KÜSMEDİM SESSİZ KALDIM
Bir sonbahar sabahıydı; parkın ıslak taşlarında sararmış yapraklar birikmişti. Her zamanki bankta sessizce oturmuş, insanların geçişini, rüzgârın ağaçlara dokunuşunu seyrediyordum.
Tam o sırada karşıdan eski bir dost, belki de eski bir sevgili, ağır adımlarla bana doğru geldi. Yıllar geçmiş ama gözleri hâlâ aynıydı; o tanıdık bakış, içimde bir yerleri sızlattı.
Hiçbir şey söylemeden yanıma oturdu. Bir süre ikimiz de sustuk, sadece yaprakların hışırtısı konuştu aramızda. Sonra dönüp sessizliği bozan o cümleyi kurdu:
Küs müyüz?
O an boğazımda bir düğüm hissettim. Aslında ne küsmüştük ne de barışmıştık. Biz sadece birbirimize sessizliği bırakmıştık.
Ben kimseye küsmedim aslında. Küsmenin bir lüks olduğunu çok erken öğrendim. Kalbimi kıranlara bile sessiz kaldım; çünkü sesimi duyan olmadı. Bazen sessizlik, insanın son sığınağı olur. Konuşursun, anlatırsın, ama karşındaki anlamaz. O zaman susarsın, kırıldığını bile fark etmesinler diye değil, artık anlatacak gücün kalmadığı için.
Ben herkese koşarken, kendimi hep geride bıraktım. Birinin derdi olduğunda ben vardım, ama benim derdim olduğunda kimse yoktu. El uzattığım eller, zamanı gelince beni unuttu. Belki de en büyük yalnızlık buydu: kalabalıklar içinde kimsenin seni fark etmemesi.
Küsmeye hakkım yoktu. Çünkü kalbim, kırık dökük de olsa hâlâ sevmenin tarafındaydı. Ama artık biliyorum: bazen en büyük iyilik, sessizce çekip gitmektir. Küsmeden, kırmadan, sadece kendi iç huzurunu koruyarak...
Ben hep sessizce gittim. Kimseye yük olmadım, kimseyi suçlamadım.
Sadece içimdeki kırıkları toparlayıp, kimse fark etmeden uzaklaştım.
Ama o… onun gidişi benimkine benzemezdi. Onun sessizliği bir çığlıktı, içimde yankılanan, dinmeyen bir çığlık. Beni bir hiç için, bir yanlış anlaşılma, bir gurur uğruna yarım bıraktı. Ben kal dedim sessizce, ama o duymadı. O gitti, ben sustum… ama o sessizlik beni her gece yeniden ağlattı.
Bir gün herkesin kendi sessizliğiyle yüzleştiğini anladım. Onun sessizliği benden kaçıştı, benimki ise ona bir özlem olarak kaldı.
Belki de biz konuşsaydık, bugün bu kadar susmazdık. Ama hayat bazen en büyük sözleri, söylenmeyen cümlelerin içine gizler.
O gittikten sonra benim için dünya sessizleşti. Sanki rüzgâr bile esmekten vazgeçti, kuşlar bile şarkı söylemedi. Her şey yerli yerinde duruyordu ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Bir kahve fincanı, masanın kenarında öylece durur; onun dokunduğu yeri hâlâ bulurum bazen.
Bir şarkı çalar, sesi kısarım, çünkü ilk notasında onun adını duyar gibi olurum.
Zaman geçtikçe anladım ki, bazı gidişler sadece bir bedeni değil, bir sesi, bir nefesi, bir huzuru da alıp götürürmüş. Ben o günden sonra çok şey öğrendim; İnsan bazen susarak büyür, bazen sustuğu yerden kırılır. Ama kırıldığını bile fark ettirmez kimseye. Sadece gülümser, sadece “ben iyiyim” der, o kadar.
Onun sessizliği benim için bir haykırış olmuştu, benimkisi ise mezar sessizliği gibi. Bir tarafım hâlâ “dönebilir” diye beklerken, diğer tarafım “artık dönse de geç kaldı” diyor. İkisi de ben, ama biri hâlâ onu seviyor, diğeri onu unutmaya çalışıyor.
Belki bir gün yollar işte şimdi olduğu gibi yine kesişir diye değişik hayaller kurardım ama şimdi ben eskisi gibi olamam. Çünkü onun gidişiyle bende bir şey eksildi ve o eksiklik ne adını duyunca tamamlanıyor ne de zamanla geçiyor. Ben ona da küsmedim aslında.
Akşamın son ışıkları perde arkasından sızarken, odada solgun bir sessizlik dolaşıyorken masanın üzerinde yarısı içilmiş bir fincan kahve, yanında buruşturulmuş bir kâğıt. Üzerinde sadece iki kelime yazılıydı: “Hakkını helal et.”
Hatırlıyor musun işte o gündü… Ne bir tartışma ne bir kavga… Sadece bir bakış, uzun bir suskunluk ve ardından kapının kapanış sesi. O an, kapının kapanış sesiyle birlikte evin duvarları bile sustu sanki. Perdeler bile kıpırdamadı, saat bile tik taklarını unuttu.
Artık biliyorum, sessizlik bazen küsmekten daha derin bir cevapmış. Ben kimseye küsmedim, sadece kalbimi kıranlara sessiz kaldım. Ama senin sessizliğin benimkine benzemiyordu. Ben susarken kalbimi saklardım, sen susarken beni susturdun. Senin gidişin bir vedadan çok, bir çığlıktı. Ne söylediğini duydum ne anlatmak istediğini. Sadece arkanı dönüp gittin, hem de bir hiç için.
O günden sonra zaman yavaşladı. Her sabah aynı sandalyede oturur oldum, sanki sen birazdan kapıdan girecekmişsin gibi. Fincan hep iki kişilik doldu, ama birini hiç kimseye vermedim. Senin için sakladım hep belki dönersin diye, belki de alışkanlıktan.
Bazen aynaya baktığımda kendimi değil, seni görür oldum. Gözlerimin içine yerleşen sessizliği sen bırakmıştın oraya. Geceleri rüzgâr perdeyi hafifçe savurunca ya da odamın kapısı açılınca “belki döndü” diye kalbim hızla çarpar, ama her defasında sadece rüzgâr girerdi içeri ve ben yine sessiz kalırdım.
Zamanla öğrendim: Bazı ayrılıklar insanı öldürmez, ama içindeki sesi susturur. Ben sustum, çünkü konuşmak seni geri getirmiyordu. Sen gittin, çünkü kalmak sana ağır gelmişti.
Kendimce kurduğum yine bir hayalimde kalabalık bir sokakta, hiç beklemediğimiz bir anda karşılaşıyoruz… Göz göze geliyoruz ama konuşmuyoruz. Benim dudaklarımda bir tebessüm, senin gözlerinde bir özür. Ve ikimiz de biliyoruz ki o an, her şeyin bittiği değil, aslında çoktan bitmiş olanın yankısı olduğunu.
Yıllar geçti. Mevsimler, yollar, insanlar değişti… ama bazı duygular, hiç eskimiyor. İşte bugün burada karşılaştık. Buna ne tesadüf ne kader diyebilirim sadece biraz önce göz göze geldik ve zaman bir anlığına durdu.
Senin de saçlarına aklar düşmüş, yüzünde yılların yorgunluğu var.
Ama o bakış… o sessiz, tanıdık bakış hâlâ aynı. Bir şey demedik.
Sanki hayat, bizi bir anlığına aynı satıra yazmış ama devamını silememiş.
Bir adım attın, Küs müyüz? dedin. Ama ben sadece gülümsedim. O gülümsemede hem affediş hem vazgeçiş hem de “artık geç kaldık” vardı. Senin gözlerin doldu, benim kalbim sustu.
Bak yine rüzgâr esti, dökülen yapraklar ak saçlarımıza düştü. Bir an, o eski günleri hissettim kahkahalarımızı, sessiz akşamlarımızı, o yarım kalan cümleleri… Sen birazdan gideceksin ben burada öylece kalacağım. Ne ağlarım ne gülerim. Sadece içimden bir cümle geçer: “Bazı vedalar ikinci kez yaşanmaz, sadece sessizce tamamlanır.”
Şimdi anladım ki, bazı insanlar dönse de artık yerleri çoktan boşalmıştır.
Benim sessizliğim seni beklemekten, seninki ise beni unutamamaktan kalmış. Belki de biz hiç ayrı düşmedik; sadece aynı sessizliğin iki ucunda kaldık.
Günler sonra masanın başına oturarak bir kâğıt ve kalem elime aldım. Yine masada iki kahve fincanı vardı, birisi yeni boşalmış ve diğeri hiç el değmemiş, içinde kahve telvesi kurumuş eski bir fincan. Bir zaman sonra ne yazmışım diye kâğıdı elime aldım ve baktım ki kâğıt bomboş benim gibi sessiz. Ama ben yine de o beyaz kâğıdı okudum;
“Sana yazmadığım bir mektup tu bu…”
Belliki hiçbir zaman eline geçmeyecek. Belki de sen, çoktan unuttun gidişini, ben ise hâlâ sessizliğinle yaşıyorum. Yıllar geçti; saçlarıma zaman karıştı, yüreğime sükût yerleşti. Ama ne zaman rüzgâr esse, o günkü parkta dökülen yaprakların sesi gelir kulağıma. Senin ayak seslerin… Ne kadar uzak olursa olsun, hâlâ duyar gibiyim.
Ben kimseye küsmedim, sen dahil. Sadece içimdeki kırıkları onarmayı öğrendim. Bir zamanlar beni susturan sessizlik, şimdi en büyük dostum oldu. Konuşmadığım her kelime, beni biraz daha güçlü yaptı.
Seninle yaşadığım her şeyi affettim. Çünkü anladım ki, bazı insanlar kalmak için değil, öğretmek için gelir. Sen bana gitmenin de bir sevgi biçimi olabileceğini öğrettin. Bazen sevmek; kalmak değil, susarak bırakmaktır.
Şimdi o eski fincanı hâlâ saklıyorum. Üzerinde küçük bir çatlak var, tıpkı kalbimdeki gibi. Ama ben o çatlağa bile alıştım artık. Her sabah kahvemi içerken sessizce teşekkür ederim sana bana kaybetmeyi, susmayı ve sonunda kendimi bulmayı öğrettiğin için.
Eğer bir gün bu yazmadığım mektubu okursan, bil ki artık kırgın değilim. Sadece biraz eksik, ama huzurluyum. Çünkü bazı sessizlikler konuşmaktan daha fazlasını söyler… Ve benim sessizliğim, artık sana değil, kendime ait.
Artık ne senin sessizliğin beni acıtıyor ne de benim sessizliğim seni bekliyor. İkimiz de sustuğumuz yerde kaldık; ama ben susmayı sevdim. Demeyi çok isterdim.

































