FENERİN BEKÇİSİ


Tahsin, biraz önce fenerin mutfağında hazırladığı kahvesini eline alıp kapının önündeki hasır koltuğa yerleşmişti. Bir yandan kahvesinden usulca yudum alıyor, bir yandan da elindeki kitaba gömülüyordu. Ara sıra başını kaldırıp önünde uzanan masmavi Akdeniz’e dalıp gidiyordu. Uzaklarda bir tekne, kıyı boyunca ilerledikten sonra açıkta bir noktaya demir attı. Buralara zaman zaman turistler gelir, dalış yaparak Akdeniz’in büyüleyici derinliklerini seyrederlerdi. Tahsin, bu teknenin de onlardan birine ait olduğunu düşündü.
Kahvesini bitiren Tahsin, okumakta olduğu kitabın kaldığı sayfanın köşesini hafifçe kıvırdı. Fincanını alarak mutfağa geçti, lavabonun üzerine bıraktı. Kitabı, diğerlerinin yanına rafına yerleştirdikten sonra fincanı yıkayıp yerine koydu. Ardından yeniden kapının önüne çıkıp, uzun uzun denizi ve uzaktaki tekneyi seyretmeye başladı.
Aradan saatler geçmiş, akşam yaklaşmıştı. Güneş ağır ağır ufka doğru ilerliyor, rengi kızıla dönüyordu. Tekne hâlâ aynı yerdeydi. Birkaç saat sonra güneş batacak, hava kararacaktı. Şimdiye kadar teknedekilerin dalışı bitirip ayrılması gerekirdi ama tekne kıpırdamıyordu.
Tahsin dikkatle bakmaya başlayınca, teknede bazı hareketlenmeler fark etti. Tam olarak seçemiyordu. Hemen içeri girip çalışma masasının üzerindeki dürbününü aldı ve tekrar dışarı çıkarak gözünü merceklere dayadı.
Teknedekiler, ellerini havada savuruyor, adeta yardım çağrısında bulunuyorlardı. Tahsin, bir an duraksadı. Gözlerini mercekten ayırıp dürbünü koltuğun üzerine bıraktı ve hiç vakit kaybetmeden aşağıda bağlı duran sandala yöneldi. Bir hamlede içine atlayıp kürekleri kavradı, tüm gücüyle tekneye doğru çekmeye başladı.
Küreklere asılırken, zihninde eski bir acı canlandı. O felaket günü… Tahsin, yıllar önce buralara tatile geldiğinde eşi ve oğluyla bir tekne kiralamış, masmavi sulara açılmışlardı. Açıkta bir noktada demirleyip şnorkelini takarak Akdeniz’in serin derinliklerine dalmış, dipten türlü renkte çakıllar, deniz kabukları ve deniz yıldızları toplayıp yüzeye çıkınca bunları gülümseyen eşine ve heyecanla bekleyen oğluna vermişti.
Eşi, “Yeter artık, bir daha dalma. Hem sanki hava da bozacak gibi…” demişti. Tahsin, “Son bir kez dalıp çıkacağım,” diye karşılık vermişti.
O son dalış… Kısa süre sonra deniz kabarmaya, yüzey dalgalanmaya başlamıştı. Fırtına çıkmıştı. Tahsin hemen yüzeye dönmek için çırpındı ama dalgalar, her kulaçta onu geriye savuruyordu. Nihayet yorgun argın yüzeye ulaştığında, tekne yerinde yoktu. Çapası kurtulan tekne, fırtınanın pençesinde sürüklenerek uzaklaşmıştı.
Tahsin, bitkinliğine aldırmadan dalgalarla boğuşarak tekneye doğru yüzmeye başladı. Ama o yaklaştıkça, dalgalar tekneyi daha da uzağa taşıyordu. Teknenin üzerinde eşi ve oğlu, çaresizlik içinde bağırıyor, ellerini sallıyor, yardım istiyorlardı…
Bir süre sonra, tekne şiddetli dalgaların altında alabora oldu ve gözden kayboldu. Tahsin, ne yapacağını bilemez hâlde, teknenin battığı noktaya kadar yüzdü. Ama artık çok geçti… Ne eşi ne de oğlu görünüyordu.
Derin bir nefes alıp dalarak aramaya başladı. Karanlık ve bulanık suların içinde, anne ile oğulu birbirlerine ve teknenin korkuluklarına sımsıkı sarılmış hâlde buldu. İkisi de artık yaşamıyordu.
Tahsin, teknenin kenarındaki can simitlerini sökerek, eşinin ve oğlunun cansız bedenlerini onlara bağladı. Ardından, bin bir güçlükle, dalgalarla boğuşarak kıyıya ulaşmayı başardı. Yorgunluktan nefesi kesilmişti ama hemen yere çöktü; bir umut, suni teneffüs yapmaya başladı. Dudakları titreyerek dualar fısıldıyor, bir mucize olmasını diliyordu.
Ama artık çok geçti…
O anın acısı, Tahsin’in yüreğinde yeniden kanayan bir yara gibi açıldı. Kürek çektiği her hamlede, yıllar önce kıyıya çıkardığı cansız bedenlerin ağırlığı omuzlarına biniyordu. Dalgaların sesi, o günkü fırtınanın uğultusuna karışmış gibiydi.
Başını sallayıp düşüncelerini dağıtmaya çalıştı. Bu sefer geç kalmayacağım, diye geçirdi içinden. Kollarındaki tüm gücü toplayarak küreklere asıldı. Tekne artık iyice yakınlaşmıştı.
Güvertede birisi çocuk birisi kadın dört kişi vardı. Denizin üzerindeki gün batımının kızıllığı, ile teknedekiler sevinç çığlıkları atıyordu.
Sandal, tekneye iyice yanaştı ve kürekleri bırakarak teknedekilerin attığı halatla sandalı tekneye bağlayarak güverteye çıktı. Tekneye tutunup güverteye tırmandığında, teknenin kaptanı olduğunu tahmin ettiği kişi “Motor arızalandı… yardım çağrısı yapamadık… saatlerdir buradayız,” dedi.
Tahsin, içini kaplayan ağır duyguları bastırarak, “Tamam, artık buradayım, merak etmeyin,” dedi. Sanki yıllar öncesinin kaybını, bu dört yabancıyı kurtararak bir nebze olsun telafi edecekti.
Kaptanı teknede bırakan Tahsin, diğer üç yolcuyu sandala alarak fenere doğru kürek çekmeye başladı. Yorucu ama huzur verici bir çabanın ardından fener iskelesine vardılar. Tahsin, misafirlerine birer battaniye verip dinlenebilecekleri yerleri gösterdi. Ardından Sahil Güvenlik’i arayarak teknenin durumunu ve konumunu bildirdi.
Yaklaşık yarım saat içinde yardım ulaştı. Başka bir tekne, arızalanan tekneyi yedeğine alarak limana döndü. Tahsin, kalan misafirlerine sıcak birer kahve ikram etti. Kahveler yudumlandıkça üzerlerindeki gerginlik dağıldı, yüzlerine yavaş yavaş rahatlamış bir ifade yerleşti.
Sohbet ilerledikçe Tahsin, misafirlerinden Ekrem Bey’in eşi ve oğlu Can ile birlikte tatile geldiklerini, bir haftadır yakınlardaki bir otelde kaldıklarını öğrendi. Bu sırada küçük Can, merakla fenerin alt katlarını geziyor, gördükleriyle ilgili türlü sorular soruyordu. Tahsin de hiç üşenmeden hepsine sabırla cevap veriyordu. Hava kararmaya başladığı için Tahsin yukarı çıkmış fenerin ışıklarını yakmıştı. Bu Can’ın çok ilgisini çekmişti.
Limana dönen kaptandan olanları öğrenen otel yetkilileri, misafirlerini almak için hemen fenere bir araç göndermişti. Araç geldiğinde Can, Tahsin’e dönüp, “Sizi ziyarete gelebilir miyim? Fenere çıkar, bana her yeri gösterir misiniz,” diye sordu. Tahsin gülümsedi, “Memnuniyetle,” dedi.
Ekrem Bey ve eşi teşekkür ederek araca bindiler. Aracın farları karanlık yolda kaybolurken, Tahsin bir süre kapıda durup denizi izledi. Akşam, hafif dalgaların sahile vuran sesiyle sessizce fenere yerleşiyordu.
Tahsin günün yorgunluğunu atmak için yatağına uzandığında saat gece yarısına yaklaşıyordu. Gün içinde yaşadıklarını gözünün önüne getirerek dalıp gitti, çok geçmeden de uykuya yenik düştü. Birkaç saat sonra uyanarak fenere çıktı, etrafı kontrol etti. Her şey yolundaydı. Tekrar yatağına döndü. Sabah olduğunda yeniden fenere çıkarak ışığı söndürdü. Ardından aşağıdaki çeşmeden akan serin suyla yüzünü yıkadı. Çay suyunu ve haşlanması için yumurtayı ocağa koyduktan sonra dışarı çıktı; temiz havayı ve denizin tuzlu kokusunu derin derin ciğerlerine çekti.
İçeri giren Tahsin, çayını demleyip kahvaltısını hazırladı. Kahvaltısını bitirdikten sonra masayı toparladı, bulaşıkları yıkayıp yerine yerleştirdi. Buzdolabında yiyeceklerin azaldığını fark etti; bugün kasabaya gidip haftalık ihtiyaçlarını karşılamayı planlıyordu. Bir bardak çay doldurup her zamanki yeri olan kapı önündeki hasır koltuğa oturdu. Gözlerini ufka dikip denizi seyrederken derin bir nefes aldı. Çayını yudumlarken aklında kasabaya gidiş hazırlıkları vardı.
Çayı bitirip içeriye girmek üzere ayağa kalktığında bir motor sesi duydu. Başını yola çevirdiğinde, arkasında toz bulutu bırakarak yaklaşan bir otomobil gördü. İçeri girip bardağını yıkayıp yerine koydu, ardından yeniden dışarı çıkarak gelen aracı beklemeye başladı.
Otomobil fenerin yanına kadar gelip durdu. Direksiyondaki kişi indi; ardından önde oturan hanımefendi ve arka koltuktaki çocuk da arabadan çıktılar. Bunlar dünkü misafirleri Ekrem Bey, eşi ve küçük oğulları Can’dı. Can arabadan iner inmez koşarak Tahsin’e sarıldı.
Tahsin, o an sanki yıllar önce kaybettiği oğlunu kucaklıyormuş gibi hissetti. İçinde hüznün ve mutluluğun aynı anda çarpıştığı tarifsiz bir duygu belirdi.
Tahsin, Ekrem Bey ve eşine dönerek gülümseyerek “Hoş geldiniz,” dedi ve onları içeri davet etti. Ancak çift, dışarıda oturmak istediklerini söyleyince Tahsin içeri girip sandalye ve küçük bir masa getirerek kapı önündeki koltuğun yanına yerleştirdi.
Bu sırada küçük Can, gece boyu ışığını saçıp gelip geçen gemilere yol gösteren fenere çıkmak için sabırsızlanıyordu. Tahsin, misafirlerinin halini hatırını sorduktan sonra, biraz önce kahvaltı yaptığını ve çayın taze olduğunu söyledi. Hemen birkaç bardak doldurup bir tepsiye yerleştirdi, küçük masanın üzerine koydu.
Can’ın sabırsızlığı artınca Tahsin, misafirlerinden özür dileyerek onu yanına aldı ve birlikte fenere çıktılar. Çocuğa feneri gezdirip oradaki aletleri tek tek gösterdi; ışığın nasıl çalıştığını anlattı. Sonra yanına aldığı dürbünü Can’a uzattı. Küçük çocuk heyecanla denizi, uzaktan süzülen gemileri ve adayı seyretti.
Aşağı indiklerinde Can coşkulu bir sesle, “Ben de deniz fenerinde çalışmak istiyorum!” dedi. Yukarıda gördüklerini ve öğrendiklerini heyecanla anne babasına anlattı.
Bu sırada konukların çayları bitmişti. Tahsin içeri girip bardakları tazelerken, Ekrem Bey arabasının bagajından getirdiği paketleri masanın üzerine bıraktı. Tahsin döndüğünde onları görünce şaşırdı. Ekrem Bey ve eşi gülümseyerek, dünkü yardımlarına teşekkür etmek için pasta, börek ve Tahsin için özel olarak aldıkları bir gemici kazağı getirdiklerini söylediler.
Tahsin, hediyeler için mahcubiyetini ve teşekkürlerini ilettikten sonra paketleri içeri taşıdı. Bu sırada Ekrem Bey onunla daha yakından tanışmak istediğini söyleyerek koyu bir sohbete başladı. Can ve annesi ise fenerin bulunduğu araziden aşağı doğru inip, sandalın bağlı olduğu iskeleye giderek denizi seyretmeye koyuldular.
Sohbet sırasında Tahsin, aslında bir inşaat mühendisi olduğunu anlattı. Ardından derin bir nefes alıp en büyük acısını paylaştı: yıllar önce eşini ve oğlunu trajik bir tekne kazasında kaybetmiş, onları fenerin arka tarafında, biraz ilerideki araziye defnetmişti.
Ekrem Bey duydukları karşısında derinden sarsıldı. Hele ki, daha dün yaşadıkları tehlikeyi hatırlayınca, Tahsin’in sayesinde hayatta kalmış olduklarını fark ederek ona bir kez daha minnet duydu.
Tahsin, burada yaşamayı seçtiğini; sessiz, sakin bir hayat sürerken eşinin ve oğlunun da yanında olduğunu hissettiğini söyledi. Zaman zaman kasabaya gidip ihtiyaçlarını karşıladığını, geri kalan vakitlerinde ise feneri çalıştırarak gelip geçen gemilere yol gösterdiğini ekledi.
Bu sırada Can ve annesi yanlarına dönmüş, artık dönme vaktinin gelip gelmediğini sormuşlardı. Ekrem Bey müsaade isteyerek eşiyle birlikte arabaya bindi. Can ise ayrılmadan önce tekrar Tahsin’in boynuna sarıldı. Tahsin, küçük çocuğun sıcacık kollarını hissederken gözleri istemsizce yaşardı. Bunu fark eden Ekrem Bey, oğluna sevgi ve minnet dolu gözlerle bakakaldı.
Tahsin, Can’a ne zaman isterse gelebileceğini, ziyaretinden her zaman büyük mutluluk duyacağını söyledi. Küçük çocuk arabaya bindi, aile yola koyuldu.
Misafirlerini yolcu eden Tahsin, ağır adımlarla fenerin arkasına yöneldi. Sessizce eşinin ve oğlunun mezarlarının başına vardı. Rüzgârın uğultusu arasında, yürekten kopup gelen bir özlemle onlara dua etti.