SON DAKİKA
İrfan BAŞARANOĞLU

TAKSİCİ MAHMUT

TAKSİCİ MAHMUT
A- A+

Saat gece yarısını gösterdiğinde durağın telefonu çalmaya başladı. Telefonun bir ucunda Taksici Mahmut, diğer ucunda ise diliyle kelimeler arasında kavga eden bir müşteri vardı. Söylenenler öyle net değildi ama Mahmut, bu konuşmanın bir adres sormak için değil, bir taksi çağırmak için yapıldığını mesleki tecrübesiyle hemen anlamıştı.

Adres desen, ortada yoktu. Ama müşterinin oldukça alkollü olduğu ve çıkmış olduğu birahanenin adını, tüm çabalara rağmen, gururla tekrar tekrar söylediği belliydi. Zaten buna da gerek yoktu. Mahmut orayı avucunun içi gibi biliyordu. Çünkü birahaneden çıkan ve ayakta durmakla yürümek arasında kararsız kalan müşteriler, genellikle oradaki durağın reklam tabelasındaki numarayı arar, kaderlerini gelen taksi şoförüne teslim ederlerdi.

Mahmut verilen adrese geldiğinde, duvara yaslanmış, yerçekimiyle şahsi bir mücadelenin içinde olan orta yaşlı bir adam gördü. Arabayı yanaştırıp camı indirdi. “Beyefendi, taksiyi siz mi istemiştiniz?” diye sordu.

Adam uykulu gözlerle birini değil, sanki hayatı süzer gibi baktı. Gözlerini zar zor araladı. “Ne taksisi… ben mi istedim?” dedi. Birkaç saniyelik derin bir sessizlikten sonra aniden aydınlandı: “Ha evet… ben istedim.”

Mahmut, müşterinin taksiye doğru yönelmesini bekledi. Bekledi… Bekledi… Ama müşteri duvarla olan dostluğunu bozmaya hiç niyetli değildi. Bu manzara Mahmut’a yabancı değildi. İçinden “Bırak git, dön durağa” dedi ama vicdanı el vermiyordu. Sonunda arabadan indi, müşteriyi nazikçe ama kararlı bir şekilde taksiye bindirdi.

“Nereye gideceğiz?” diye sordu Mahmut. “Sen devam et,” dedi müşteri, “adres birazdan geliyor.”

Taksi ağır ağır ilerleyip ana caddeye çıktığında Mahmut bir kez daha sordu. Cevap yoktu. Dikiz aynasından baktığında, müşterinin tamamen uykuya daldığını gördü. Adam arka koltukta yan yatmış, dünyayla tüm ilişkilerini kesmişti.

Mahmut, kaza yapmamak için arabayı kenara çekti. Arka kapıyı açtı, uyandırmaya çalıştı, adres sordu… Ama nafile. Adam sanki günlerin uykusuzu gibiydi. “Şimdi bunu indirip kaldırıma mı yatırayım?” diye düşündü. İçi elvermedi. En sonunda “Ne hâlin varsa gör” deyip direksiyona geçti ve misafiriyle birlikte durağa döndü.

Durağa vardığında Selim’in de müşteriden döndüğünü gördü. Onu yanına çağırdı. İkisi birlikte sarhoş yolcuyu arabadan indirip durağın önündeki banka yatırdılar. “Yaz günü,” dediler, “biraz uyusun, kendine gelir.”

Bu sırada Selim dayanamayıp söylendi: “Mahmut abi, senin şu insancıl hâllerin var ya… bir gün seni fena hâlde yakacak. Niye alıyorsun böylelerini arabaya?”

Mahmut omuz silkti. “O da insanoğlu,” dedi. “Ne yapayım, sokak ortasında mı bıraksaydım?”

Zaten Mahmut, buna benzer olaylarla az karşılaşmamıştı. Taksi direksiyonunda kilometre sayacı ile birlikte ömür sayacını doldururken hafızasında da buna benzer insan hâllerini biriktiriyordu.

Gün ağarmaya yakın, müşteri nihayet kendine gelmeye başladı. Uzandığı banktan doğrulup kalktı, etrafına bakındı; nerede olduğunu, nasıl buraya geldiğini anlamaya çalışıyordu. Bir süre öylece durdu, sonra derin düşüncelere daldı. Belli ki geceyle arasında sessiz bir hesaplaşma başlamıştı.

Bu sırada durakta o gece nöbetçi olan Mahmut’la Selim, birkaç müşteriye gidip gelmiş, şimdi de içeride televizyon izleyerek gecenin son demlerini sayıyorlardı. Mahmut, müşterisini ayakta görünce yanına gitti.

“Günaydın, nasılsınız?” dedi.

Adam, uykunun son kırıntıları hâlâ yüzünden akarken, “Günaydın… ama ben burada ne geziyorum?” diye sordu.

Mahmut olan biteni baştan sona anlattı. Adam başını önüne eğdi, mahcup bir edayla özür diledi. Ardından, gece bir türlü veremediği adresi bu kez tane tane söyledi.

Tanyeri ağarırken yeniden taksiye bindiler. Ama bu kez şartlar değişmişti. Müşteri arka koltuğa değil, ön koltuğa oturdu. Sanki gece yaşananlardan ders almış, hayata ve direksiyona daha yakın olmayı seçmişti. Taksi, sabahın serinliğinde müşterinin evine doğru yol alırken, Mahmut’un içinden “En azından bu sefer adresi biliyoruz,” diye geçirdiği kesindi.

Taksi, sabahın serinliğinde sessizce ilerlerken sokaklar yeni güne hazırlanıyordu. Dükkân kepenkleri yarım aralık, fırınlardan ekmek kokusu yükseliyor, şehir uykudan ağır ağır uyanıyordu. Ön koltuktaki yolcu camdan dışarı bakıyor, sanki her geçen sokağı dün geceden kalan bir pişmanlık gibi geride bırakıyordu.

Mahmut direksiyona hâkim, yolu biliyor olmanın rahatlığıyla sürüyordu. Kısa bir sessizlikten sonra müşteri, hafifçe başını eğip mırıldandı:

“Demek insan bazen eve gitmek için bile birinin direksiyonuna ihtiyaç duyuyormuş…”

Mahmut gülümsedi. “Önemli olan,” dedi, “sabah olunca yolu hatırlamak.”

Taksi evin önünde durdu. Müşteri teşekkür edip indi, bu kez ayakta ve uyanıktı. Mahmut vitesi bire alıp gaza basarken, bir gecelik sarhoşluğun sabahında geriye kalan şeyin, yine insanlık ve biraz da vicdan olduğunu düşündü.

Durağa vardığında diğer arkadaşları da gelmişti. Çaylar demlenmiş, ortadaki sehpaya mütevazı ama gönül doyuran bir kahvaltı sofrası kurulmuştu. Herkes sehpanın etrafına oturmaya hazırlanıyordu. Selim ise taksiyi çoktan devretmiş, eve doğru yol almıştı.

Mahmut’u gören arkadaşları şaşırdı. “Hayırdır Mahmut abi,” dediler, “sen gece nöbetçi değil miydin? Burada ne geziyorsun?”

Mahmut’a da sofrayı işaret ettiler. O, gülümseyerek teşekkür etti. “Bir çay içeyim yeter,” dedi, “sonra eve gideceğim.”

Çayından bir yudum alırken, gecenin ona yaşattıklarını kısa kısa anlattı. Anlatırken herkes güldü, Mahmut ise sadece başını salladı; onun için bu hikâyeler artık işin fıtratındandı. Çayını bitirdi, bardağı sehpaya bıraktı ve direksiyonun başına geçip eve doğru yol aldı.

Arabayı devredeceği ikinci bir şoförü yoktu. Bu yüzden gece nöbetçi kaldığında taksiyi eve götürürdü. Bazen de direksiyonun başına oğlu geçerdi. Ama Mahmut artık eskisi gibi değildi; yaşı epey ilerlemiş, gece gündüz direksiyon sallamaktan yorulmuştu.

Aklında hep aynı soru vardı: Taksi ya oğluna kalacaktı ya da bir şoför tutulacaktı. Şoför demek, kazancın yarısının gitmesi demekti. Oğluysa fabrikada çalışıyordu; gerçi onun gece vardiyası yoktu, hep gündüzleri çalışırdı. Yine de izinli olduğu zamanlarda ya da Mahmut gece nöbete kalmak istemediğinde, soluğu durakta alırdı.

Mahmut direksiyonu çevirirken içinden geçirdi: “Demek ki benim yüküm sadece direksiyon sallamak değilmiş… bazı kararları vermekte epey ağır geliyor.”

Mahmut evinin bulunduğu sokağa girerken, yol kenarında yürüyen oğlu Kerim’i gördü. Ayağını gazdan çekti, arabayı yavaşlattı ve camı indirerek onu yanına çağırdı. “Kerim,” dedi, “akşam bize uğra. Seninle konuşacaklarım var.”

Kerim, babasının yüzündeki ciddiyeti fark etti ama bozuntuya vermedi. “Olur baba,” dedi, “akşam gelirim.”

Sonra saatine baktı, fabrikaya yetişme telaşıyla el sallayıp yoluna devam etti. Kerim’in evi de zaten babasının evinin bulunduğu sokaktaydı; biri direksiyonla, diğeri vardiya ziliyle aynı hayata tutunuyordu.

Mahmut arabayı evin önüne çekerken, az önce kurduğu cümlenin ağırlığını hissetti. Akşam yapılacak konuşma, sıradan bir baba-oğul muhabbeti olmayacaktı; belli ki direksiyon kadar hayatın da el değiştirme vakti yaklaşıyordu.

Mahmut elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltısını yaptı ve fazla oyalanmadan yatak odasına geçti. Akşama kadar deliksiz bir uyku çekti; sanki bütün gecenin yorgunluğunu tek seferde ödemek ister gibiydi.

Akşam uyandığında evden tencere sesleri geliyordu. Eşi akşam yemeğini hazırlıyordu. Mahmut daha sofraya oturmadan kapı zili çaldı; gelen Kerim’di.

Yemekten önce Mahmut’la Kerim karşılıklı oturdular. Bir süre sessiz kaldılar. Sonra Mahmut söze girdi. Yaşının epey ilerlediğini, artık emeklilik vaktinin kapıyı çaldığını söyledi. Bu konuda oğlunun fikrini almak istiyordu. Önlerinde iki seçenek vardı: Ya taksiyi satacaklardı ya da bir şoför bulacaklardı.

İkinci seçenek ikisi için de pek iç açıcı görünmedi. Şoför demek, kazancın yarısının gitmesi demekti; üstelik direksiyon yine Mahmut’un aklında kalacaktı. Uzun uzun düşündüler. Sonunda Mahmut, biraz daha çalışmaya devam etmeye, ardından uygun bir zamanda taksiyi satıp tamamen emekliliğin tadını çıkarmaya karar verdi. Kerim de bu karara başıyla onay verdi.

O akşam konuşulanlar yüksek sesle söylenmedi belki ama ikisi de şunu biliyordu: Direksiyon hâlâ Mahmut’taydı, ama yolun sonuna artık eskisi kadar uzak değillerdi.

Aradan günler geçmişti. Mahmut, her geçen gün emeklilik günlerinin bir an önce gelmesini daha da sabırsızlıkla bekler olmuştu. Yine de alışkanlık kolay bırakmıyordu; her sabah evden çıkıyor, doğruca durağın yolunu tutuyordu.

O sabah da evden çıkmış, evinin bulunduğu sokağı dönmüştü ki ileride bir kalabalık dikkatini çekti. Ayağını gazdan çekip yavaşladı. Yerde yatan yaşlı bir adam vardı; etrafındaki insanlar ne olduğunu anlamaya, bir şeyler yapmaya çalışıyordu ama kimse tam olarak ne yapacağını bilmiyordu.

Mahmut arabayı kenara çekip indi. Hiç düşünmeden, oradakilerden yardım isteyerek yaşlı adamı arabasına bindirdi ve en yakın hastanenin yolunu tuttu. Kimse ondan bunu istememişti. Zaten Mahmut, beklemezdi; onun insancıl hâli hep böyle zamanlarda devreye girerdi.

Hastanede yaşlı adamın ailesine de haber verdi. Onlar gelince içi biraz olsun rahatladı. Sonra tekrar direksiyonun başına geçti ve sanki sıradan bir iş yapmış gibi durağın yolunu tuttu.

Mahmut için bu, kahramanlık değildi. Direksiyon salladığı onca yılın ona öğrettiği bir şey vardı: Bazı yolculuklar para için değil, insanlık içindi.

Mahmut, oğlu ile konuşup anlaştıkları gibi taksiyi satmak üzere duraktaki arkadaşlarına ve tanıdıklarına haber salmış, bir yandan da emeklilik için gerekli işlemleri yapmaya başlamıştı. Artık emeklilik günleri sayılıydı.

Zaman zaman taksiyi almak için gelenler oluyordu. Arabayı inceliyor, sorular soruyor, direksiyonun başına geçip kısa bir tur atıyorlardı. Ama konu paraya gelince işler değişiyordu. Kimse Mahmut’un emeğinin, yılların yorgunluğunun karşılığı olan bedeli vermek istemiyordu.

Mahmut her seferinde aynı sakinlikle dinliyor, başını sallıyor, sonra da içinden “Bu araba sadece demirden ibaret değil,” diyordu. “Bunda geceler var, sabahlar var, insanlık var.” Emeklilik yakındı ama direksiyonun değeri hâlâ pazarlık konusu oluyordu.

Bir gece bir müşterisini bırakmış, durağa dönüyordu. Yol kenarında duran üç kişi el kaldırınca yavaşlayıp durdu. Gidecekleri yeri söylediler. İki kişi arka koltuğa, biri ön koltuğa oturdu. Gidecekleri yer şehrin biraz dışındaydı.

Mahmut yola koyuldu. Yanında oturan adamın yüzüne her baktığında içinde açıklayamadığı bir huzursuzluk büyüyordu. Adam bir yandan yolu tarif ediyor, bir yandan arka koltuktakilerle alçak sesle konuşuyor, arada bir de onlara anlamlı anlamlı göz kırpıyordu. Mahmut’un içi iyice sıkıldı.

Şehrin ışıkları geride kalmış, yol sessizleşmişti. Çevrede ne ev vardı ne de bir yerleşim yerine işaret eden tek bir ışık. Tam bu sırada önde oturan adam bir yol ayrımını gösterdi. “Burada dur,” dedi. “İneceğiz.”

Mahmut arabayı kenara çekti. Etraf zifiri karanlıktı. Motorun sesi bile gecenin içinde fazla geliyordu. Yolcuların inmesini beklerken taksimetreye göz attı, ödemeyi bekledi.

O an oldu. Önde oturan adam belinden bir bıçak çıkardı. Soğuk metal, Mahmut’un karnına doğru bastırıldı. “Sesini çıkarma,” dedi adam, fısıltıya yakın bir sesle.

Aynı anda arkadaki iki kişi de şoför kapısını açmıştı.

Mahmut’un kalbi göğsüne sığmıyordu. Yıllardır direksiyon başındaydı, nice sarhoş, nice huysuz müşteri görmüştü ama böylesini ilk kez yaşıyordu. Aklından bir an için eşi, oğlu, yarım kalan emeklilik hayalleri geçti.

Soğukkanlı olmaya çalıştı. Ellerini yavaşça direksiyonun üzerinden çekti.

“Ne istiyorsunuz?” diyebildi, sesi titremesine rağmen.

Gece suskundu. Yol karanlıktı. Ve Mahmut, yıllarca insanlık yaptığı direksiyonun başında, şimdi hayatta kalmanın yolunu arıyordu.

“Cebindeki paraları istiyoruz,” dediler.

Mahmut karşı koydu. Vermek istemedi. Belki gururdan, belki emeğini üç beş serseriye teslim etmeyi içine sindiremediğinden… Direndi. Ön kapıyı açan adamlardan biri yumruk savururken, Mahmut karnında soğuk bir metalin varlığını hissetti.

Sonra bir kez daha… Bir kez daha…

Soğuk metal karnına girip çıkıyordu. Mahmut’un bedeni koltukta ağırlaşırken, oturduğu o koltuk yıllarını geçirdiği, evinin nafakasını çıkardığı, ekmeğini kazandığı o koltuk yavaş yavaş kırmızıya boyanmaya başladı.

Başı yana düştü. Gözleri yarı aralıktı. Sesler uzaklaşmış, zaman ağırlaşmıştı. Adamlar onun ceplerini boşaltıyor, torpidoyu karıştırıyor, ardından bagajı açıp hızla gözden geçiriyorlardı. Mahmut artık karşı koyamıyordu.

Bir süre sonra işleri bitmişti. Aceleyle arabadan uzaklaştılar. Ayak sesleri karanlığın içinde kayboldu. Gece yine sessizliğine büründü. Mahmut son nefesini vermişti.

Sabah bahçesine doğru giden bir çiftçi karşısında gördüğü manzaraya şaşkın şaşkın bakıyordu. Yol kenarında bir taksi duruyordu. Direksiyon başında, ömrünü yollara vermiş kanlar içerisinde bir adam… Ve kanla susmuş bir gecenin sabahı.

Üzerindeki ilk şaşkınlığı atlatan çiftçi hemen cep telefonunu çıkararak jandarmaya haber verdi. Kısa bir süre sonra, sabahın sessizliğini delen siren sesleri duyulmaya başladı. Yarım saat geçmeden jandarma ve ambulans olay yerine ulaştı.

Ambulanstan inen sağlık görevlileri, Mahmut’un yanına geldiklerinde artık yapabilecekleri bir şey olmadığını anladılar. Hayat, yıllarını yollarda geçirmiş bir taksi şoförünü sessizce terk etmişti.

Mahmut’un cansız bedeni, gerekli işlemler yapılmak üzere adli tıp kurumunun morguna götürüldü. Yol kenarında duran taksi ise, sanki sahibini bekler gibi yolun kenarında kaldı. Sahibi yerine bir çekici gelmiş incelenmek üzere onu jandarmanın garajına çekmişti

O gece, bir direksiyon daha sahipsiz kaldı. Ve bir ev, bir taksi durağı sabaha eksik uyandı.

Sabah henüz ağarmamıştı. Evin telefonu uzun uzun çaldı. Mahmut’un eşi, uykuyla uyanıklık arasında ahizeyi kaldırdığında karşıdan gelen resmî ses, söylediği birkaç kelimeyle evin içini bir daha hiç toparlanamayacak şekilde susturdu.

“Eşiniz Mahmut Bey’le ilgili bir durum var…”

Devamını duymadı. Dizlerinin bağı çözüldü. Telefon elinden kaydı. O evde yıllarca geceleri beklenen adam, artık bir daha o kapıdan girmeyecekti.

Annesi Kerim’e haber verdiğinde Kerim fabrikadaydı. O sabah vardiya zili her zamankinden daha sert çalmıştı sanki. Koşarak çıktı. Yol boyunca babasının yüzü gözünün önünden gitmedi; direksiyon başındaki hâli, sabahları sokağın başında karşılaşmaları, “Akşam uğra” deyişi…

Adli tıp kurumunun soğuk koridorlarında babasının cansız bedenini gördüğünde, Kerim ilk kez ağladı. Ne çocukken ne askere giderken… Ama o gün, direksiyon başında geçen bir ömrün sessizce bittiğini anlayınca tutamadı kendini.

Cenazede durak doluydu. Esnaf, şoförler, gecenin tanığı olan insanlar…

“İyi adamdı,” dediler. “Kimseyi yolda bırakmazdı.” “İnsandı.”

Mahmut’un taksisi incelemelerin ardından durağın otoparkına çekilmişti ve şimdi tabutun arkasından sessizce bakıyordu. Taksinin şoför koltuğunda artık kimse oturmuyordu ama hatıralar hâlâ sıcaktı.

Kerim, günler sonra taksinin anahtarını eline alamadı. Anahtarı babasının duraktaki arkadaşlarına verdi; taksiyi istedikleri gibi satmalarını istedi. Ona ait olmayan bir direksiyonun başına geçmek istemiyordu artık.

Duraktan ayrılırken derin bir nefes aldı. Gökyüzüne baktı.  “Baba,” dedi içinden, “Sen yolu gösterdin… ama insanlar göremedi.”

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar