SON DAKİKA
Reklam
İrfan BAŞARANOĞLU

YABANİ MOR SÜMBÜL

YABANİ MOR SÜMBÜL
A- A+
Reklam

Her yıl olduğu gibi bu yıl da bahar gelince yaylaya, Yamadağı’na göç etmek için hazırlıklar günler öncesinden başlamıştı. Kıl çadırlar, kazanlar, bakraçlar, yayıklar, bidonlar, yatak, yorgan, kilim, un, bulgur ne varsa, uzun sürecek yayla günleri için hazırlanmış; kamyonlara, traktörlere yüklenmişti. Tatlı bir telaş her yanı sarmıştı. Koyunlar, inekler, keçiler ayrı kamyonlara yüklenmiş; bazıları ise günler öncesinden dağları, tepeleri aşarak yaylaya varmak için Yazıhan’dan Hekimhan’a doğru yola çıkmıştı. 

Aşiret, bu telaşın içinde yayladaki zorlu günlere kendini hazırlamıştı. Yaylaya varıldığında yükler her zamanki çadır yerlerine indirildi. Kıl çadırlar bir bir kuruldu; hayvanların geceleri kalacağı ağıllar elden geçirildi, yıkılan taş duvarlar yeniden örüldü. Bu işlerin arasında en sessiz, en uzun süren emek kadınlarınkiydi.

Kadınlar çadırların içine girip çıkıyor, sırtlarında yük, ellerinde bohçalarla durmadan çalışıyordu. Yataklar bir köşeye yığılırken çadırın içi sulanıp süpürüldü; toz toprağın yerini serin bir koku aldı. Mutfak olarak ayrılan bölüme ocak kuruldu, kap kacak dizildi. Her eşya yerini bulurken kadınların omuzlarına çöken yorgunluk daha yerini bile bulamamıştı.

Yaşlı kadınlar, dizlerinin sızısına aldırmadan çadırın dışına yayık için yer hazırladı. Taştan ya da demirden büyük ocaklar kuruldu; odunlar dizildi. Kimi eller titriyordu, kimi nefeslenmek için bir an durup ovaya bakıyordu ama kimse işini yarım bırakmıyordu. Çünkü yayla, ancak emek verilirse ev olurdu.

Kadınlar ve kızlar çadırdan evlerini düzene sokarken, çocuklar yeşillikler arasında koşturuyor, kahkahaları yorgunluğun arasına karışıyordu. Erkekler hayvanları kamyonlardan indirip ağıllara alıyor, yaya olarak daha önce gelen sürü sahipleri yeni gelenlere yardım ediyordu. Yaya çıkanlardan bazıları henüz yaylaya ulaşmamıştı. Onların kadınları ise ocakları yakmış, çadırları kurmuş; çobanları ve hayvanları, içlerinde biriken yorgunlukla birlikte sabırla bekliyordu.

Birkaç gün içinde yayla tam anlamıyla şenlenmişti. Herkes yaylaya ulaşmış; çobanlar hayvanları otlağa çıkarırken, kadınlar ve kızlar sabahın erken saatlerinden itibaren iş başı yapmıştı. Hayvanlar sağılıyor, sütler kazanlarda kaynatılıyor; tereyağı, çökelek, peynir yapılıyor, sonra da bidonlara basılıyordu.

Kızlar analarının, ninelerinin yanından ayrılmıyor; kimi yayığın başında hızla yorulmamacasına yayığı sallıyor, kimi süt kazanının başında bekliyordu. Bazıları peynirin, çökeleğin, tereyağının nasıl yapıldığını yeni yeni öğreniyor; elleri alışmasa da gözleri dikkatle izliyordu. Öğretilen yalnızca bir iş değil, yıllardır süren bir hayatın usulüydü.

Zaman zaman dereye ya da pınara iniliyor, ağır bidonlar doldurulup taşınıyor; dönüşte soluklanmadan yemek hazırlığına geçiliyordu. Gün boyu süren bu koşuşturma, akşam serinliği çöktüğünde bile bitmiyor; kadınlar yorgunluklarını bir kenara bırakıp ertesi günün işini şimdiden düşünüyordu.

Yaşlı kadın, çadırın önünde alçak bir taşa oturmuş, üç ayağa asılı yayığı ağır ağır sallıyordu. Kolları artık eskisi kadar güçlü değildi; her sallayışta omuzlarına bir sızı yayılıyor, nefesi biraz daha çabuk kesiliyordu. Başını kaldırıp yaylaya baktığında, yıllar öncesinin yaylası gözlerinin önünde canlanıyordu.

Bir zamanlar bu yokuşları sırtında yükle tırmandığını hatırladı. Ne kamyon vardı ne traktör. Atlarla, katırlarla, develerle, eşeklerle günlerce süren yolculukla Köylü Köyü’nün içinden geçerek gelirlerdi. Çocuklar daha küçüktü, kendisi daha gençti. O günlerde yorgunluk bu kadar hissedilmezdi; insan gücünü değil, mecburiyetini tanırdı. Şimdi ise her işin sonunda kemiklerine işleyen bir ağırlık kalıyordu. Bazı çadırlarda güneş enerjisiyle çalışan yayık makineleri vardı. Kolaydı, hızlıydı; ama onlardan çıkan peynirin, yağın, çökeleğin tadı, tahta yayığın verdiği lezzeti tutmuyordu. Yaşlı kadın bunu her seferinde aynı kesinlikle düşünüyordu.

“Kolaya kaçıyorlar,” diye geçirdi içinden bazıları için. Oysa o, nasıl alışmışsa öyle devam ediyordu. Tahta yayığın başında duruyor, yavaş yavaş sallıyor; çıkan yağın kokusundan, sesinden bile yılların emeğini ayırt edebiliyordu.

Bu iş yalnızca sütü yağa çevirmek değildi onun için. Emekti, sabırdı, geçmişten kalan bir izdi. Makine sessizdi; yayık ise konuşurdu. Her vuruşunda eski günleri, yollarda taşınan yükleri, sırtından düşmeyen bohçaları hatırlatırdı.

O eski usulü bırakmıyordu. Çünkü biliyordu ki bazı tatlar, ancak alın teriyle olurdu; kolay olan her şey, insanın içini doyurmazdı.

Yayığın içinden gelen tok sesle düşüncelerinden sıyrıldı. Eskiden bu sesi dinlerken akşamın ne zaman olduğunu anlamazdı. Şimdi ise her vuruş, geçen yılları sayar gibiydi. Kızlara baktı; süt kazanının başında koşuşturuyor, analarının söylediklerini dikkatle dinliyorlardı. İçinde hem bir sevinç hem de ağır bir sızı vardı. “Biz yorulduk ama iş bitmedi,” diye geçirdi içinden.

Eskiden öğrendiklerini kimse kendisine anlatmamış, bakarak öğrenmişti. Şimdi ise bildiklerini tek tek gösteriyor, yanlış yapmasınlar diye başlarında duruyordu. Hayat değişmişti; ama emek değişmemişti. Yayla yine yaylaydı, ocak yine yanıyordu. Değişen, yalnızca ellerin gücüydü.

Yayığı sallamayı bıraktı, dizlerini ovuşturdu. Gözleri yine yaylaya, yaylayı çevreleyen tepelere takıldı. “Bizden sonrası onların omzunda,” dedi içinden. Rüzgâr çadırın kenarını hafifçe kaldırırken, yaşlı kadın geçmişiyle bugünü aynı nefeste içine çekti.

Uzaktan gelen yaşlı kocasını görünce, yaylaya gelince sanki onun daha da gençleştiğini düşündü. Kamburunu çıkarmadan yürüyordu; adımları hafiflemiş, omuzları dikleşmişti. “Herhâlde yaylanın havası,” diye geçirdi içinden. Bu düşünceyle birlikte zihni başka, daha eski günlere kaydı.

Bir zamanlar ablasıyla evlenebilmek için neler çeken eniştesini hatırladı; yaylaya yakın bir köyde, Köylü Köyü’nde ve bu yaylada yaşanan o zorlu günleri… O zorlu günler geçmişti, şimdi ise ablası o köydeydi, eniştesiyle birlikte. Hayat onlara orada yaşamı hazırlamıştı ama anılar, yayla rüzgârı gibi insanın içine dolup bir türlü çıkmıyordu. Çocuklarının kimisi gurbette kimisi köydeydi. Ablası köydeki torunlarını seviyordu artık. Yaşlı kadın iyice daldı gitti eski günleri yaşamaya başladı.

Hasan askerden geleli henüz bir hafta olmuştu. Geçmiş olsun demeye gelen köylüler, akrabalar derken günler su gibi akıp gidiyordu.

Bir sabah babası Hasan’ı yanına çağırdı. Sesinde hem ciddiyet hem de alışılmış bir sükûnet vardı.

“Oğlum,” dedi, “annenin bir adağı var. Sen askerden sağ salim dönünce kesecekti. Onun için seni Yamadağı’na, dirijanlıların yaylasına göndereceğiz. Oradan bir kurbanlık alıp getirmeni istiyor.” Sonra cebinden çıkardığı parayı Hasan’ın avucuna bıraktı. “Şimdi şu parayı al, ahırdan atı çıkar. Yaylaya git, beğendiğin bir kurbanlık al da gel,” dedi.

Hasan babasının yüzüne baktı; söylenenin yalnızca bir iş değil, yerine getirilmesi gereken bir söz olduğunu anladı. Ahırdan atı çıkardı, eyeri sağlamca bağladı. Her düğümü bir kez daha yokladıktan sonra yaylaya doğru yola koyuldu. Önünde uzun ve meşakkatli bir yol vardı.

Atın nalları taşlı patikada yankılanırken Hasan, yolun kolay olmayacağını biliyordu. Yokuşlar dik, geçitler dardı; ama bu yol annesinin adağına, evin duasına çıkıyordu. Bu düşünceyle dizginleri biraz daha sıktı, atını sabırla sürmeye devam etti.

Yamadağı’nın zirvesine vardığında yayla aşağıda bütün açıklığıyla görünüyordu. Dümdüz olmasa da girintili çıkıntılı bir ova… Siyah kıl çadırlar serpiştirilmişti; kimi mor, kimi beyaz öbekler hâlinde koyunlar, keçiler, inekler yayılmıştı ovaya.

Hasan da atı da yorulmuştu. Yolda, Karslıların oradaki pınardan su içmişlerdi ama o saatler önceydi; ikisi de susamıştı. Atını hızlandırıp çadırlara yakın pınara doğru sürdü.

Pınara vardığında, bakracına su dolduran bir kız gördü. Atını yavaşlattı; kız işini bitirip gidene kadar bekledi. Ne de olsa yabancı bir erkekti, bir kızın yanına fazla yaklaşması yakışık almazdı.

Kız suyunu doldurup giderken bir an için göz göze geldiler. Gözleri yeşille mavi arasıydı. Hasan o anı fark etmeden içine çekti.

Atından indi, eğilip pınardan su içerken suyun akıp gittiği yerdeki yeşilliğe, suyun mavisine dikkat kesildi. Az önceki kızın gözleriydi sanki…

Suyunu içip atını da suladıktan sonra, hayvanı bir çalının dibine bağladı. Ardından, yakındaki bir çadıra doğru ağır adımlarla yöneldi.

Hasan çadıra yaklaştığında içerden ağır bir duman kokusu geliyordu. Kıl çadırın içine kafasını uzatıp selam verdi. İçeride, ateşin başında çömelmiş yaşlı bir adam vardı. Sakalı göğsüne kadar uzanmış, yüzü güneşten ve rüzgârdan iyice sertleşmişti. Hasan’ı baştan ayağa süzdü; ne acele etti ne de hemen karşılık verdi.

“Hoş geldin,” dedi sonunda, sesi yavaş ve ölçülüydü.

Hasan selamını aldı, diz çöküp oturdu. Yaşlı adamın bakışı üzerindeydi hâlâ. Sanki Hasan’ı değil de, niyetini tartıyordu.

“Hayırdır, buralarda ne geziyorsun” dedi yaşlı adam.

Hasan başını eğdi. “Anamın adağı var,” dedi. “Sağ salim döneyim diye dilemiş. Bir kurbanlık almaya geldim.”

Yaşlı adam ateşi karıştırdı. Bir süre konuşmadı. Sonra çadırın dışına doğru başıyla işaret etti. “Hayvan çok,” dedi. “Ama adak hayvanı her hayvan olmaz.”

Dışarı çıktıklarında yayla güneşi biraz eğilmişti. Yaşlı adam sürüyü işaret etti.

“Uzaktalar,” dedi. “Ya oraya gideceksin ya da sürünün buraya gelmesini bekleyeceksin. Ama ikisini de yapamam diyorsan, tam kurbanlık bir koç var. Küçük oğluma söyleyeyim, alıp getirsin. Ne dersin?”

Hasan yorgundu. Yolun ağırlığı hâlâ üstündeydi. Bu yüzden teklifi kabul etti.

Yaşlı adam bir an durdu, Hasan’a dikkatle baktı.

“Adın ne?” diye sordu.

“Hasan,” dedi Hasan.

Yaşlı adam gülümsedi. “Demek adaşız,” dedi. “Benim adım da Hasan.”

Yaşlı adam, “Sümbül, kızım!” diye seslendi.

Dışarıdan bir kız koşarak geldi. “Buyur baba,” dedi.

Biraz önce pınarda gördüğü kızdı bu. Hasan bir an ona baktı; fakat hem Hasan hem de kız, aynı anda başlarını yere eğdiler.

Yaşlı adam, “Kardeşine söyle buraya gelsin, sürünün yanına gidecek,” dedi.

Sümbül çadırdan uzaklaşıp, ileride arkadaşlarıyla kendi hâllerince cirit oynayan kardeşini çağırdı. Kısa süre sonra, on yaşlarındaki erkek çocuk çadıra geldi. 
Hasan dayı, “Abine kurbanlık için ayrılmış koçu verecekmişsin de al da gel,” dedi.

Aradan yaklaşık bir saat geçti. Çocuk koçu alıp çadıra döndü. Hasan hayvana dikkatle baktı; dişine, gözüne, yürüyüşüne… Babasının öğrettiği gibi acele etmedi. Koçun karşısında durdu. Hayvan sakindi, bakışı berraktı.

Hasan başını salladı. Bu olur, Hasan dayı,” dedi.

Yaşlı adam Hasan’a baktı, sonra koça. “Olur,” dedi. “Ama ucuz olmaz.”

Kısa bir pazarlık başladı. Ne çok sertti ne de gevşek. Sözler ölçülüydü; araya suskunluklar giriyor, her suskunlukta iki taraf da geri çekiliyordu. Sonunda el sıkıştılar. Yaşlı adam, Hasan’ın avucundaki paraya değil, gözlerine baktı. Hasan yanındaki paranın eksik kaldığını müsaade ederse iki güne kadar gelip getireceğini söyledi.

Tam o sırada Hasan, çadırların arasından geçen bir siluet fark etti. Başını hafifçe çevirdi. Sümbül dü bu ve yanında yaşça küçük bir kız daha vardı. Ellerinde bakraç vardı. Bu kez yürüyüşü daha yavaştı. Pınara su doldurmaya gidiyorlardı.

Kız da Hasan’ın ona baktığını fark etti. Göz göze gelmediler ama ikisi de birbirinin orada olduğunu biliyordu. Hasan’ın içinden bir şey kıpırdadı; tanımlayamadığı, adını koyamadığı bir şey.

Yaşlı adam Hasan’ın bakışını yakaladı. Hafifçe gülümsedi. “Yayla,” dedi, “adamı da hayvanı da değiştirir.”

Hasan cevap vermedi. Elindeki parayı sessizce Hasan Dayı’ya uzattı. Yaşlı adam parayı alıp cebine koyarken, “Acelesi yok,” dedi. “Ne zaman istersen getirirsin.”

Hasan, koçun bağlı olduğu ipin ucunu sıktı. Önünde adağın yolu vardı; ama yayla, fark ettirmeden başka bir kapıyı da aralamıştı. Koçu atın yanına götürdü, üzerine sıkıca bağladı ve yola koyuldu.

Bir kez daha pınarın yanından geçti. İçinden, “Pınara benzer gözlerin var, Sümbül,” dedi.

Sümbül ve kız kardeşi, arkasından Hasan’a bakarken sessizce gülüştüler.

Hasan atı ağır adımlarla sürerken, iplerin gerginliği avucunda kalmıştı. Koçun soluğu, atın soluğuna karışıyor; yol uzadıkça düşünceler de ağırlaşıyordu. Adağı vardı, niyeti belliydi. Ama insanın kalbi, niyet kadar söz dinlemiyordu.

Yaylanın rüzgârı yüzüne vurdukça, Sümbül’ün pınar başındaki hâli gözünün önünden gitmedi. Suyun berraklığıyla bakışları birbirine karışmıştı sanki. “Bir bakışla bu kadar yol alınır mı?” diye geçirdi içinden. Sustu. Kendi sesinden bile ürker gibi oldu.

At tökezleyince irkildi. Elini ipin üzerine daha sıkı bastı. Adağın yükü omzundaydı; ama gönlündeki ağırlık, koçtan da yoldan da ağırdı. Yayla, bir kapıyı açmıştı artık. Kapatmak, Hasan’ın elinde değildi.

Hasan eve vardığında güneş Kurtdede’yi aşmıştı. Kapının önüne gelince ipi çözdü, koçu usulca indirdi. Hayvan ürkmedi; sanki nereye geldiğini biliyordu.

Evin kapısını açtı. Anası, ocağın başında sessizce ekmek açıyordu. Hasan bir şey söylemedi. Sözün bu vakitte yeri yoktu. Anası koça baktı, gözleriyle sordu. Hasan başını eğdi. Bu yeterdi.

Koçu kapının önündeki dut ağacına bağladı. Bu sırada elleri titredi. İlk kez adağa durmuyordu; ama bu kez kalbi yerini şaşırmıştı. “Niyetim belliydi,” dedi içinden. “Allah bilir.”

Akşam iyice çökerken Ay da Kaleden yana yükselirken, yayladan kalan rüzgâr Hasan’ın yüreğine kadar indi. Hasan başını kaldırdı. Pınarı değil, suyu değil… Ama gözleri pınar gibi bir bakışı aradı, farkında olmadan.

Babası da komşudan gelmişti. Bir koça baktı, bir Hasan’a… “Verdiğim para yetti mi?” diye sordu.

Anlamıştı. O paraya bu koç verilmezdi.

Hasan durumu anlattı. Sözü uzatmadı, gözünü de kaçırmadı. Babası cebinden kalan parayı çıkarıp Hasan’a uzattı. “Bir ara götürüp verirsin,” dedi. “Ya da bu yana gelen olursa, onunla gönderirsin.”

Hasan parayı aldı. İçinde bir yük daha ağırlaşmıştı ama babasının sesi sakindi; mesele büyütülmemiş, yerli yerine konmuştu.

Sabah olduğunda kurbanı kesmek için yaşlıca bir komşusu gelmişti, bıçağı eline aldı. Besmeleyi dudaklarıyla değil, yüreğiyle söyledi. Çelik etle buluşurken Hasan gözlerini kaçırdı. Kan toprağa aktı; toprak sustu, gökyüzü sustu. Bir adak böylece yerine geldi.

Hasan dizlerinin üzerine çöktü. Dua etti, elini yüzüne sürdü. İçinden ne geçtiğini kendisi bile tam bilemedi. Bir ferahlık beklemişti; gelen, ağır bir sükûnetti. Bazı niyetler kabul olurdu, bazılarıysa insanın içine emanet edilirdi.

Annesi kazanı kurmuş, eti ihtiyaç sahibi komşulara dağıtmıştı. Kalanını da pilavla birlikte pişirmişti. Ekmeği zaten dünden hazırlamıştı.

Vayloğ Dede’nin düşeğinde köylülere ikram ettiler. Komşular, “Adağınız kabul olsun,” deyip birer birer dağılırken, Hasan’ın aklı çoktan yeniden yaylaya gitmenin hesabındaydı.

İki gün sonra, Hasan kahvaltı sofrasında babasına, “Ben yamaya gidip şu borcumuzu vereyim; ayıp olmasın,” dedi.

Babası, “Acelesi ne oğlum,” diye karşılık verdi. “Gelen giden biriyle gönderirsin.”

Hasan başını salladı. “Yok,” dedi, “ben götürüp elimle vereyim. Geç kalmasın, ayıp olur. Hem bana da değişiklik olur.”

Babası bir an durdu, sonra, “Peki, sen bilirsin,” dedi. “Ama yorulacaksın.”

Kahvaltıdan sonra Hasan atı hazırlayıp yola çıktı. İçinde, Sümbül’ü görecek olmanın sessiz bir heyecanı vardı. Yol, ona eskisinden daha kısa gelmişti.

Hasan yaylaya vardığında öğle güneşi tepenin üzerine oturmuştu. Çadırlar rüzgârda hafifçe kıpırdıyor, sürülerin sesi yaylanın genişliğine karışıyordu. Atını pınara doğru sürdü. Su hâlâ aynı yerinden akıyor, taşlara çarpıp berrak berrak konuşuyordu.

Hasan attan indi. Elindeki parayı cebinde yokladı. Sonra pınara eğilip suyu avuç avuç içti ve Hasan Dayı’nın çadırına yöneldi. Atını yine o çalıya bağladı. At, taze otların tadına varırken Hasan çadıra vardığında Sümbül, anası ve kız kardeşi çadırın önündeydi.

Utana sıkıla yanlarına yaklaştı. Sümbül, elindeki büyükçe kepçeyle çadırın önündeki ocakta kaynayan sütü karıştırıyordu. Hasan’ı fark edince doğruldu. Bir anlık duraksama oldu. Ne Hasan konuştu ne Sümbül. Yayla sustu; kazanda kaynayan süt konuşmaya devam etti.

Hasan şapkasını çıkarıp elinde çevirdi. “Babamın selamı var,” dedi sonunda. “Koçun kalan parasını getirdim.”

Sümbül başını salladı. “Babam burada değil,” dedi.

Sonra anasına dönüp Kürtçe, gelenin geçen gün aldığı koçun eksik kalan parasını getirdiğini söyledi. Annesi de yine Kürtçe, “Ben para işinden anlamam,” dedi. “Sen al, baban gelince verirsin.”

Sümbül, “Ben alayım, gelince babama veririm,” dedi.

Hasan Sümbül’e doğru yürürken adımlarını sayar gibiydi. Sümbül kazanın başında donmuş gibi duruyor, elini uzatıyordu. Aralarında ne mesafe vardı ne de yakınlık; ikisi de yerini biliyordu. Ama Hasan parayı uzatırken hem kendisinin hem de Sümbül’ün elleri titriyordu.

Göz göze gelmekten çekindiler. Hasan parayı Sümbül’ün avucuna bıraktı.
“Hoşça kal,” deyip hızla döndü. Adımlarını sıklaştırarak atına doğru yürüdü.

İçinden arkasına dönüp Sümbül’e bakmak geçti; ama yapamadı. Yanında anası ve kız kardeşi vardı. Olmazdı.

Hasan atına binip köye doğru hareket ederken kolunu kaldırıp el salladı. O sırada Sümbül de hafifçe ona el salladı. Bu küçük hareket hem Hasan’ın hem de Sümbül’ün yüreğinde bir kıvılcım çakmasına yetti.

Hasan atını köye doğru sürdü. Yayla geride kalıyordu ama içindeki hareketlenme dinmiyordu. El salladığı anı, Sümbül’ün tereddütle havalanan elini, bakışlarının kısa bir anlığına buluşmasını zihninde evirip çeviriyordu.

Atın nal sesleri köy yolunda yankılandıkça, Hasan’ın kalbi de aynı ritimde vuruyordu. “Bir el sallamaktan ne çıkar?” dedi kendi kendine. Ama yüreği buna inanmadı. İnsan bazen en küçük işarette, kendini ele verirdi.

Yol uzundu. Hasan gelirken yol kısa gelmişti ama şimdi öylemi yol yayladan uzaklaştıkça dahada uzuyordu sanki. Yaylanın rüzgârı arkasından esiyor, sanki onu geri çağırıyordu. Başını çevirmedi. Çevirmemesi gerektiğini biliyordu. Ama kalbi, dönüp bir daha bakmıştı bile.

Köy göründüğünde akşam serinliği çökmeye başlamıştı. Hasan derin bir nefes aldı. İçindeki kıvılcım sönmemişti; sadece yerini bulmuştu. Bundan sonra ne olacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey, yaylanın artık yalnızca bir yer değil, bir hatıra olmadığıydı. Yayla, Hasan’ın içine yerleşmişti.

Bir haftadan fazla zaman geçmişti. Hasan, her gün Sümbül’le yatıyor, Sümbül’le kalkıyordu. Yeniden yaylaya gitmek için bahaneler düşünüyor, ama bir türlü bulamıyordu.

Tam da o günlerde, bahane kendi ayağıyla geldi. Evde peynir bitmişti. Annesi,
“Yarın gidip Hatice’lerden peynir alayım,” dedi. “Onların peyniri güzel oluyor.”

Hasan annesinin söylediği sözü duyar duymaz başını kaldırdı. Peynir lafı evde çok edilirdi ama bu kez kulağına başka türlü çarpmıştı. İçinde bir yer, sanki beklediği işareti almış gibi kıpırdadı.

Belli etmedi. Sofradaki ekmeğin kenarından koparıp ağzına attı. “Yarın ben yaylaya gider oradan alırım yayla peyniri bir başka oluyor” demek geldi içinden; ama hemen söylemedi. İnsan sevinince acele ederdi, acele de insanı ele verirdi.

Gece uzun sürdü. Hasan sağdan sola döndü, soldan sağa. Yaylanın serinini, pınarın sesini, Sümbül’ün kazanın başındaki hâlini düşündü. Gözlerini kapadığında bile yayla kapanmıyordu.

Sabah gün ağarırken kalktı. Atın yemini verdi, eyerini yokladı. Daha gidip gitmeyeceği belli değildi ama o evdekilerden habersiz kendince hazırlık yapıyordu.

Kahvaltı sofrasında annesine baktı. “Anne,” dedi, sesini olabildiğince sıradan tutarak, “istersen yamaya gidip oradan peynir alayım oranın peynirinin tadı bir başka oluyor.”

Annesi bir Hasan’ın yüzüne baktı, bir de dönüp kocasının yüzüne. Bir şeyler sezmişti. Kocası da ona anlamlı anlamlı baktı, sonra Hasan’a dönerek,
“Hayırdır,” dedi, “sen yaylayı çok sevdin herhâlde?”

Hasan hemen karşılık verdi. “Yok,” dedi, “değişiklik oluyor. Hem gezmiş oluyorum, askerliğin yorgunluğunu atıyorum. Buraları özlemişim.”

Sözleri sıradandı ama sesi, yüreğindeki aceleyi ele veriyordu.

Babası, “İyi o zaman,” dedi. “Karslılar’da Mehmet Emmi ne de uğra. Zaten yolunun üzeri. Bir petek bal al; babam parasını sonra verecekmiş dersin.”

Hasan çayını hızlıca yudumladı. Daha bir şey sorulmadan ahıra yöneldi. Atına binerken içindeki aceleyi saklayamıyordu.

Annesiyle babası arkasından bakakaldılar. Birbirlerine dönüp, “Hayırdır inşallah,” dediler.

Hasan, Mehmet emmisine uğrayıp bal siparişini verdikten sonra fazla oyalanmadan yoluna devam etti. Çadıra vardığında Hasan Dayı döşeğe uzanmıştı; bir yandan çayını içiyor, bir yandan da sigarasını tüttürüyordu.

Selam verip çadıra girdi. Hâl hatır sorulduktan sonra Hasan, peynir almaya geldiğini söyledi; yayla peynirinin lezzetinden söz etti. Hasan Dayı, eşine dönüp Kürtçe, peyniri hazırlamalarını istedi.

Peynir hazır olunca Sümbül getirip çadırın önüne bıraktı, sonra sessizce anasının yanına geçti. İki Hasan vedalaşıp ayrılırken Sümbül, çadırın arkasına geçmiş atına binip giden Hasan’ın ardından bakıyordu.

Hasan dönüp çadıra doğru baktığında, bu kez ilk hareket Sümbül’den geldi. Kolunu kaldırıp hafifçe el salladı. Hasan da karşılık verdi. O an hem Hasan’ın hem de Sümbül’ün yüreğindeki kıvılcım artık tutuşmuştu.

Hasan büyük bir neşeyle köye doğru yol aldı. Hülyalara dalmıştı; bal peteğini almayı unuttuğunu fark etmedi bile. Epey yol aldıktan sonra aklına geldi, geri dönüp balı aldı.

Köye vardığında içindeki sevinç yüzüne vurmuştu. Annesiyle babasının onun bu hâlini fark etmemesi mümkün değildi.

Hasan ara sıra köyün içine iniyor, köyün küçük kahvesine uğruyor; bazen de atını eyerleyip ortadan kayboluyordu. Geç vakitlerde eve dönüyordu. Bu kayboluşların hepsi aynı yere çıkıyordu: yaylaya… Sümbül’e.

Hasan yaylaya her gidişinde yabani mor sümbüllerden toplar, Sümbül’e götürürdü. “Sümbül’e, Sümbül yakışır,” derdi.

Bir gün yine yayladayken, sürüyü otlatan ağabeyi onları bir ağacın gölgesinde konuşurken gördü. Öfkesi bir anda kabardı. Sürüyü bırakıp, omzunda asılı duran tüfeği eline alarak koşmaya başladı.

Epeyce yaklaştığında tüfeği doğrulttu ve Hasan’a ateş etti. Kurşun Hasan’ın kolunu sıyırıp geçti. Hasan acıya aldırmadı. Sümbül’ün yalvaran bakışları ve titreyen sesiyle, atına atladığı gibi oradan uzaklaştı.

Sümbül’ün ağabeyi Niyazi, Sümbül’ün yanına vardığında suratına sert bir tokat attı. Kolundan tuttuğu gibi çadıra götürdü ve olan biteni babasına anlattı.

Babası her şeyin farkındaydı. Niyazi’ye dönüp, “Sen sürünün başına git,” dedi. “İyi ki adam ölmemiş. Yoksa hapislerde çürürdün. Gerekeni ben yaparım.”

O da öfkeliydi ama öfkesini bastırmayı biliyordu. Sümbül’le sakin sakin konuştu:
“Kızım,” dedi, “beni aşirete rezil etme. Bu iş böyle olmaz. Eğer sen de istiyorsan, gelirler Allah’ın emriyle seni isterler. Biz de kısmette ne varsa onu yaparız.”

Sümbül’ün yanan yüreğine bir anlığına su serpilmişti.

Ama ağabeyi Niyazi bu işe razı olacak gibi değildi. Hasan ne Kürt’tü, ne aşirettendi; üstelik Sünni de değildi, Aleviydi.

Kurşun kolunu sıyırıp geçtiğinde Hasan ne olduğunu ilk anda anlamadı. Sıcak bir acı yayıldı, ardından uyuşukluk geldi. Atının boynuna yaslandı. Nefesi düzensizdi ama aklı yerindeydi. Geri dönmedi. Dönmenin ne demek olduğunu biliyordu.

Yayla arkasında kaldıkça kolundaki sızı kendini daha çok hissettirdi. Kan gömleğinin kolunu ıslatmıştı. Hasan, atın dizginlerini tek eliyle tutuyor, diğerini göğsüne bastırıyordu. “Geçer,” dedi kendi kendine. “Geçmesi gerek.”

Köye vardığında hava kararmaya yüz tutmuştu. Atı ahırın önünde durdurdu. Yere indiğinde başı döndü. Duvara tutunarak ayakta kaldı. Anası kapıyı açtığında yüzündeki rengi bir anda değişti. “Ne oldu sana?” dedi.

Hasan cevap vermedi. Kolunu gösterdi. Anası bir çığlık atacak gibi oldu ama sesi boğazında kaldı. Babası da yanlarına geldi. Bir bakış yetti. Bu yara yayla yarasıydı.

Anası hemen içeri aldı. Bezi ıslattı, yarayı temizledi. Hasan dişini sıktı. Acıdan değil; içindeki taşkınlıktan.

Babası sessizdi. Uzun uzun Hasan’a baktı. “Bunu yapan kim?” diye sormadı. Sormasının da bir anlamı yoktu.

Gece çökerken Hasan sedire uzandı. Kolundaki sızı dinmedi ama kalbi daha çok ağrıyordu. Gözlerini kapattığında Sümbül’ün yüzü geldi aklına. Korkmuştu. Ona bir şey olmasından korkmuştu.

Hasan, karanlığın içinde sessizce fısıldadı: “Canım kolumda değil… İçimde kaldı.”

Gece iyice bastırdığında ev sessizleşti. Anası işi gücü toparlamış, ışığı kısık bırakıp içeri çekilmişti. Hasan sedirde yarı doğrulur hâlde yatıyordu. Kolundaki sızı dinmemişti ama uykusu da yoktu.

Babası ağır adımlarla yanına geldi. Bir süre ayakta durdu, sonra sedirin ucuna oturdu. Sormadan baktı. Hasan da konuşmadı. Bu evde bazı şeyler sorulmadan bilinirdi.

Babası derin bir nefes aldı. “Kol geçer,” dedi. “İnsan bazen daha derin yerinden vurulur.”

Hasan başını eğdi. “Baba…” dedi ama devamını getiremedi.

Babası elini dizine koydu. “Yayla işi değil bu,” dedi sakin bir sesle. “Gönül işine benziyor.”

Hasan suskunluğunu bozmadı. Babasının sözleri, kendi içindekileri tek tek yerine oturtuyordu.

“Eğer gönlün varsa,” diye devam etti babası, “adam gibi durursun. Gizlisi saklısı olmaz. Gidip gelmekle, kaçamakla bu iş yürümez.”

Hasan başını kaldırdı. Gözleri doluydu ama sesi netti. “Var baba,” dedi. “Hem de bilmediğim kadar.”

Babası başını salladı. “O zaman yolunu da bilirsin,” dedi. “Bu yolun bedeli olur. Yükü olur. Taşıyabilecek misin?”

Hasan tereddüt etmedi. “Taşırım,” dedi. “Yeter ki doğru olsun.”

Babası ayağa kalktı. Kapıya yönelirken bir an durdu. “Doğru olan zordur,” dedi. “Ama insanı ayakta tutan da odur.”

Çıkıp gitti.

Hasan karanlıkta tek başına kaldı. Kolundaki acı hâlâ oradaydı ama içindeki karmaşa, ilk kez biraz olsun durulmuştu.

Sabah olduğunda babası erkenden kalktı. Güneş daha dağın eteğine yeni vuruyordu. Hasan uyanıktı; sedirde sessizce yatıyor, evin içindeki ayak seslerini dinliyordu. Babası elini yüzünü yıkadı. Sofraya oturmadan elbiselerini değiştirdi ilçeye ya da şehire giderken giydiği elbiselerini giymişti.

Anası bir şey soracak oldu, vazgeçti. O da anlamıştı. Bu sabahın sıradan bir sabah olmadığını herkes biliyordu.

Babası Hasan’ın yanına geldi. “Bugün ben Kınık’a gideceğim,” dedi. “Dedeyle görüşeceğim sonrada Karslılarda Mehmet Emmin ve İmamla konuşacağım.”

Hasan doğrulmak istedi, kolu sızladı. “Baba, ben de—” dedi.

Babası elini kaldırdı. “Sen değil,” dedi. “Bu iş büyük işi. Önce büyükler konuşur.”

Atını hazırladı. Ne acele etti ne ağırdan aldı. Yolunu biliyordu. Köyden çıkarken birkaç kişiyle karşılaştı; nereye gittiğini sormadılar. 

Kınık’a vardığında dedenin evinin önündeydi. Selamlaştılar. Dedenin elini öptü. Çay koyuldu. Uzun uzun havadan sudan konuşmadılar. Babası sözü dolandırmadı; olanı biteni olduğu gibi anlattı.

Dede bir süre sustu, sonra, “Biz kalkar kızın babasının ayağına gideriz,” dedi. “Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle isteriz. Gerisi artık onlara kalmış.”

İki gün sonra yaylaya gitmek üzere sözleştiler.

Hasan’ın babası, dedenin elini öpüp oradan ayrılırken kestirmeden Karslılar’a doğru yol aldı. Önce can dostu Kürt Memed’i buldu, onunla konuştu. Ardından mahallenin imamının yanına gittiler. Her şeyi anlattı; onların da olurunu aldı. Geç vakit köye döndüğünde, köyün yaşlıları ve ileri gelenleri hâlâ kahvedeydi.

Onların masasına oturdu. Olanları bir bir anlattı. Hepsi dinledi. “Hayır işine elbette ön ayak oluruz,” dediler. “Yeter ki iki gönül bir olsun. Sevenler birbirine kavuşsun.”

İki gün sonra Hasançelebi’den kiralanan bir minibüsle dedeyi alıp köye getirdiler. O gün kahvede konuştukları büyükleri de yanlarına aldılar. Karslılar’a doğru yola çıktılar. Orada Mehmet’i ve imamı da minibüse alıp, hep birlikte yayla yoluna düştüler.

Minibüs yayla yoluna saptığında hava serinlemişti. Dağların gölgesi uzamış, rüzgâr otların arasından sessizce geçiyordu. Yol boyunca kimse yüksek sesle konuşmadı. Herkes, yapılacak işin ağırlığını biliyordu.

Yayla göründüğünde minibüs yavaşladı. Çadırlar birer birer seçilmeye başladı. Hasan Dayı’nın çadırının önünde durdular. Kapılar açıldı. Önce dede indi. Ardından imam, köyün büyükleri ve Hasan’ın babası.

Çadırın önünde kısa bir duraksama oldu. İçeriden bir hareket sezildi. Hasan Dayı dışarı çıktı. Kalabalığı görünce durdu, selam verdi. Selam alındı. Söz söze eklenmeden, herkes yerini bildi.

Dede öne çıktı. Bastonunu toprağa dayadı. “Selamünaleyküm,” dedi.
“Aleykümselam,” diye karşılık verildi.

İmam hafifçe öksürdü, sözü dede aldı: “Biz buraya hayır işi için geldik. Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle, kızınız Sümbül’ü oğlumuz Hasan’a istemeye geldik.”

Çadırın içi sessizliğe büründü. Sadece rüzgârın sesi vardı. Hasan Dayı başını öne eğdi. Bir süre konuşmadı. Bu suskunluk, cevaptan ağırdı.

Sonra yavaşça başını kaldırdı. “Hoş geldiniz,” dedi. “Sözünüz ağır, niyetiniz belli. Biz de büyüklere danışmadan söz vermeyiz.”

İçeri buyur ettiler. Minderler serildi. Çay kondu. Kimse çayına dokunmadı. Gözler birbirine değiyor, sonra yere iniyordu.

Hasan Dayı sözü yeniden aldı: “Bu iş sadece iki gencin işi değil. Aşiretin, soyun, yolun işi. Biz cevabımızı acele vermeyiz.”

Dede başını salladı. “Biz aceleye gelmedik,” dedi. “Helâle geldik. Bekleriz.”

Söz burada kaldı. Ama yaylada artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.

Kürt Mehmet söze girdi “Biz sana emanet bir gönül meselesi için geldik,” dedi.
İmam da “Bizim oğlanın gönlü senin kıza düşmüş. Biz bunu saklamaya değil, adam gibi konuşmaya geldik. Bu arada senin oğlanla onun arasında bir şeyler geçmiş biz hepsini unuttuk”

Hasan Dayı başını öne eğdi. “Biz de farkındayız,” dedi. “Ama kolay iş değil.”

Babası sakinliğini bozmadı. “Kolay diye yola çıkılmaz,” dedi. “Doğru diye çıkılır. Eğer kız da razıysa, biz Allah’ın emriyle isteriz. Değilse oğlanı da ben durdururum.”

Hasan Dayı derin bir nefes aldı. “Kız razı,” dedi. “Ama önümüzde aşiret var, oğlanlar var.”

Babası gözünü kaçırmadı. “Ben kimsenin kavgasına gelmedim,” dedi. “Helâle geldim. Gerisi kaderin işi.”

Çay soğudu. Söz ağırdı. Ama iki taraf da yerini biliyordu.

Dede ve imam ayağa kalkarken, “Biz sözümüzü söyledik,” dedi. “Cevabı bekleriz.”

Yayladan inerken esen sert rüzgâr minibüsü sarsıyordu. Yol boyunca kimse konuşmadı; her biri kendi içine çekilmişti. Karslılar’a vardıklarında Mehmet onları eve davet etti. Orada hazırlanan yemeği yediler, bir süre sohbet ettiler.

“Artık bekleyeceğiz,” dediler. “Sabır da bu işin imtihanıdır.”

Minibüs oradan ayrılıp herkesi köyüne bıraktığında, Hasan babasının gelişini ve getireceği haberi dört gözle bekliyordu. İçinde korku da vardı, umut da. Ama artık biliyordu: Bu yol, yarım bırakılacak bir yol değildi.

Niyazi bacısını istemeye geldiklerini haber almış sürüyü kardeşine bırakıp çadıra gelmiş ama içeri girmemişti. İsteme kalabalığı yayladan ayrıldıktan sonra Niyazi’nin içi daha da daraldı. Çadırın önünde bir ileri bir geri yürüdü. Ayaklarının altındaki toprağı ezdikçe öfkesi dinmek yerine kabarıyordu.

“Böyle olmaz,” dedi kendi kendine. “Bu iş burada bitmez.”

Onun için mesele yalnızca Sümbül değildi. Aşiretin adı, yolun yolu, insanların sözü vardı. Hasan ne Kürt’tü, ne aşirettendi. Üstelik Sünni de değildi, Aleviydi. Niyazi bunları düşündükçe, kalabalığın gelişini bir hayır işi değil, bir meydan okuma gibi görüyordu.

Babası çadırdan çıktığında Niyazi durdu. “Baba,” dedi, “bu işe razı olamazsın.”

Babası yüzüne sertçe baktı. “Sesini indir,” dedi. “Burası yayla.”

Niyazi susmadı. “Silahı çektim, vuramadım,” dedi. “Şimdi kalkmışlar, istemeye geliyorlar. Yarın herkes ne der?”

Babası ağır ağır konuştu. “Bugün herkes bir şey der,” dedi. “Yarın alışır. Ama sen bir adamı öldürseydin, buna kim alışırdı?”

Niyazi başını çevirdi. Çenesi kilitlenmişti. “Ben namusumu düşündüm,” dedi.

Babası gözlerini ondan ayırmadı. “Namus,” dedi, “kızın gönlünü hiçe saymak değildir. Namus, hakkı bilip zulme bulaşmamaktır.”

Niyazi yumruklarını sıktı. “Ben buna razı değilim,” dedi. “Bu evlilik olursa, ben yokum.”

Babası derin bir nefes aldı. “Olur da olmaz da,” dedi. “Ama bu iş artık senin öfkenle yürümez.”

Niyazi cevap vermedi. Çadırdan uzaklaştı. Giderken arkasına bakmadı.

Yaylada rüzgâr yeniden esti. Bu kez serin değildi; yakıcıydı. Niyazi’nin içindeki yangın da dinmemişti.

Ertesi gün babası erkenden hazırlandı. Yaylada söz söze eklenmişti artık; susmak çözüm değildi. Aşiretin ileri gelenlerinin çadırına doğru yürürken adımlarını ölçülü attı. Bu yol, yüksek sesle değil, ağır sözle yürünürdü.

Çadırın önünde selam verdi. İçeri buyur ettiler. Yaşlılar yerlerine oturmuştu; yüzlerinde merak kadar temkin de vardı. Çay kondu. Kimse acele etmedi. Babası olan biteni baştan sona anlattı. Kurşunu saklamadı, gönlü de. Hasan’ın niyetini, Sümbül’ün rızasını, büyüklerin istemeye gelişini bir bir söyledi. Sözünü bitirdiğinde çadır sessizliğe gömüldü.

Yaşlılardan biri boğazını temizledi. “Yol ayrıdır,” dedi, “ama gönül de Allah’tandır.”

Bir diğeri başını salladı. “Kan dökülmeden bu iş buraya gelmişse,” dedi, “demek ki bir hayır kapısı var.”

Babası sesini yükseltmedi. “Ben kimsenin adını, yolunu incitmeye gelmedim,” dedi. “İki gencin yükünü büyüklükle taşımaya, sizden de rızalık almaya geldim.”

Sözler ağır ağır yerini buldu. En sonunda aşiretin sözü geçen büyüğü konuştu: “Niyazi’yi çağırın,” dedi.

Niyazi çadıra girdiğinde yüzü sertti. Gözleri yerdeydi ama öfkesi ayaktaydı. Babası ona bakmadı; büyükler baktı. Bu bakış, tokattan ağırdı.

“Niyazi,” dedi yaşlılardan biri, “silah senin elindeydi ama kan dökülmedi. Bu da senin hayrın.”

Bir başkası ekledi: “Öfkeyle yapılan iş, adamı yalnız bırakır.”

Niyazi dişlerini sıktı. “Ben aşiretimi düşündüm,” dedi.

Büyüğün sesi netti: “Aşiret, adaletle ayakta durur. Zulümle değil.”

Bir süre daha konuşuldu. Yol konuşuldu, töre konuşuldu, yarın konuşuldu. Niyazi’nin omuzlarındaki yük ağırlaştıkça sesi kısıldı. En sonunda başını kaldırdı.

“Ben karşı durursam,” dedi, “bu iş düzelmez.”

Babası ilk kez ona döndü. “Düzelmeyen iş, inatla tutulandır,” dedi. “Bizim işimiz düzeltmek.”

Niyazi uzun bir nefes aldı. “Ben istemesem de,” dedi, “büyükler uygun görüyorsa… söz dinlerim.”

Bu, razılığın yüksek seslisi değildi. Ama yetiyordu.

Çadırdan çıkıldığında yaylanın rüzgârı hafiflemişti. Babası yürürken başını kaldırdı. Yol hâlâ uzundu ama artık önü açıktı. Niyazi geride kaldı; düşünceli, sessiz, ama öfkesi kırılmıştı. Bu iş, artık tek bir yüreğin değil, birçok yüreğin meselesiydi.

Akşamüstü yaylada hava durulmuştu. Sümbül çadırın önünde oturuyor, elindeki yünü eğiriyordu. Gözleri işindeydi ama gönlü başka yerdeydi. Babasının ağır adımlarla yaklaştığını fark ettiğinde başını kaldırdı.

Babası karşısına oturdu. Uzun süre konuşmadı. Sümbül’ün yüreği ağzına geldi. “Kızım,” dedi sonunda, “büyükler konuştu. Yol bulundu.”

Sümbül’ün eli titredi, ip koptu. “Ne demek baba?” diyebildi ancak.

Babası gözlerini kaçırmadan konuştu: “İsteme olacak. Allah’ın izniyle… Söz kesilecek.”

Sümbül bir an nefes almayı unuttu. Gözleri doldu ama ağlamadı. Yalnızca başını eğdi.
“Razıyım baba,” dedi kısık bir sesle.

Aynı saatlerde Hasan köydeydi. Babası eve girdiğinde Hasan ayağa kalktı. Bir şeylerin değiştiğini anlamıştı. “Otursana,” dedi babası. “Bu sefer haberim var.”

Hasan’ın kalbi hızlandı. “Büyükler konuşmuşlar, Mehmet’e de haber salmışlar oda telefonla muhtarı arayıp beni çağırttı.” dedi babası. “Yol açıldı. Söz kesmeye gideceğiz.”

Hasan’ın yüzüne bir anlık şaşkınlık, ardından derin bir sevinç yayıldı. Kolundaki yara sızladı ama umurunda değildi. “Allah razı olsun baba,” dedi. Başka da bir şey diyemedi.

O gece iki ayrı yerde, iki ayrı yürek aynı sevinçle uyuyamadı.

Söz günü kararlaştırıldı. Köyde fısıltı yayıldı. Kadınlar gün saymaya başladı, erkekler kahvede konuştu. Kim ne getirecek, kim önde yürüyecek, kim sözü kesecek… Her şey yerli yerine konuyordu.

Hasan’ın evinde bir telaş vardı. Anası bohçaları havalandırıyor, komşular yardıma geliyordu. Babası sessizdi ama yüzü aydınlıktı. Bu, onun için de ağır ama doğru bir yoldu.

Yaylada da hazırlıklar başladı. Sümbül’ün çeyizi evden getirildi, sandıktan çıkarıldı. Anası her parçayı eline alıp bir an duruyor, sonra yerine koyuyordu. Kürtçe “Kız evinden kız çıkıyor,” diyordu. “Kolay mı?”

Söz kesme günü geldiğinde yayla bir başka sabaha uyandı. Rüzgâr bile daha yumuşak esiyordu. Bu kez gelenler silahla değil, sözle geliyordu. Önde büyükler, arkada umutlar…

Çadırdan içeri girildiğinde Sümbül ve diğer kadınlar komşu çadırda bekliyordu. Sümbülün kalbi göğsünü zorluyordu. İmamın ve Dedenin sesi duyuldu. Dualar edildi. Kahveler dağıtıldı.

Ve söz kesildi. 

O an, Hasan’ın yaylada topladığı mor sümbüller gibi, her şey yerli yerine kondu.

Bu artık bir bekleyiş değil, bir yola çıkıştı.

Düğün günü yayla daha gün doğmadan uyandı. Çadırların önünde ateşler yakıldı. Kazanlar kuruldu. Süt, et, bulgur; ne varsa ortaya kondu. Kadınlar sabah serinliğinde kollarını sıvadı, erkekler odun taşıdı. Yayla, o gün yalnızca bir yer değil, bir bayramdı.

Güneş yükseldikçe kalabalık arttı. Atlılar geldi, yayanlar geldi. Uzak köylerden tanıdık yüzler belirdi. Selamlar verildi, eller sıkıldı. Herkesin dilinde aynı söz vardı: “Allah mesut etsin.”

Sofralar uzun uzun kuruldu. Yer sofrasıydı; yan yana, omuz omuza. Pilav kazanlardan taşar gibiydi. Etin buharı yaylanın rüzgârına karıştı. Ayran testilerden aktı. Ekmekler elden ele dolaştı. Kimse kimin nereye oturduğunu sormadı; yer bulan oturdu, yer bulamayan ayakta kaldı. O gün kimse dışarıda değildi.

Hasan kalabalığın içinde durdu. Üzerinde en temiz giysisi vardı. Kolundaki yara çoktan kabuk bağlamıştı. Yüzünde hem mahcubiyet hem sevinç vardı. Babası yanına yaklaştı, omzuna hafifçe dokundu. “Bugün ağır gün,” dedi. “Ama hayırlı.”

Sümbül çadırın arkasındaydı. Başında örtüsü, elleri kınalıydı. Kadınların arasında sessizce duruyor, olup biteni dinliyordu. Gülüşmeler, türküler, dualar birbirine karışıyordu. Anası kulağına eğildi: “Bak kızım,” dedi, “bu sofra senin kısmetinin bereketi.”

Öğleye doğru davul sustu, söz alındı. Büyükler dua etti. Eller semaya kalktı. Rüzgâr hafifledi, sanki yayla da dinliyordu. “Âmin”ler yayılıp dağlara çarptı.

Sonra yeniden hareket başladı. Gençler halaya durdu. Yaşlılar gölgede oturup olan biteni seyretti. Çocuklar koştu, güldü. Yayla, bir günlüğüne bütün dertlerini unutmuş gibiydi.

Hasan ile Sümbül birbirlerine uzaktan baktılar. Ne konuşabildiler ne de yaklaşabildiler. Ama bakış yetti. O bakışta, bekleyişin sonu, yolun başlangıcı vardı.

Gün akşama dönerken sofralar toplandı. Ama yaylada kalan şey yemek değil, bereketti. O gün herkes doymuştu; kimi pilavla, kimi etle… Kimi de iki gencin kavuşmasına şahit olmanın huzuruyla.

Yayla, o akşam sessizleşti. Ateşler sönmüş, kazanların dumanı dağılmıştı. Ama yayla artık bir şey biliyordu: Bu düğün, sadece iki kişiyi değil, birçok yüreği birleştirmişti.

Yayla, o akşam sessizleşti. Ateşler sönmüş, kazanların dumanı dağılmıştı. Ama yayla artık bir şey biliyordu: Bu düğün, sadece iki kişiyi değil, birçok yüreği birleştirmişti.

Niyazi de her şeyi kabullenmişti. İçindeki öfke yerini ağır bir suskunluğa bırakmıştı. Bacısının yanına geldi, bir an durdu; sonra Sümbül’ü alnından öptü.
“Yolun açık olsun,” dedi kısaca. O öpücük hem helallikti hem vedâ.

Sümbül, büyüklerin ellerini tek tek öptü. Herkesle göz göze gelmeye çalıştı, sesini alçaltarak ama yüreği dolu dolu konuştu. “Yarın köyde düğünümüz var,” dedi. “Hepinizi bekleriz.”

Vedalaşmalar uzadı. Sarılmalar sessizdi. Yayladan köye inen yol, o gece her zamankinden daha uzun görünüyordu. Ama artık kimse bu yolun önünde durmuyordu.

Sümbül, annesi ve kız kardeşi ile birlikte o gece Hasan’ın halasının evinde kaldılar.

Köy, sabahın erken saatlerinde uyandı. Davulun tok sesi dağın yamacına çarpıp geri döndü; zurnanın ince sesi evlerin arasından geçerek herkesi ayağa kaldırdı. Kapılar birer birer açıldı. Kadınlar kazanların başına geçti, erkekler meydanda toplanmaya başladı.

Hasan’ın evi o gün başkaydı. Avluda kalabalık eksik olmuyor, gelen gidenin ardı arkası kesilmiyordu. Hasan tıraşını olmuş, temiz gömleğini giymişti. Aynaya her bakışında yüzünde aynı ifade vardı: Hem şaşkınlık hem sevinç. Babası yanına geldi, omzuna elini koydu. “Bugün düğün günü oğlum,” dedi. “Dik dur.”

Sümbülün ailesi de yayladan gelmişti, hep beraber muhtarın evine gittiler, burada resmi nikah kıyıldı. Alkışlar, dualar, hayırlı olsun sesleri arasında Hasan’ın baba evine doğru yola çıktılar.

Gelinin yolu göründüğünde davul zurna daha bir coştu. Sümbül, beyazlar içinde sokağın girişinde belirdi. Başını hafif eğmişti ama yüzündeki ışık gizlenmiyordu. Köyün kadınları etrafını sardı; dualar, fısıltılar, gözyaşları birbirine karıştı.

Meydanda sofralar kuruldu. Uzun tahta masalar yan yana dizildi. Etli pilav, keşkek, ayran… Herkes bir tabak tuttu, kimse aç kalmadı. Yaşlılar gölgede oturup olan biteni izledi; gençler halaya durdu. Toprak titredi, köy güldü.

Niyazi uzaktan bakıyordu önce. Sonra kalabalığa karıştı. Hasan’la göz göze geldiler. Bir an durdu, başını salladı. Hasan anladı. Aralarında söze gerek yoktu artık.

Akşamüstü güneş eğildiğinde, dede nikâhı da kıyıldı. Allah mesut mutlu etsin bir yastıkta kocayın sözü duyulduğunda meydanda bir alkış koptu; sanki köy nefesini bırakmıştı. Sümbül’le Hasan yan yana duruyordu. Omuz omuza. Aynı yola bakarak.

O gün köyde sadece bir düğün olmadı. O gün, yıllarca konuşulacak bir birleşme oldu.

Formun Üstü

Formun Altı

Yaşlı kadın küçük bir çocuğun pirê, pirê (Nene) diye bağırışlarıyla o eski günlerden bugüne dönmüştü, kocası da yanına gelmiş “Ne düşünüyorsun koca karı, yine dalmış gitmişsin“ dedi.

Yaşlı kadın gülümsedi. Torunu yine bağırdı: “Pirê! Pirê!”

Yaşlı kadın kollarını açtı. Çocuk gelip dizlerine yaslandı. Yaşlı kadın onun saçlarını okşarken elleri titremedi artık; yılların yükü, yerini sükûnete bırakmıştı.

Kocası da yanına oturdu sessizce. Bir zamanlar bu yaylada başlayan yol,
şimdi Köylü Köyünde Hasan’la Sümbül’ün nefesinde devam ediyordu.

Ve hayat, her şeye rağmen, yerini bulmuştu.

 

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar