KARİYER


Levent, başını çizimini yapmakta olduğu projeden kaldırarak dosyayı eline aldı ve pencerenin yanına gidip bitişikteki parkı seyretmeye başladı.
Bir yandan elindeki dosyayı gözden geçiriyor, diğer yandan da parktaki ağaçları ve çiçekleri izliyordu. Aniden karar vererek odasından çıktı, sekreterinden bir fincan kahve istedi. Kahvesini de alarak aşağıya indi ve hemen bitişikteki Portakal Çiçeği Parkı'na yöneldi.
Parka vardığında derin bir nefes alarak temiz havayı ve çiçek kokularını içine çekti. Yakındaki bir banka oturup kahvesini bankın kenarına bıraktıktan sonra yanında getirdiği dosyayı incelemeye koyuldu.
Öğlene kadar bu projeyle uğraşmış, yorulmuş ve biraz da sıkılmıştı. Bu yüzden kendini bu huzurlu parka atma gereği duymuştu. Zaten ne zaman içi daralsa ya da yorgun hissetse, soluğu burada alırdı.
Proje, büyük bir firmaya ait bir gökdelen tasarımıydı. Ortağı Serdar’ın yurt dışında olması nedeniyle tüm yük Levent’in omuzlarına kalmıştı.
Dosyayı bir kenara bırakarak arkasına yaslandı. Kahvesinden bir yudum alırken bir yandan gelip geçen insanları izliyor, bir yandan da düşüncelere dalıyordu.
İzmir’de yaşayan anne ve babasını düşündü. Gözleri uzaklara dalarken, Serdar’ın bir an önce yurt dışından dönmesini ve projeyi birlikte tamamlamalarını diliyordu. Serdar gideli bir hafta olmuş ve bugünlerde dönmesi gerekiyordu.
Levent ile Serdar, üniversite yıllarında çok iyi arkadaş olmuşlardı. Mezun olduktan sonra Ankara’ya gelmiş, Serdar’ın babasına ait şirkette birlikte çalışmaya başlamışlardı. Kısa süre sonra Serdar’ın babası şirketi oğluna devretmiş, Serdar da Levent ile ortak olmuştu. O günden bu yana yedi yıldır şirketi birlikte yönetiyorlardı.
Şirkette, Levent ve Serdar'dan daha genç birçok mimar, mühendis ve büro personeli çalışıyordu.
Levent, bir yandan projelerle ilgilenirken bir yandan da şirketin yönetim sorumluluğunu üstlenmişti. Özellikle şu an elinde bulunan proje gibi büyük ve önemli projeleri Serdar’la birlikte hazırlıyor, ardından bunları şirketin mimar ve mühendislerine vererek tamamlamalarını sağlıyordu. Projeler hazırlandıktan sonra hep birlikte kontroller yapıyor, istişarelerde bulunuyor ve son hâlini verdikleri projeleri hayata geçiriyorlardı.
Ancak bu yoğun tempo zaman zaman Levent’i bunaltıyor, onu alışkanlık haline getirdiği gibi parkta soluklanmaya zorluyordu.O an da yine aynısı olmuştu; biraz nefes almak, zihnini boşaltmak için kendini Portakal Çiçeği Parkı’na atmıştı.
Arkasına iyice yaslanıp kahvesinden bir yudum daha aldı. Tam o sırada aşağıdan yukarıya doğru yürüyen, şık giyimli, sarışın bir kadının yaklaşmakta olduğunu fark etti. Kadın, bankın yanından geçerek parkın üst kısmına çıkan merdivenlere yöneldi. Güneş gözlüklerinin ardından Levent’e dikkatlice bakmış, hatta geçerken göz ucuyla onu süzmüştü.
Levent, otuz yaşında, uzun boylu, atletik yapılı ve yakışıklıydı. Henüz evlenmemişti ve çevresindeki kadınların dikkatini çekmeye alışkındı.
Tam kahvesinden son bir yudum alıp kalkmak üzereydi ki arkasından bir çığlık duydu. Hemen dönüp baktığında az önce geçen kadının merdivende oturduğunu ve dizinin kanamakta olduğunu gördü. Parkta başka kimse olmadığı için tereddüt etmeden yardımına koştu.
Kadının adı Füsun’du. Parkın üst kısmındaki Hoşdere caddesi üzerinde bulunan özel bir bankada müdür yardımcısıydı. Öğle arasında alt kısımdaki lüks restoranda yemeğini yemiş, şimdi bankaya dönüyordu. Merdiveni çıkarken gözü Levent’te olduğundan dikkatini kaybetmiş, ayağı burkulmuş ve yere düşmüştü. Topuğunun bir tanesi parke taşlarının arasına sıkışıp kırılmış, dizini de fena hâlde yaralamıştı.
Levent hemen yardım etmeyi teklif etti. Hemen yakındaki şirket binasına götürmeyi, orada dinlenmesini ve gerekli müdahalenin yapılmasını önerdi. Füsun’un o anda Levent’e çevirdiği deniz mavisi gözleri, genç adamın dikkatini çekti.
Levent, onun koluna girerek ağır adımlarla şirkete doğru yürüdü. Füsun adım attıkça canı yanıyor, Levent ise bunu yüzündeki ifadeden anlıyordu.
Şirket kapısında durumu gören güvenlik görevlisi ve danışmadaki genç kadın hemen koşarak gelmiş, Füsun’u en yakın koltuğa oturtmuşlardı. Bu sırada Levent, güvenlik görevlisine parkta bıraktığı dosyayı getirmesini ve çevreyi kontrol etmesini söyledi. Görevli dosya için yola çıkarken Levent de arabasını çalıştırıp Füsun’u en yakın hastaneye götürdü.
Hastane girişinde, tekerlekli sandalyeye alınan Füsun, görevliler tarafından hemen acil servise götürüldü. Levent yaklaşık bir saat boyunca orada bekledi. Sonunda, Füsun’un bir gün hastanede kalması gerektiği bilgisi verildi. Tedavisi tamamlandıktan sonra odasına çıkarılan Füsun’un eşyalarını Levent getirip teslim etti.
Füsun, çantasından çıkardığı telefonla önce ailesine, ardından bankadaki yetkililere haber verdi. Küçük bir kaza geçirdiğini, bugün hastanede kalacağını ve yarın ise evde dinleneceğini bildirdi.
Levent, Füsun’un anne ve babası hastaneye gelene kadar yanında kaldı. Ailesi geldiğinde ise geçmiş olsun dileklerini iletip hastaneden ayrıldı. Füsun ve ailesi, Levent’in gösterdiği yakın ilgi ve yardımseverliği karşısında minnettarlıkla teşekkür ettiler.
Levent, şirkete dönerken yol boyunca Füsun’u düşünüyordu.
Sarı saçları, deniz mavisi gözleri, nazik sesi zihninde yankılanıyordu. İçinden, “Acaba bir daha görebilecek miyim?” diye geçirdi.
Şirkete vardığında güvenlik görevlisi kendisini karşıladı. Parkta unuttuğu dosyayı ve Füsun’a ait iki eşyayı ayakkabı topuğu ve bir güneş gözlüğünü zarf içinde sekretere teslim ettiğini söyledi. Levent zarfları alırken, içinden "Onu tekrar görmek için güzel bir sebep,” diye geçirdi.
Akşam üzeri mesai bittiğinde çantasına iki zarfı koydu ve doğruca hastanenin yolunu tuttu. Giderken yakındaki bir çiçekçiye uğrayıp zarif bir buket hazırlattı.
Füsun’un odasına çıktığında ailesi hâlâ oradaydı. Zarfları ve çiçeği Füsun’a uzattı. Füsun, mahcup ama memnun bir gülümsemeyle teşekkür etti.
Bu vesileyle Levent, ailesiyle de tanışmış oldu. Füsun’un babası Ali Rıza Bey, aynı bankanın genel müdür yardımcılığından emekli olmuş, eşi Şaziment Hanım’la birlikte Dikmen Vadisinde bir villada yaşıyor, emekliliğin keyfini bahçe işleriyle çıkarıyordu.
Levent de kendisini tanıttı: Kuşadası’nda yaşayan ailesinden, burada bulunan mimarlık şirketinden ve ortağı Serdar’dan bahsetti.
Kısa süre sonra Füsun’un bankadan bazı arkadaşları da ziyarete gelince, Levent nazikçe izin isteyerek hastaneden ayrıldı.
İki gün sonra Levent’in ofisine bir çiçek gönderildi. Gönderen Füsun’du. Yanında küçük bir notla birlikte onu bir akşam yemeğine davet ediyordu. Notta Füsun’un telefon numarası da yazılı idi. Levent bu nazik daveti memnuniyetle kabul etti. Ertesi gün banka şubesinden Füsun’u alarak yemeğe gittiler.
O akşam birlikte şık bir restoranda yemek yediler. Sohbetleri sıcak ve içtendi. Ardından biraz eğlenmek üzere bir diskoteğe geçtiler. Gece geç saatlere kadar dans edip eğlendikten sonra Levent, Füsun’u babasının villasına bıraktı.
İkisi de vedalaşırken yüzlerinde belirsiz ama içten bir tebessüm vardı. Ayrıldıktan sonra her biri kendi kendine aynı soruyu sordu:
“Acaba tekrar ne zaman görüşebiliriz?”
Levent, yemeğe davet edilmiş olmanın inceliğini düşünerek bu kez kendisinin bir davet yapması gerektiğine karar verdi. Ertesi gün Füsun’u aradı ve hafta sonu için küçük bir kaçamak önerdi. Füsun hiç düşünmeden kabul etti.
O hafta sonu Bolu’da, göl kenarında bir gün geçirdiler. Doğayla iç içe, huzurlu bir atmosferde geçen saatler, aralarındaki bağı daha da güçlendirdi.
Bu geziden sonra ikili artık sık sık görüşmeye, fırsat buldukça bir araya gelmeye başladılar.
İkisi de artık bir şeylerin başladığının farkındaydı.
Zamanla arkadaşlıkları derinleşmiş, birbirlerine olan duygularını itiraf ederek sevgili olmuşlardı. Birlikteliklerini resmiyete dökmeye karar verdiklerinde ise evlenme yolunda ilk adımı atmış oldular.
Kısa bir süre sonra Levent’in anne ve babası Kuşadası’ndan gelerek Füsun ve ailesiyle tanıştı. Kızlarına iyi bir eş olacağına inandıkları Levent’e gönül rahatlığıyla “evet” diyen Ali Rıza Bey ve eşi, en az kızları kadar mutluydu. Hafta sonu villanın bahçesinde, aile bireyleri ve yakın dostların katılımıyla sade ve samimi bir nişan töreni düzenlendi. Törenin ardından Levent’in anne ve babası, düğün günü yeniden gelmek üzere Kuşadası’na döndü.
Aradan aylar geçmişti. Nişanlı çift, birlikte karar vererek kendilerine uygun Füsun’un ailesine yakın bir yerde ev satın almış, zevklerine göre döşemiş ve nikâh ile düğün hazırlıklarına başlamışlardı. Yedi ay sonra, şehrin büyük otellerinden birinin düğün salonunda görkemli bir törenle dünya evine girdiler. Düğün, geniş bir davetli topluluğunun katılımıyla neşeli ve kalabalık geçmiş, yeni evli çift bu unutulmaz gecenin sonunda yorgun ama çok mutlu hissederek balayına çıkmıştı.
Yurt dışındaki balayı tatilinde, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak sevgilerini yeniden ve yeniden dile getiriyor, paylaştıkları her anın kıymetini birlikte çıkarıyorlardı. Bir hafta süren bu tatilin ardından ülkeye dönen çift, kısa bir dinlenme sonrası yeniden iş hayatına atıldılar. Levent, akşamları mesaisini tamamlayınca Füsun’u alıp birlikte evlerine dönüyorlardı. Ancak bazı yoğun günlerde Füsun tek başına eve gidiyor, kimi zaman yemek yapıyor ama çoğunlukla dışarıdan sipariş veriyordu.
Zaman ilerledikçe, her evlilikte olduğu gibi onlarınki de günlük yaşamın getirdiği küçük sorunlarla karşılaşmaya başladı. Levent, Füsun’un sürekli dışarıdan yemek söylemesinden rahatsız olduğunu dile getirmişti. Onun için akşam yemekleri sadece bir ihtiyaç değil, aynı zamanda birlikte vakit geçirilecek sıcak aile anlarının parçasıydı.
Levent, bir çocuklarının olmasını çok istiyor, akşamları eve geldiğinde çocuğuyla oynayıp gülmeyi, evin neşeyle dolmasını hayal ediyordu. Ancak Füsun buna kesin bir şekilde karşı çıkıyordu. Bu yaşta çocuk fikri ona uzak geliyordu. Kariyerinde ilerlemek en büyük önceliğiydi. Babası bankada genel müdür yardımcılığına kadar yükselmişti; Füsun ise onun izinden gidip bir gün genel müdür olmayı kafasına koymuştu. Bu hedef uğruna, anneliğin getireceği sorumlulukları göze almak istemiyor, kariyerini aksatacak hiçbir şeye yer vermemekte kararlı davranıyordu.
Aradan bir yıl geçmişti. Füsun, eşinin ve ailesinin artan baskılarına daha fazla direnememiş ve hamile kalmayı kabul etmişti. Aylar sonra bir erkek çocuk dünyaya geldiğinde, Levent adeta mutluluktan havalara uçmuştu. Artık bambaşka bir hayat başlamıştı onun için.
İş yerinde sorumluluklarını ya erkenden tamamlıyor ya da bazı dosyaları güvendiği çalışma arkadaşı Serdar’a devrederek günün geri kalanını ailesine ayırıyordu. Her akşam iş çıkışında bankaya uğrayıp Füsun’u alıyor, birlikte önce kayınvalidesine gidip oğullarını aldıktan sonra evlerine dönüyorlardı. Zaman geçtikçe küçük çocuk büyüyor, anneannesinden çok annesinin ilgisine ihtiyaç duymaya başlıyordu.
Ancak Füsun bu değişimi pek önemsemiyor, tüm odağını hâlâ kariyerine veriyordu. Levent, eşini karşısına alarak bu şekilde devam edemeyeceklerini, her annenin çocuğuna karşı sorumluluğu olduğunu, oğlunun artık onun ilgisine ve sevgisine ihtiyaç duyduğunu dile getiriyordu. Füsun ise işlerinin yoğunluğundan şikâyet ediyor, annesinin oğluna gayet iyi baktığını, akşamları ise yeterince ilgilendiğini savunuyordu.
Levent daha açık konuştu bir akşam. Eşinden işinden ayrılıp bir süre evde oğluyla ilgilenmesini istedi. Fakat Füsun bu öneriyi kesin bir dille reddetti. Onun için kariyeri vazgeçilmezdi, hedeflerinden sapmak istemiyordu. Zaten bu sebepten dolayı ikinci bir çocuk da dünyaya getirmemişti.
Zamanla çare olarak bir bakıcı tuttular. Bakıcı hem çocukla ilgileniyor hem de ev işlerini üstleniyordu. Füsun ile Levent işten döndüklerinde evleri sıcak yemek kokularıyla dolu oluyordu. Yıllar bu şekilde akıp giderken, Levent’in içindeki huzursuzluk da bir türlü dinmiyordu. Her ne kadar oğlunu ve eşini büyük bir sevgiyle sevse de, aile olmanın sıcaklığını eksik yaşıyor, zaman zaman kendi kendine “Böyle bir hayat mı istemiştim?” diye sormadan edemiyordu.
Yıllar birbirini kovaladı. Zaman akıp giderken, Levent’in oğlu Cüneyt artık kolej son sınıfa gelmiş, üniversite sınavlarına hazırlanması gereken kritik bir dönemece ulaşmıştı. Füsun ise yıllar içinde azmi ve hırsıyla kariyer basamaklarını tırmanmış, nihayetinde genel müdür yardımcılığı görevine yükselmişti. Hayalini kurduğu makama ulaşmıştı ama bu başarı, anneliğin yerini dolduramamıştı. Kariyerindeki yükselişe rağmen, Cüneyt ile arasında gerçek bir anne-oğul bağı kurulamamış, ilişkileri hep yüzeyde kalmıştı.
Cüneyt bir gün babasıyla baş başa kaldığında, yurt dışında bir üniversitede okumak istediğini dile getirdi. Levent bu isteği önce şaşkınlıkla karşıladıysa da, oğlunun gözlerindeki ciddiyeti ve kararlılığı görünce konuyu ciddiyetle ele aldı. Akşam eşine de durumu açtığında, Füsun’un tepkisi neredeyse düşünmeden verilmiş bir onay oldu. Ne tereddüt etti, ne sorguladı. Bu kayıtsız kabulleniş, Levent’i içten içe yaraladı. Zaten yıllardır oğluyla gerçek bir bağ kuramayan eşinin, onun gidişine bu kadar kolay razı olması canını acıttı. Sessiz kaldı, ama kırıldı.
Cüneyt’in kararına saygı duydu, hatta onun için gerekli tüm hazırlıkları bizzat üstlendi. Oğlunun hayallerinin peşinden gitmesini destekliyor, ama aynı zamanda onu özleyeceğini çok iyi biliyordu. "Olsun," diyordu içinden, "Yeter ki mutlu olsun..."
Cüneyt, yurt dışına gidip yeni hayatına başlarken Levent de fırsat buldukça onu görmeye gitmeye başladı. Her ziyaret, baba ile oğulun bağını daha da kuvvetlendiriyor, Levent için kısa ama çok kıymetli anılara dönüşüyordu. İçten içe, keşke bu yolculukta annesi de yanında olabilseydi diye düşünmeden edemiyordu.
Zaman, sessizce akıp giderken Levent, bir sabah aynada kendine uzun uzun baktı ve içinde taşıdığı boşluğu artık inkâr edemedi. Hayatın en güzel yıllarını geride bırakmış, oğlunun büyümesini izleyememiş, bir aile sıcaklığını tam olarak yaşayamamıştı. Emekliliğini istemeye karar verdi. Ardında uzun yıllarını verdiği iş hayatını, tanıdık koridorları ve alışkanlıklarını bırakarak valizini topladı ve oğlunun yaşadığı Londra’ya gitti. O artık oğlunun yanında, onunla geçireceği her anı telafi etmeye kararlı bir babaydı.
Londra’nın serin sokaklarında, oğluyla yaptığı yürüyüşlerde kendini yeniden genç hissediyor, her geçen gün onunla daha güçlü bir bağ kuruyordu. Geçmişte kaçırdığı şeyleri şimdi yakalama çabasındaydı. Sessizdi, ama huzurluydu.
Füsun ise hâlâ aynı yoğun tempoda çalışıyor, hedeflediği genel müdürlük koltuğuna ulaşmak için var gücüyle çabalıyordu. Yıllar boyunca ardı ardına gelen terfiler, alkışlar, başarılarla dolu dosyalar… Ama ne ilginçtir ki, o geniş ofisinin içinde giderek daha da yalnızlaştığını hissediyordu.
Evet, başarıyı kazanmıştı ama ailesini kaybetmişti. Oğlunun çocukluğunu, eşinin sevgisini, evin sıcaklığını yitirmişti. Şimdi her akşam ofisten çıkıp loş evine döndüğünde, duvarda asılı başarı plaketlerine baktığında içini garip bir boşluk kaplıyordu. Kazandığı şeylerin yanında kaybettiklerinin ağırlığı artık daha baskındı.