DEDEM HEM ANNEM HEM BABAM OLDU

Sinan’ın annesi Emel, her sabah erkenden kalkar, gözlerindeki yorgunluğu saklayamadan evlere temizliğe giderdi. Babası Hasan ise, iş bulmuşsa çalışır, bulamamışsa kahveye gider, gün boyu kâğıt oynar ya da kendi deyimiyle “fayans dizerdi.” Evdeki yük annesinin omuzlarına yığılmıştı, babası ise bu yükten uzak durmayı adet edinmiş gibiydi.
Annesi işe gitmeden önce Sinan’ı babasına emanet ederdi, ama içten içe oğlunu yalnız bırakacağını bilirdi. Sinan, annesinin kapıdan çıkarken arkasına dönüp bakışlarını yakalar, o bakışlarda hem endişeyi hem de çaresizliği görürdü. Bazen şansı yaver gider, annesi onu yanında götürebilirdi. Başka evlerin içinde, deterjan kokuları arasında oturur, annesinin bir yandan temizlik yaparken bir yandan ona göz kulak oluşunu izlerdi. Ama çoğu gün, babasının kahveye gitmek için evden çıkışını sessizce seyreder, yalnız kalmanın ağırlığını küçük yüreğinde taşırdı.
Emel, bu hayatın böyle sürüp gidemeyeceğini biliyordu ama elinden bir şey gelmiyordu. Yıllardır aynı döngü içinde, aynı çaresizlikle yaşamaya alışmıştı. Oysa zamanında babasının ve annesinin bütün itirazlarına kulak asmamış, Hasan’ı sevdiğini söyleyerek onunla evlenmişti. Annesi ise kızının bu seçiminden dolayı hep kaygı duymuş, her geçen gün yüreği biraz daha daralmıştı. Sonunda, üzüntüsüne dayanamayarak bir yıl önce hayata gözlerini yummuştu.
Bir gün evde kaldığında Emel, Sinan’ın birkaç parça eşyasını topladı, küçük bir çantaya yerleştirdi. Ardından elinden tuttuğu oğluyla birlikte, baba evinin bulunduğu ilçeye giden minibüslerin kalktığı garaja gitti ve biletini aldı. Yol boyunca meraklı gözlerle annesine bakan Sinan, “Nereye gidiyoruz anne?” diye sordu. Emel ise oğlunun gözlerini okşarcasına bakarak, “Deden seni özlemiş, onu görmeye gidiyoruz,” dedi. Oysa gerçek bambaşkaydı. Dedesi bugüne kadar onları ne aramış ne de sormuştu. Hatta eşini kaybettikten sonra kızına karşı duyduğu kırgınlık ve öfke daha da artmıştı.
Kapının önünde beliren kızını ve yanındaki küçük çocuğu gören yaşlı adam, yıllardır içine biriktirdiği kırgınlık ve öfkeye rağmen kapıyı ardına kadar açtı. Karşısında biri kendi kanından olan kızı, diğeri ise masum torunuydu. Emel, gözyaşları içinde babasının elini öptü, titreyen sesiyle yaptığı hatalardan ötürü pişmanlığını dile getirerek ondan özür diledi. Sinan’ı kucağına alan dedesi, torununun sıcaklığını hissederken kızının içini döken sözlerini sessizce dinledi. Sonunda derin bir nefes alarak, “Peki kızım… şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu.
Emel, gözyaşlarını silerek babasına içini döktü. Birkaç gün Sinan’ın yanında kalmasını istedi; kendisi de bu süre içinde Hasan’dan boşanmak için gerekenleri yapıp geri dönecek, ardından oğlunu alarak hayatına yeni bir yön verecekti. Babası, bu sözleri derin bir hüzünle dinledi. Gözleri nemlenmiş, sesi titremişti. “Sen bilirsin kızım,” dedi, “ama unutma… baba evinin kapısı sana her zaman açık. İstersen hayatını burada da devam ettirebilirsin.”
Sinan ise odanın bir köşesinde, dedesinin annesine sarılışını hayranlıkla izliyordu. İlk kez annesinin yüzünde umuda benzeyen bir ifade görmüş, dedesinin sıcaklığına sığınmanın güvenini hissetmişti. Küçük kalbi, uzun zamandır ilk kez biraz olsun huzura kavuşmuştu.
Sinan’a ve babasına sarılıp doya doya onları öptükten sonra kapıya çıkarak evine dönmek için ilçe garajına gözleri yaşlı olarak giderken aklından onlarca düşünce geçiyordu.
Akşama doğru eve dönen Emel, Hasan’ın hâlâ gelmediğini gördü. Sessizce sandığın başına geçti; kendine ait birkaç parça elbiseyi çantasına yerleştirdi. Ardından, yıllardır gizlice biriktirdiği paraları ve düğününde takılan altınlarını çıkarıp çantasına koydu. Öfkeyle kapıyı sertçe çarpıp evden çıktı.
Hasan, hava karardığında eve geldi. Kapı önünde ışıkların yanmadığını fark etti. Önce kapıyı çaldı, sonra yumrukladı. Bir süre sonra kapının zaten aralık olduğunu anladı. Hızla içeri girip lambaları yaktı, odaları tek tek dolaştı. Ama ne Emel’den ne de Sinan’dan eser vardı.
Kafasında bir şimşek gibi çaktı: “Hayır, bu olamaz… Emel! Beni bırakıp gider mi sandın? Ve Sinan’ı da alıp… nereye?” İçinde öfke, korku ve çaresizlik bir arada dalgalanıyordu. Yatağın boşluğuna bakarken düşündü: “Oğlumu da götürmüş… şimdi ne yapacağım?”
Kafası karmakarışık, düşünceler arasında boğulmuş bir halde yatağa uzandı. Yorgunluk sonunda zihnini ele geçirip onu uyuttu.
Ertesi sabah kahveye uğrayarak borç para aldı ve Emel’i bulmak için, onun gideceğini tahmin ettiği yer olan kayınbabasının evine doğru yola çıktı. Ancak oraya vardığında beklediği karşılığı bulamadı. Kayınbabası, soğuk bir sesle, Emel’in birkaç gün sonra geleceğini ya yanında kalacağını ya da Sinan’ı alıp nereye olduğunu bilmediği bir yere gideceğini söyledi.
Hasan’ın içinde fırtınalar hâlâ dinmemişti. Sinan’ı yanına alıp dönse ne yapacaktı? En iyisi, çocuğun dedesinin yanında kalmasıydı. “Emel’i bulunca gelip alırım,” diye geçirdi içinden.
Günler geçti, fakat Emel’den hâlâ hiçbir haber yoktu. Ne arkadaşlarından ne tanıdıklarından ne de bildiği hiçbir yerden izine rastlayabiliyordu. Emel, sanki yer yarılmış da içine girmiş gibi kayıplara karışmıştı.
Babası da Emel geri dönmeyince iyice meraklanmış, damadına haber göndermişti. Fakat ondan da aynı cevabı aldı: Emel’den hiçbir iz yoktu. İçine bir endişe çökmüştü. Şimdi yanındaki küçücük torunuyla baş başa kalmıştı. Gün boyu gözlerini torununun yüzünden ayıramıyor, bir yandan da ne yapacağını kara kara düşünüyordu.
Torununa ne annesi sahip çıkıyordu ne de babası. Annesi çoktan kayıplara karışmış, babası ise arayıp sormaz olmuştu. O küçücük canın bütün yükü artık onun omuzlarına binmişti. Yaşlı kalbi torununun masum gözleriyle karşılaştıkça hem umutla çarpıyor hem de derin bir hüzne gömülüyordu.
“Ey oğlum, bu çocuğu nasıl yalnız bırakırsın? Ey kızım, nereye gittin de yavrunu ardında bıraktın?” diye içinden söyleniyor, dudaklarını ısırarak gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu. “Bu yaşlı halimle ben mi bakacağım şimdi sana, yavrucak? Ama korkma… Seni bırakmam. Ne olursa olsun sana sahip çıkacağım.”
Dedesi Arif, artık Sinan’ın tüm sorumluluğunu omuzlarına almıştı. Kızının, oğlunu almaya bir daha gelmeyeceğini iyice anlamıştı. İçini hem bir hüzün hem de kararlılık kaplamıştı; artık Sinan onunla, güvende olacaktı.
Bir gün torununun elini tutarak pazara gittiler ve oradan ona birçok kıyafet seçip aldılar. Sinan, yeni kıyafetleriyle bambaşka bir hâl almış, annesini ve babasını bir kez daha sorar olmuştu. “Yeni kıyafetlerimi onlar da görsün istiyorum,” diyordu hemen her gün dedesine, onların ne zaman geleceğini merak ederek. Arif, başlarda “Yarın gelirler, haftaya gelirler” gibi sözlerle geçiştiriyordu; ama her defasında torununun gözlerindeki umudu ve hayal kırıklığını gördükçe, artık yalan söylemek istemediğini anladı.
Sonunda, derin bir nefes alarak Sinan’a baktı ve yavaşça söyledi: “Artık gelmeyecekler, oğlum. Bundan sonra birlikte yaşayacağız. Ben hep yanında olacağım.” Sinan’ın gözlerinde önce şaşkınlık belirdi, sonra da güven dolu bir ışık. Arif, torununu kucaklarken, küçücük kalbinde hem sorumluluğun ağırlığını hem de koruma isteğinin verdiği huzuru hissetti.
Arif, torunu Sinan’a gözü gibi bakıyordu. Bugüne kadar biriktirdiği emekli maaşını onun için harcıyor, bir dediğini iki etmiyordu. Arif’in emekli maaşı şimdilik ikisine de yetiyordu; yemeklerine, içmelerine, günlük ihtiyaçlarına fazlasıyla yetiyordu.
İçinden sık sık geçiriyordu: “Ne olursa olsun, bu çocuk aç kalmayacak. O benim torunum ve ben onu koruyacağım. Kendi geçmişimden biliyorum, yalnız kalmak ne demek… “Onu asla böyle bırakmayacağım.” Her harcama, her alınan kıyafet ve yiyecek, Arif için sadece maddi bir ihtiyaç değil, torununa duyduğu sevginin, koruma isteğinin ve geleceğe dair umudunun bir göstergesiydi.
Aylar ve yıllar hızla geçiyordu. Sinan, ilkokula başlama yaşına gelmişti. Arif, kızının getirdiği çantayı o zamandan beri ilk defa açıyordu; torununun nüfus cüzdanını arıyordu. Sonunda çantanın gözünde nüfus cüzdanını buldu. Yanında bir de zarf vardı.
Emel’in yıllar önce yazdığı ve açıldığında bambaşka şeyler umduğu zarfı, Arif nihayet açıp okuduğunda bunun kendisine yazılmış bir mektup olduğunu gördü. Kızı, artık kocasını görmek istemediğini, ondan olan oğlundan da yüreği paramparça olsa da ayrı kalmak istediğini anlatıyordu. Mektupta, oğlunu önce Allah’a, sonra da babasına, yani Arif’e emanet ettiğini yazmıştı.
Arif’in gözleri doldu, kalbi acıyla sıkıştı. Ama içinde aynı anda güçlü bir sevgi de kabardı. Torununa duyduğu sorumluluk, bütün yüklerin üzerinde ağır basıyordu. Mektubu titizlikle yeniden zarfın içine koydu, sanki emaneti geri yerine bırakır gibi çantanın gözüne yerleştirdi. Sonra nüfus cüzdanını aldı, çantayı usulca kaldırıp gardırobun üzerine bıraktı. O an, sessizlik içinde sadece kendi derin nefes alışları yankılanıyordu.
Nüfus cüzdanını eline alıp odaya girdiğinde, Sinan televizyon izliyordu. Cüzdanı ona göstererek, “Bak oğlum, yarın seni ilkokula yazdıracağım. Okuma yazma öğrenecek, büyük bir adam olacaksın,” dedi.
Sinan başını televizyondan kaldırdı, gözleri büyüyerek dedesine baktı. “Gerçekten mi, dede?” diye sordu heyecanla. Arif’in yüzünde hem kararlılık hem de gurur vardı; minik torununun gözlerindeki ışık, tüm yorgunluğunu alıp götürüyordu. İçinden sessizce geçirdi: “Evet oğlum, senin için her şeyi yapacağım. Artık kendi ayakların üzerinde durmayı öğreneceksin.”
Sinan küçük elleriyle cüzdanı sıkıca tuttu ve “Ben büyüyünce sana yardım edeceğim, dede!” dedi. Arif’in kalbi bir kez daha sevgi ve umutla doldu; bu an, torunuyla paylaştığı en değerli anlardan biri olmuştu.
Okulların açıldığı gün, dedesinin elinden tutarak neşeyle okul yolunda yürüyordu. Kimi öğrenciler, arkadaşlarıyla güle oynaya gidiyordu. Onun gibi okula yeni başlayanlar ise ya annelerinin ya da babalarının ellerini sıkı sıkı tutmuşlardı. Bazı öğrenciler ise ağlıyor, okula gitmek istemediklerini belli ediyorlardı.
Okulun bahçesine girdiklerinde, veliler ve öğrencilerden oluşan kalabalık bir topluluk vardı. Öğretmenler, çocukları sınıflarına göre sıraya dizmişti. Yeni gelen öğrenciler sıraya giriyor, ilk kez başlayacak olanlardan bazıları ise ağlıyor ya da mızmızlanıyordu. Velileri, onları teskin etmeye çalışarak yanlarında sıraya girmişti. Bu öğrenciler sınıflarına da velileriyle birlikte girdiler.
Dedesi, Sinan’a dönüp, “Benim de gelmemi ister misin?” diye sordu.
Sinan ise, “Ben kendim giderim, orada bir sürü yeni arkadaş da edineceğim,” dedi.
Dedesi gülümseyerek, “Okul dağılırken seni kapıda beklerim, eve birlikte döneriz,” diye karşılık verdi.
Okulun kapısında dedesini gördüğünde Sinan’ın yüzü ışıl ışıl parladı. Yeni arkadaşlarının arasından ayrılıp sevinçle koştu, dedesinin elini sımsıkı tuttu. Nefesi heyecandan kesilmiş gibiydi; okulda yaşadıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı. Dedesinin gözleri gururla doldu, sırtındaki çantayı almak istedi. Fakat Sinan, küçük bir gülümsemeyle başını sallayarak, “Ben taşırım dedeciğim,” dedi. O an, Arif için torununun büyüdüğünü görmek hem hüzünlü hem de gurur verici bir andı.
Dedesi her sabah erkenden kalkıyor hem kendisine hem de Sinan’a kahvaltı hazırlıyordu. Sinan üzerini giyinip çantasını sırtına taktıktan sonra dedesi onun elinden tutuyor, birlikte okula gidiyorlardı. Okul dağıldığında ise dedesi kapıda bekliyor, torununu alıp eve dönüyordu.
Akşam olduğunda sofrayı dedesi kuruyor, bazen Sinan da ona yardım ediyordu. Yemekten sonra dedesi sofrayı toplayıp bulaşıkları yıkarken, Sinan derslerinin başına oturuyor, öğretmeninin verdiği günlük ödevleri yapıyordu.
Günler böylece akıp giderken, sömestr tatili geldiğinde dedesi Sinan’ı sinemaya, oyun parklarına götürüyordu. Sinan, dedesinin yanında kendini güvende ve mutlu hissediyor, gözlerindeki sevinç hiç eksilmiyordu. Akşam olduğunda ise bazen dedesinin yanına oturup ona kitaplar okuyor, bazen ders çalışıyor, bazen de birlikte televizyon izleyip gülüşüyorlardı. Ev, Sinan’ın neşesiyle dolup taşıyor, dedesinin kalbi de bu mutlulukla ısınıyordu.
İlkokulu iyi bir dereceyle bitirip ortaokula geçen Sinan, dedesinin en büyük gurur kaynağı olmuştu. Ancak yıllar geçtikçe dedesi de yavaş yavaş yaşlanmaya başlamıştı. Sinan, derslerden arta kalan zamanlarında dedesine daha çok yardımcı oluyor, ev ve yemek işlerinde elinden geleni yapıyordu.
Lise yıllarında dersler daha yoğun olsa da o hem zekâsı hem de çalışkanlığı sayesinde sınıflarını zorlanmadan geçiyordu. Son yılın ikinci döneminde ise dedesine dönerek, polis olmak istediğini söyledi ve onun fikrini sordu. Dedesiyse gülümseyerek, “Hangi mesleği istiyorsan, hangi işi benimseyip severek yapacaksan, bence en uygun olanı odur,” diye karşılık verdi.
Polis Akademisi’ni dereceyle kazanan Sinan, mezuniyetini de üstün bir başarıyla tamamlamıştı. Akademi yıllarında dedesinden uzak kalsa da, tatillerde ve fırsat bulduğu her an soluğu dedesinin yanında alıyordu.
Mezuniyet töreninin ardından dedesiyle birlikte şehrin en güzel restoranlarından birine gittiler. İçeri adım attıklarında, genç ve zarif bir kız yanlarına gelerek nazikçe selam verdi. Sinan, kız arkadaşını dedesine tanıtırken gözleri mutlulukla parlıyordu. Kız hafifçe utansa da samimi bir gülümsemeyle elini uzattı; dedesinin gözlerindeki gurur ve merak hemen fark ediliyordu.
Samimi bir ortamda yemeklerini yerken Sinan, dedesine kız arkadaşının da akademiden mezun olduğunu, birlikte okuduklarını ve birbirlerini sevdiklerini anlattı. Evlenmek istediklerini, kız arkadaşının anne ve babasının bu şehirde yaşadığını, kendisinin onlarla tanıştığını ve ailenin bu ilişkiyi memnuniyetle karşıladığını da söyledi. Son olarak, heyecan ve saygı karışımı bir sesle, “Dedem, eğer sen de uygun görürsen, görev yerlerimize atanmadan önce evlenmek istiyoruz,” dedi.
Dedesi, torununun bu sözleri karşısında gözleri dolarak hafifçe gülümsedi. Sinan’ın omzuna dokunup, “Senin mutluluğun, benim en büyük gururum,” dedi. O an, restoranın sıcak atmosferinde üçü de sessiz bir mutluluk içinde birbirine bakıyordu.
Sinan’ın kız arkadaşı Derya, oturduğu yerden kalkarak Arif’in elini büyük bir saygıyla öptü. Arif de Derya’yı alnından öperek, “Hayırlısı olsun,” dedi.
Dedesi ile iki gün boyunca polis evinde kalan Sinan, Derya’nın ailesiyle görüştü. Bir gün belirledikten sonra evlerine giderek, dedesi aracılığıyla Derya’yı anne ve babasından istediler.
Birkaç gün içinde nişan yüzükleri takılan genç çift, düğün hazırlıklarına bir an önce başlamak için sabırsızlanıyordu. Dedesi, Sinan’ı orada bırakıp memlekete gitmek üzere yola çıkacağını söyledi ve bir hafta içerisinde döneceğini ekledi. Ayrıca, düğün hazırlıklarını maddi yönden herhangi bir çekince duymadan organize etmesini, her konuda kendi inisiyatifini kullanmasını öğütledi.
Arif memlekete gittiğinde, yıllarca emek vererek elde ettiği büyük arazisini ve evini satılığa çıkardı. Ev ve arsa kısa sürede alıcı bulmuştu. Eşyalarını bir depoya yerleştiren Arif, bundan sonra huzurevinde kalmayı planlıyordu. Parayı bankaya yatırıp torununun yanına dönmek ise onun için tarifsiz bir rahatlama ve mutluluk anlamına geliyordu.
Sinan’ın yanına döndüğünde ertesi sabah birlikte bankaya gittiler. Arif, parayı torununa uzatırken gözleri hafifçe doldu. Sinan şaşkınlıkla, “Bu parayı nereden buldun, dede?” diye sordu.
Arif başını hafifçe sallayıp, sessiz ama kararlı bir sesle konuştu:
“Koca evde tek başıma ne yapayım? Bu yaştan sonra bana ev, arsa, para gerekmez. Emekli maaşım yeter. Ömrümün kalanını huzurevinde geçireceğim. Senin ve Derya’nın geleceği için yapmam gereken buydu.”
Sinan’ın gözleri doldu, boğazı düğümlendi. “Öyle şey olur mu, dede? Ben Derya ile daha önce her şeyi konuştum. Benim için nelere katlandığını anlattım. Dedem bundan sonra bizimle yaşayacak, dedim. O da bu şartlarımı bilerek evlenme teklifimi kabul etti,” dedi.
Arif, torununun sözlerini duyunca hafifçe gülümsedi, omzuna dokundu. “Senin mutluluğun, benim için her şeyden daha değerli,” dedi. O an, ikisinin arasında sessiz ama derin bir anlayış ve sevgi bağı oluşmuştu; yılların emeği, fedakârlığı ve aile sevgisi bir anda hissedilir olmuştu.
Düğünleri yapılan Sinan ve Derya, büyük bir mutluluk içindeydi. Dedesini polis evinde bırakarak birkaç günlüğüne balayına gittiler. Döndüklerinde tayin yerleri belli olmuştu; ikisi de eş durumu nedeniyle aynı şehre atanmıştı. Artık görev yerlerine gitmek üzere hazırlıklarına başlamışlardı ve yeni hayatlarının heyecanını birlikte paylaşmanın sevincini yaşıyorlardı.
Atandıkları şehre gelen Sinan, Derya ve dedeleri, kendilerine uygun bir ev kiralayarak yeni yaşamlarına başladılar. Dedelerinin verdiği para ile gerekli eşyalarını almış, evlerini kendi küçük dünyalarına uygun hâle getirmişlerdi.
Torunu ve gelini sabahları görevlerine giderken, Arif kendi odasında, istediği saatte uyanıyor, sakin bir kahvaltının ardından ya parka ya da kahveye gidiyordu. Orada edindiği arkadaşlarıyla sohbet ediyor, sessiz ve huzurlu anların tadını çıkarıyordu.
Eve erken döndüğü akşamlar, akşam yemeğini hazırlıyor, torununa ve gelinine yardımcı olarak onlarla birlikte vakit geçirmeye çalışıyordu. Yine de bazı günler, Sinan ve Derya’nın mesai saatlerinin belirsizliği yüzünden evde yalnız kalıyordu. Bazı geceler torunu, bazı geceler gelini, bazı gecelerde ise ikisi birden yoktu. Bu yalnızlık zaman zaman sessiz bir hüzün getirse de Arif her zaman onları düşündü; onları korumak ve desteklemek için gösterdiği sevgi, onun yaşamına anlam katıyordu. Evdeki sessizlik, sadece boş bir oda değil, sevgiyle dolu bir bekleyişin sessizliği hâline gelmişti.
Üç kişi tüm zorluklara rağmen mutlu bir şekilde yaşıyorlardı. Sinan bir gün görevde iken yol kontrolüne çıkmış durdurdukları otobüs ve özel araçlardaki vatandaşların kimliklerini alarak bilgilerini kontrol ediyorlardı.
Polis memuru, bir otobüsten topladığı kimlikleri kontrol için bilgisayar başındaki komiser Sinan’a verdi. Sinan, kimlikleri rutin bir şekilde incelemeye başladı. Her isim ve detay normal görünüyordu… ta ki pembe bir kimliği eline alana kadar.
Emel adında bir kadına aitti. Baba adı Arif, anne adı Sakine ve nüfusa kayıtlı olduğu il de kendi doğum yeri… Sinan bir an için donup kaldı. “Acaba… olamaz…” diye geçti içinden. Kalbi sıkıştı, gözleri fotoğrafa takıldı. Yıllar sonra beklenmedik bir şekilde karşısına çıkmıştı; hatırladığı o genç kadın şimdi gerçekten burada mıydı?
Yerinden kalkıp kadını görmek, yüzüne bakmak istedi. Ama mantığı durdurdu onu. “Sakin ol, önce durumu kontrol et,” diye düşündü kendi kendine. Kimliğin arkalı önlü fotoğrafını çekti, diğer kimlikleri de kontrol etti. Polis memuruna geri verdiğinde, yüzünde sakin bir ifade vardı ama zihni fırtınayla doluydu.
“Emel… Bu yıllar içinde neler yaşadı, ne oldu? Ben neredeydim, o neler çekti?” diye geçirdi içinden. Sessizlik içinde, geçmişle bugün arasında bir köprü kurmaya çalışıyordu. Bu tesadüf, yılların unuttuğu anıları ve duyguları bir anda yeniden canlandırmıştı. O kimlik kartının fotoğrafını çekmişti ama bundan dedesine bahsetmeli miydi?

































