştirmeye çalışırdı. Yemeklerin kokusu mutfağı doldururken Ferdi’nin okuldan dönüşünü ve babasının akşam vardiyasından gelişini bekler, içten içe her ikisine de güç ve sağlık dilemekten geri durmazdı.

Ferdi ailesini çok seviyordu, özelliklede babasına hayrandı, babasının ne zorluklarla para kazandığını biliyordu o sebepten derslerine sıkı sıkı çalışıyor ve her yıl sınıfını takdirname ile geçiyordu. 

Aradan bir yıl geçmişti. Ortaokul son sınıfta okuyan Ferdi, bazı akşamlar babası evde olduğunda onunla uzun uzun sohbet ediyordu. Bu sohbetlerde, ortaokulu bitirdikten sonra meslek lisesine gitmek istediğini, ardından da maden mühendisi olmayı hayal ettiğini annesine ve babasına heyecanla anlatıyordu. Babası ise gülümseyerek “Desene başımıza mühendis olacaksın!” diyerek oğluna takılır, bu hedefi için hem gururlanır hem de içten içe büyük bir sevinç duyardı.

Bir sabah yine babasıyla evden çıkıp okula gidiyorlardı. Yolun köşesindeki simitçiyi gören babası hem kendisine hem de oğluna birer simit aldı. “Acıkır gibi olursan yersin,” diyerek simidi Ferdi’ye uzattı. Ferdi ise gülümseyerek “Teneffüslerin birinde yerim,” dedi ve teşekkür ederek simidi çantasına koydu.

Okulun bulunduğu caddeye geldiklerinde Ferdi babasından ayrıldı. Hızlı adımlarla önden giden arkadaşlarına yetişmeye çalıştı. Birlikte okulun kapısından geçip bahçeye girdiler. Ferdi sınıfının bulunduğu sıranın içine girerek her zamanki yerini alıp zilin çalmasını beklemeye başladı.

Yaz tatiline, daha doğrusu Ferdi’nin ortaokuldan mezun olmasına bir aydan az bir zaman kalmıştı. Bu yüzden hem sevinçli hem de heyecanlıydı. Üç dersin ardından teneffüse çıkmışlardı. Ferdi’nin karnı hafifçe acıkmış, içini tarif edemediği bir sıkıntı kaplamıştı. Önce kantine gidip bir meyve suyu aldı; ardından sınıfına dönerek çantasından babasının sabah verdiği simidi çıkardı ve okul bahçesindeki bir banka oturdu. Meyve suyunun kapağını açıp bir yudum içti, sonra dalıp gitmeye başladı.

Önümüzdeki yıl liseye başlayacak, ardından üniversite hayalini gerçekleştirip babası emekli olana kadar onunla birlikte işe gidip gelecekti. Bu tatlı hayallerin içinde simidinden bir parça koparıp ağzına attı. Tam bu sırada bir siren sesi yükseldi. Ferdi, ilk anda teneffüsün bittiğini sandı. “Ne çabuk geçti,” diye içinden geçirdi. Fakat diğer öğrencilerden bazıları durmuş dikkatle sireni dinliyor, çoğu ise aldırış etmeden oyunlarına ve gezmelerine devam ediyordu.

Ferdi, kısa süre sonra bunun okul zili olmadığını fark etti. Bu, madenden gelen bir siren sesiydi… Babasının evdeyken öğrettiği o acı anlamı hatırladı: Bu siren bir maden kazasının habercisiydi. Ağzındaki simit parçası çiğnenmeden öylece kaldı; yutamıyordu, boğazına düğümlenmişti. Titreyen elleriyle simidi ve meyve suyunu bankın üzerine bırakarak kulak kesildi.

Bu sırada okul müdürü ve öğretmenler bahçeye çıkıp öğrencilerin sınıflara erken girmesini istiyordu. Kalabalığın uğultusu arasında uzaklardan ambulans, itfaiye, polis ve AFAD araçlarının sirenleri duyulmaya başlandı. Çığlık atmayan ama uğultusu yürek delen bir sabah… Ferdi’nin yüreği, o siren sesleriyle birlikte sıkışıp kaldı.

Ferdi’nin yüreği yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Sirenlerin sesi okulun duvarlarına çarpa çarpa büyüyor, Ferdi’nin içindeki korkuyu daha da derinleştiriyordu. Babasının sabah gülümseyen yüzü, iri nasırlı elleri, simidi uzatışı bir bir gözlerinin önünden geçti. “Ya babam…” diye fısıldadı kendi kendine. Birden boğazındaki düğüm çözülmedi, gözleri doldu, avuçları terledi. Ellerini dizlerine bastırıp ayağa kalkmak istedi ama bacakları titriyordu. Sanki dünya dönmüyor, okulun bahçesi sessiz bir boşluğa dönüşüyordu. Arkadaşlarının sesleri uzaklaşıyor, sirenler daha da yaklaşıyordu. O an Ferdi için zaman durdu; o simit, meyve suyu, sabahın telaşı, babasının gülümseyişi… Hepsi siren sesine karışarak yavaş yavaş yok oldu. Kalbinde tek bir cümle yankılandı: “Babam orada mı?”

Ferdi evin kapısını açtığında içeriden yemek kokusu geldi. Annesi mutfakta bir yandan küçük Emine’ye bakıyor bir yandan da kulağı radyoya dönüktü. Radyodan kesik kesik haberler geliyordu; maden ocağında bir göçük olduğu, ekiplerin bölgeye sevk edildiği, çalışmaların sürdüğü söyleniyordu. Ferdi’nin gözleri annesine kaydı. Annesi, o titrek sesli anonsları dinlerken elleriyle önlüğünün ucunu sıkıyor, dudaklarını ısırıyordu. Yüzüne endişe ve bekleyiş çizgileri düşmüştü.

Ferdi sessizce ayakkabılarını çıkarıp mutfak kapısına yaslandı. Bir süre konuşamadılar. Annesi radyonun sesini kıstı ve Ferdi’ye dönerek “Hadi oğlum, gel,” dedi, ama sesi sanki bir anda incelmiş, yutkunmuştu. Küçük Emine hiçbir şeyden habersiz oyuncak bebekleriyle oynuyor, annesinin eteğine dolanıyordu.

Ferdi’nin içinde ise babasının sabahki gülümseyişi ve nasırlı elleri canlandı. Birden, sabah aldığı simidi bankta bırakışını hatırladı. Yutkunarak annesine baktı, “Anne… babam…” diyebildi sadece. Annesi derin bir nefes aldı, oğlunun gözlerine bakarak “Dua et Ferdi… Biz sadece bekleyeceğiz ve dua edeceğiz,” dedi. Evdeki sessizlik, uzaklardan gelen sirenlerin uğultusuyla birleşip ağır bir gölge gibi üzerlerine çökmüştü.

Birkaç saat sonra komşular gelip gitmeye başladı. Ferdi, kardeşi Emine ile sessizce otururken, annesi Feride mutfağa geçti; yanında birkaç komşusu vardı. Orada kısık sesle konuşuyorlardı; Ferdi, kelimelerin arasındaki anlamları çözmeye çalışıyor, ama içten içe, tahminlerinin doğru çıkmaması için dua ediyordu. Kalbi hızla çarpıyor, kulakları sanki her fısıltıyı duyacak kadar keskinleşmiş gibiydi.

Hava kararmaya başladığında, maden ocağından gelen babasının birkaç arkadaşı onları alarak ocağın girişine götürdü. Ocağın önü bariyerlerle kapatılmış, içerisi karanlık ve sessizdi; kimseyi içeri sokmuyorlardı. Dışarda toplanan kalabalık ise tedirgin ve umutlu bakışlarla birbirine karışmıştı; herkes, Ferdi ve annesi gibi, babasını, eşini veya oğlunu merak ediyordu. Soğuk hava ve madenin derinliklerinden gelen sessiz uğultu, Ferdi’nin içindeki endişeyi daha da büyütüyordu.

Dışarıdaki araçların çakar lambaları yanıp söndükçe, kalabalığın içindeki umutlar da yavaş yavaş sönüyordu. Birkaç saat sonra sedyelerle madenciler çıkarılmaya başlandı. Bazıları yaralıydı, bazıları ise hayatını kaybetmişti. Ferdi’nin babası da hayatını kaybedenler arasındaydı. Bu haberi alan Ferdi ve annesi, diğer kazada yakınlarını kaybeden madenci aileleri gibi çığlık çığlığa ağlamaya başladılar.

Ferdi, babasını görmek istese de izin verilmedi; yaralı ve vefat etmiş madenciler ambulanslara konup, acı siren sesleri eşliğinde hastaneye veya morga götürüldü. Ölü ve yaralı madenciler tamamen dışarı çıkarıldıktan sonra, maden ocağında görevlilerden başka kimse kalmamıştı. Herkes ya evine dönmüş ya hastaneye ya da morga gitmişti.

Bir süre morgda bekleyen Ferdi ve annesi, babalarının cansız bedenini gördüler. Acının ağırlığı ve sessizlik arasında, sabah cenazeyi almak üzere evlerine dönmek için güçlerini toplamaya çalıştılar.

Sabah, babasının arkadaşları Ferdi ve annesini alarak morga götürdüler. Ferdi, morgun soğuk ve sessiz havasına adımını attığında kalbi hızla çarpıyor, boğazı düğümleniyordu. Babasının cansız bedenini bir daha görmek, içinde tarifsiz bir boşluk ve sarsıcı bir acı yarattı. Elleri titriyordu, gözlerinden kontrolsüzce yaşlar süzülüyordu. Annesi ise sessizce, ama derin bir hıçkırıkla yasını tutuyordu; aralarındaki sessizlik, sözcüklerden çok daha fazla şeyi anlatıyordu.

Daha sonra cenazeleri defnetmek üzere mezarlığa gittiler. Toprağın soğuk kokusu, etraflarındaki sessiz kalabalığın hüzünlü bakışları, Ferdi’nin içindeki boşluğu daha da derinleştiriyordu. Babasının tabutunun başında dururken, Ferdi küçük ellerini sıkıca kenetledi; her geçen saniye, babasının artık bir daha geri gelmeyeceğini daha net hissettiriyordu. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, Ferdi ve annesi birbirlerine yaslanarak, çaresizlik ve acı içinde toprağın kapanmasını izlediler.

Cenaze sona erdiğinde, Ferdi bir kez daha annesine sarıldı. Sessiz bir sözleşme gibiydi: bundan sonra, her ikisi de birbirlerine tutunacaktı; acıyı birlikte taşıyacak, kaybın ağırlığına birlikte göğüs gereceklerdi.

Ferdi, birkaç gün sonra tekrar okula döndü, ama bu sefer okulun olduğu caddeye kadar babasıyla birlikte yürüyememiş, onun elini tutamamıştı. Haftalar sonra tatil geldi, karneler dağıtıldı; kimi öğrenciler bir üst sınıfa geçmiş, kimileri ise mezun olmuştu. Ferdi de mezun olanlar arasındaydı. Karnesini, diplomasını ve her zamanki gibi takdir belgesini alırken, yüzünde derin bir hüzün vardı. Bu başarıları artık babası göremeyecekti.

Ama Ferdi, annesini de yanına alarak babasının mezarına gidecek, ona karnesini, diplomasını ve takdir belgesini gösterecekti. İşte o an, Ferdi için hayatın yeni bir sayfası başlıyordu. Annesi ve kardeşiyle birlikte, bundan sonra nasıl bir yaşam süreceklerini düşünüyordu.

Tatilde kendine küçük bir iş bulmuştu. Babasından dolayı aldıkları maaşla birlikte, evin geçimine katkı sağlamaya başlamıştı. Annesi, Ferdi’nin verdiği parayı harcamıyor, önündeki eğitim yıllarına yatırım yapmak üzere biriktiriyordu.

Ferdi, tüm zorluklara rağmen lise ikinci sınıfa geçmişti. Ancak hayat pahalılığı, kendini her geçen gün daha da fazla hissettirmeye başlamıştı.

Bir gün, tatilde çalıştıktan sonra akşam eve geldiğinde, annesi onunla konuşmak istediğini söyledi. Yemekten sonra bulaşıkları yıkayıp işini bitiren annesi, Ferdi’yi mutfağa çağırdı ve ciddi bir ifadeyle konuşmaya başladı. Artık babasından kalan maaş ve Ferdi’nin tatillerde kazandığı paranın, geçimlerini tek başına sağlamaya yetmediğini söyledi. Bugüne kadar birçok büyük zorluğa, Ferdi’nin hissetmesine fırsat vermeden göğüs gerdiğini de ekledi.

Ferdi, annesinin ne demek istediğini tam olarak anlayamıyordu ve ondan açıkça konuşmasını istedi. Annesi de kendisi ile evlenmek isteyen birisinin olduğunu, ancak adama henüz bir cevap vermediğini, oğlunun fikrini de aldıktan sonra karar vereceğini söyledi.

Ferdi, annesinin sözlerini duyduktan sonra bir süre sessizce oturdu. İçinde fırtınalar kopuyordu; babasının yokluğunu hâlâ tam olarak kabullenememişken, evlerinde başka birinin olacağını düşünmek kalbini sıkıştırıyordu. Öfke, hüzün ve çaresizlik bir arada dolaşıyordu içinde. Ama bir yandan da annesini ve küçük kardeşini düşündü; onların güvenliği, mutluluğu ve geleceği artık kendi sorumluluğundaydı.

Küçük yaşına rağmen, hayatın ağır yüklerini omuzlaması gerektiğini fark etti. İçinde bir cesaret kırıntısı belirdi; babasının yokluğunda evin direği olmaya karar verdi. Gözlerini annesine çevirdiğinde, sadece bir evlat olarak değil, aynı zamanda evin koruyucusu ve yol göstericisi olarak konuştu:
“Sen nasıl uygun görüyorsan öyle olsun, sen daha iyisini bilirsin.”

O an, Ferdi için çocukluk ve yetişkinlik arasında bir sınır çizilmişti. Kendi duygularını bastırmayı, zor olsa da kabullenmeyi öğrenmişti. Babasının yokluğuyla yüzleşmiş, hayata dair sorumluluklarını fark etmişti. İçinde karışık bir hüzün vardı, ama aynı zamanda yeni bir olgunluğun da kıvılcımı yanıyordu.

Bir müddet sonra annesi bu adamla evlendi. Ferdi, üvey babasıyla aynı çatı altında olmayı hiçbir zaman benimseyememişti, ama elden gelen bir çözüm yolu da yoktu. Liseyi bitirene kadar sabredecek, sonra üniversiteye gidip kendi yolunu çizecekti.

Öyle de yaptı; liseden mezun oldu. Ne var ki üniversite hayalleri gerçek olamadı. Üvey babası, Ferdi’yi okutacak masraflara katlanamayacağını açıkça söyledi. Üstelik, Ferdi’nin kendi geleceğini, ev bark sahibi olma ve evlenme planlarını da düşünerek, Ferdi’yi maden ocağında çalıştırmanın daha doğru olacağını savunuyordu. Üstelik ölen babasının yerine kendisini rahatlıkla sorunsuz bir şekilde işe alabileceklerini söyledi. Ferdi’ye göre bu sözler hem babasının yokluğunda omuzladığı sorumluluğun hem de kendi hayallerinin üzerine ek bir yük bindiriyordu.

Ferdi, üvey babasının sözlerini duyduğunda içini tarifsiz bir boşluk kapladı. Hayalleri, umutları, üniversite yıllarına dair planları bir anda rafa kalkmıştı. Bir yandan öfke ve hayal kırıklığı, bir yandan da çaresizlik içinde kalakalmıştı. Babasının yokluğu, annesinin evliliği ve şimdi de kendi hayallerinin önüne konan engeller… Her biri, Ferdi’nin omuzlarına ağır bir yük bindiriyordu.

Ama Ferdi, derin bir nefes aldı; hayata karşı pes etmeyecekti. Babasından aldığı sorumluluk bilinci, annesine ve kardeşine olan bağlılığı, kendi hayallerinin önüne geçiyordu. Üniversiteye gidemeyecek, ama maden işinde çalışarak ailesine katkı sağlayacaktı. Bu karar, içinde hem hüzün hem de bir tür direnç doğurmuştu.

İşe başladığı ilk gün maden ocağına indiğinde, karanlık ve gürültülü tüneller, kazma ve kürek sesleri, Ferdi’yi hem korkutuyor hem de bir şekilde hayata karşı hazırlıyordu. Her adımında, babasının yokluğunu ve kendi sorumluluklarını daha derinden hissediyordu. Genç yaşına rağmen, hayatın acı gerçekleriyle yüzleşmiş ve onlara göğüs germeyi öğrenmeye başlamıştı.

Ferdi, artık hayallerini ertelemişti, ama içindeki umut ışığı tamamen sönmemişti. Geleceğe dair kendi yolunu çizmek için sabır ve dirençle beklemeyi öğreniyordu. Hayat, ona erken olgunlaşmayı ve sorumluluk taşımayı öğretmişti. 

Her sabah, Ferdi maden ocağına gittiğinde, elleri sertleşmiş, tırnaklarının arasına kömür karası işlemiş halde işe başlıyordu. Kasları yoruluyor, yüzü siyaha bulanıyor, vücudu günün sonunda yorgunluktan sızlıyordu. Ama her darbe, her kazma, her kömür parçası, onun geleceğe tutunma iradesini kırmıyordu. Babasının hayatta olsaydı ona öğreteceği gibi, hayatın zorluklarına göğüs geriyor, kendi yolunu açmaya çalışıyordu.

İşin fiziksel ağırlığı kadar, içsel yükü de ağırdı. Her gün, üniversite hayallerinin ertelemesini, babasının yokluğunu ve aile sorumluluklarını aklından geçiriyordu. Ama bu düşünceler, onu yıldırmak yerine güçlendiriyordu. Her akşam eve geldiğinde, elleri kömürle kararmış, yüzü kömür tozuyla kaplanmış olsa da gözlerinde büyük bir ışık yanıyordu: Geleceğe dair umudu.

Ferdi, her kazma darbesinde sadece kömürü değil, aynı zamanda kendi hayallerini de şekillendiriyordu. Her yorucu günler, onu hem olgunlaştırıyor hem de hayallerine bir adım daha yaklaştırıyordu. Babasının hayatta olamayışı, hayatın acı gerçeklerini öğretmişti ona; ama Ferdi vazgeçmeyi bilmiyor, kendi emeğiyle, kendi direnciyle geleceğini inşa etmeye devam ediyordu.

 

 

 

 

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar