SON DAKİKA
Reklam

BU KALP SİZİ UNUTUR MU?

BU KALP SİZİ UNUTUR MU?
A- A+

 

Hastanenin bodrum katındaki garaja aracını park eden Prof. Dr. Selim, motorun sesini susturur susturmaz hızla asansöre yöneldi. Parmakları, alışkanlıkla başhekimlik ve idari birimlerin bulunduğu altıncı katın düğmesine dokundu. Asansör ağır ağır yükselirken, Selim’in gözleri metal duvarlara dalmış, aklında ise birbirini kovalayan düşünceler dönüp duruyordu.

Babasıyla hararetli bir tartışmanın ardından Murat, sinirle deri montunu kaptığı gibi kapıya yöneldi. Kaskını eline aldı, derin bir nefes çekip kapının önünde duran motosikletine bindi.
Birkaç dakika önce babasının sert sesi hâlâ kulaklarındaydı:
“Artık haylazlık etmeyi bırak! Ya kendine bir iş bul ya da gel, şirkette çalış.”
Murat ise öfkesini bastırmaya çalışarak, “Baba, ben daha gencim. Gençliğimi yaşamadan işin içine girmek istemiyorum. Vakti geldiğinde senin şirketine gelir, senin emrinde çalışırım,” demişti.

Sözler sertleşmiş, sessizlik yerini kırgınlığa bırakmıştı. Murat, babasının evinden değil, içinde büyüyen baskıdan kaçıyormuş gibi hızla uzaklaştı.

Murat, motosikletini çalıştırıp gaza bastığında motorun sesi sanki içindeki öfkeyi dışa vuruyordu. Rüzgâr, yüzüne çarpıyor ama içindeki yangını söndüremiyordu. Sokak lambalarının altından hızla geçerken babasının sözleri tekrar tekrar yankılanıyordu kulaklarında.

“Ya iş bul, ya gel şirkette çalış…”

Yıllardır babasının gölgesinde kalmaktan, onun sert bakışlarından, sürekli “adam ol” nasihatlerinden bıkmıştı. Oysa Murat, hayal kurmak istiyordu; kendi yolunu çizmek, belki müzikle, belki bambaşka bir işle hayatını şekillendirmek… Ama babası için bunlar zaman kaybından ibaretti.

Bir süre şehir merkezine doğru sürdü. Gece yarısına yaklaşırken rüzgâr kesilmiş, yerini serin bir sessizlik almıştı. Denizin kıyısına vardığında motoru park etti, kaskını çıkarıp bir banka oturdu. Elini saçlarının arasına daldırdı, gözleri karanlığa daldı.

“Ben kimim?” diye mırıldandı kendi kendine. “Babamın oğlu mu, yoksa kendi yolunu arayan biri mi?”

Denizden gelen tuzlu su kokusu biraz olsun içini rahatlattı. Ama derinlerde, babasının sesine karışan bir başka ses vardı: vicdanı.

Evin ışıkları sönmüş müydü acaba? Babası hâlâ sinirli miydi? Yoksa üzülmüş müydü söylediği sözlere?

Tam o sırada cebindeki telefon titredi. Ekranda “Kerim” yazıyordu.
Bir an tereddüt etti. Aramayı açsa mı, yoksa bu sessiz sakin deniz kenarında kendi dünyasında kalmaya devam mı etse?

Telefon ısrarla çalmaya devam edince Murat istemeyerek de olsa açtı.
“Neredesin oğlum? Kaç saattir arıyorum, cevap vermiyorsun!” dedi karşıdan gelen ses.

Ardından Kerim’in gülerek devam eden sesi duyuldu:
“Her zamanki diskodayız kardeşim! Kızlar da burada, ortam süper. Hadi, hemen gel!”

Murat bir an sustu. Denizin kıyısında esen rüzgâr yüzüne çarparken, arkadaşının neşeli sesi ona uzak bir dünyadan geliyormuş gibi hissettirdi. Bir yanda öfkesini bastırmak için kaçtığı baba evi, diğer yanda kendini unutturacak eğlenceli bir gece...

Elindeki telefona kısa bir süre baktı, sonra kısık bir sesle, “Tamam, geliyorum,” dedi.

Motorunun yanına yürürken aklının bir köşesinde babasının kırgın sesi, diğer köşesinde Kerim’in kahkahaları çınlıyordu.

Murat motora biner binmez gazı sonuna kadar çevirdi. Her zaman gittikleri diskoteğe doğru süratle ilerliyordu. Orada hem zihnindeki karmaşadan kurtulacak hem de kafasını dağıtacaktı.

Ama babasının sözleri hâlâ kulağında yankılanıyordu. Ne kadar hızlansa da o ses bir türlü susmuyordu.

“Ya iş bul, ya şirkete gel!”

Murat, içindeki öfkeyi bastırmak istercesine gaza daha da yüklendi. Rüzgâr yüzünü kesiyor, şehir ışıkları birer birer arkasında kalıyordu. Trafiğin arasında makaslar atarak ilerliyordu; o an sanki hız, hayatın üzerini örten bir unutuştu.

Tam o sırada, bir anlık dalgınlıkla sol şeritte olduğunu fark etti. Karşıdan gelen aracın farları gözlerini kamaştırdı, selektörler ve kornalar arasında panikle sağ şeride geçmek istedi. Ancak o hamle, her şeyin sonu oldu.

Sağ şeride geçtiği anda öndeki belediye otobüsüne büyük bir hızla çarptı. Metalin eziliş sesi, ardından gelen cam kırıkları ve ardından bir sessizlik… Motosikletiyle birlikte metrelerce sürüklendi. Yere çarptığında kaskı savruldu, vücudu kontrolsüzce yola sürüklendi.

Birkaç saniye sonra aynı otobüsün altına doğru kaydı. Arka tekerin üzerinden geçtiğini hissettiği an, dünya bir anda sessizliğe büründü.
Her şey… kapkaranlık oldu.

Gece yarısını biraz geçmişti. Şehrin sokakları siren sesleriyle yankılanıyordu. Kırmızı mavi ışıklar asfaltın üzerinde dans ederken, birkaç metre ötede paramparça olmuş bir motosiklet, sessizliğin ortasında yatıyordu.

Yerde hareketsiz yatan genç adamın yanına eğilen sağlık görevlisi başını hafifçe iki yana salladı. Yanındaki meslektaşına yalnızca bir cümle fısıldadı:
“Geç kalmışız…”

Otobüsün şoförü şok içindeydi; elleri titriyor, “Aniden otobüsün arkasından bir çarpma sesi geldi, bir anda… duramadım, sonrada bir şeyin üzerinden geçtiğimi hatırlıyorum” diyebiliyordu sadece. Kalabalık toplanmış, kimse tam olarak ne olduğunu anlayamamıştı. Bir genç, bir anlık öfke ve dalgınlığın kurbanı olmuştu.

Murat’ın cansız bedenini alan ambulans, sirenlerini sessizce yakarak hastane morguna doğru yola çıktı. Şehrin ışıkları bu kez başka bir sessizliğe eşlik ediyordu.

Ambulansın içinde, görevli acil tıp uzmanı kimlik tespiti için Murat’ın cüzdanını açtı. Kartların arasında, dikkatini renkli bir kart çekti. Elini yavaşça uzatıp okudu:

“Organ Bağış Kartı.”

Genç doktor bir an durakladı. Ardından telsiz mikrofonunu eline alıp merkeze seslendi:

“Merkez, dikkat! Kimlik sahibi organ bağışçısı. Prosedür gereği cenaze morga değil, acil servise yönlendiriliyor.”

O andan sonra her şey hızla ilerledi. Ambulansın rotası değiştirildi, sirenler yeniden çaldı. Hastane ekibi haberdar edildi.

Murat’ın vücudu bu kez ölümün değil, yaşamın izlerini taşımak üzere hazırlanıyordu.

Hastaneye varıldığında, görevli hemşireler ve organ nakli koordinatörü hazır bekliyordu. Murat’ın tıbbi bilgileri sisteme girildi, organ talebinde bulunan hastanelerle bağlantı kuruldu.

Her biri, başka bir hayatın umudunu taşıyordu.

Selim, asansörün kapısı açılır açılmaz hızla altıncı kata adım attı. Koridorda yankılanan ayak sesleriyle birlikte doğruca başhekimin odasına yöneldi.
Kapıyı çaldı, içeri girdiğinde nöbetçi doktor da oradaydı. Yüzlerinde telaşla karışık bir umut ifadesi vardı.

Başhekim ayağa kalkarak Selim’e döndü:

“Hocam, hastanız Mete için uygun bir kalp bulundu. Donör az önce yola çıktı, en kısa zamanda burada olacak. Lütfen ameliyat ekibini hazırlayın, nakil için her şeyi hazır bulunsun.”

Selim, başhekimin söylediklerini bir an kavrayamadı. Gözleri boşluğa daldı; sanki zaman bir anlığına durdu. “Uygun kalp bulundu…” cümlesi zihninde yankılanırken, içinde uzun zamandır hissetmediği bir duygu filizlendi.

Yorgun yüzünde hafif bir umut ve sevinç gölgesi belirdi. Bir hayat sönmüş, başka bir hayat yeniden nefes almaya hazırlanıyordu. Tıbbın en büyük mucizesi, yaşamın bir bedenden diğerine sessizce aktarılmasıydı…

Selim derin bir nefes aldı, düşüncelerini toparladı. “Hazırlıklara başlayalım,” dedi kısık bir sesle. Ama içinde, adını koyamadığı bir ağırlık vardı. Sanki bu kez, kurtaracağı hayatın bedeli biraz daha ağır olacaktı.

Selim, ameliyat öncesi hazırlıkların yapıldığı steril odaya geçti. Asistanları ve hemşireler telaşla dolaşıyor, monitörler ve cihazlar birbiri ardına hazırlanıyordu. O ise beyaz önlüğünün cebinden kalemini çıkarıp hasta dosyasını açtı.

Her zamanki gibi dikkatle göz gezdiriyordu satırlara…


Yaş: 22 Cinsiyet: Erkek Kan grubu: B Rh (+) Donör: Trafik kazası sonucu beyin ölümü gerçekleşmiş. Satırları takip eden gözleri bir anda takılı kaldı. Ad: Murat Başarır.

Kalemi elinden düştü. Bir an nefesi kesildi, odadaki uğultu uzaklaştı, dünya sessizleşti.
Sanki bütün sesler, bütün insanlar bir anda buharlaşıp gitmişti.

“Hayır…” diye fısıldadı. “Bu… mümkün değil.”

Dosyayı titreyen elleriyle yeniden açtı, bir kez daha baktı.

Ad soyad, doğum tarihi… hepsi doğruydu.

Donör… kendi yeğeniydi, abisinin oğluydu.

Duvarlar üzerine geliyor gibiydi. Boğazı düğümlendi, nefesi daraldı. Bir an dizlerinin bağı çözüldü, masanın kenarına tutundu. Gözlerinin önüne yeğeni ile abisinin evinde son görüştüğü gündeki hali geldi.

Bir hemşire temkinli bir sesle yaklaştı:

“Hocam, her şey hazır. Donör organı birazdan ameliyathaneye getirilecek.”

Selim başını kaldıramadı. Yalnızca kısık bir sesle, kendine değil de boşluğa konuşur gibi mırıldandı:

“O kalp... benim yeğenimin kalbi…”

Bir an derin bir sessizlik oldu. Sonra gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı. Kendini toparlaması gerekiyordu. Çünkü o an, bir amca değil, bir doktordu. Ama kalbinde, hiçbir bilimsel açıklamanın sığamayacağı kadar büyük bir acı vardı.

Ameliyatın ardından ameliyathane sessizleşti. Monitörlerden gelen düzenli bip sesleri, yeni bir yaşamın başladığını haber veriyordu. Selim, ellerini yavaşça masanın kenarına koydu, gözlerini kapadı.

Dışarıda gece sessizliği hâlâ devam ediyordu. Koridorlarda, her zamanki telaş yerini derin bir sükûnete bırakmıştı. Bir amca olarak baba yarısı olarak kaybettiği yeğeninin boşluğunu, bir doktor olarak ise başkalarının hayatına dokunabilmenin ağırlığını aynı anda hissediyordu.

Derin bir nefes aldı. İçinde tarif edilemez bir acı vardı; ama aynı anda, küçük bir teselli de… Murat’ın kalbi başka bir hayatı Mete’nin hayatını yeniden attırıyordu.

“Belki bu şekilde… bir nebze de olsa senin iyiliğin devam ediyor sevgili yeğenim,” dedi sessizce, kendi kendine.

Selim cerrahilerini çıkarmış, beyaz önlüğünü giymişti. Önlüğünü düzeltti; gözlerindeki ıslaklığı fark ettirmeden koridor boyunca ağır adımlarla yürüdü. Abisi ve yengesi, karşıda soluk yüzlerle, gözlerinde sessiz bir feryat taşıyarak bekliyorlardı. Bir baba için hiçbir kelime, acıyı tam olarak anlatamazdı; hiçbir tıbbi başarı da eksikliği tamamlayamazdı.

Yanlarına vardığında, gözlerindeki yaşlar artık boşalmak için sabırsızlanıyordu. Birbirlerine sarıldılar; sessizliğe karışan hıçkırıklara boğuldular. Anne, baba ve kendini teskin etmek şimdi Selim’e düşmüştü. Artık Murat, başka bir bedende Mete’nin bedeninde yaşayacaktı. “Ne mutlu ki Murat, ölümünden sonra başka bir gence can verdi,” dedi sessizce, yüreğinde hem hüzün hem de tarifsiz bir huzurla.

O gece hem doktor hem de amca olarak, hayatın karmaşasında küçük bir mucizeyi gerçekleştirmişti. Hastanenin penceresinden süzülen ilk ışıklar, koridoru altın bir şeritle boyuyordu. Gün doğarken kayıplar ve umutlar sessizce birbirine karışıyordu; geçmişin acısı ile geleceğin ışığı yan yana yürüyordu.

Selim, derin bir hüzün ve hafif bir tebessüm arasında, yeğeninin hatırasını ve yaptığı iyiliği yüreğinde taşıyarak yeni bir güne adım attı. Ve o an hem kayıpların hem de umutların sessiz bir ağıtı, koridorun duvarlarına işlenmiş gibiydi, hayatın kendisi gibi, acı ve mucizelerle dolu.

Selim’in eşi de hastaneye gelmişti; hep birlikte Murat’ın cenazesini alıp şehir mezarlığına götürdüler ve onu son yolculuğuna uğurladılar. Mezarlıkta sessizlik, adeta kaybın ağırlığını taşıyor, rüzgâr bile yas tutar gibi hafifçe esiyordu. Cenazeye, Murat’ın arkadaşlarından bazıları katılırken, bazıları suçluluk ve korku duygusuyla uzak durmuştu. Bunların başında Kerim ve o gece yanındaki arkadaşları geliyordu.

Gençler, yaşananlardan ders çıkarmaya çalışıyor, vicdanlarında bir sızıyla kendilerini sorguluyorlardı. Ama hayat, acıların üzerine hızla örtülen bir örtü gibiydi; günler geçtikçe, yaşadıkları bu büyük kayıp yavaşça unutulacak ve onlar eski yaşam tarzlarına, alışkanlıklarına geri döneceklerdi. Yine de sessiz bir köşede, Murat’ın hatırası ve yaşattığı ders, her zaman bir fısıltı gibi kalacak; onları zaman zaman durup düşünmeye zorlayacaktı.

Günler geçmişti; Mete’nin yeni kalbi vücuduna uyum sağlamış ve o hızla iyileşiyordu. Selim, her gün onu kontrol ederken gözlerinde hem bir doktorun titizliği hem de bir amcanın sevgisi bir arada parlıyordu. Mete’nin küçük gülümseyişi, her hareketi, Selim’e hem teselli hem de derin bir hüzün veriyordu.

O an Selim, hayatın kırılganlığını ve mucizelerle örülü yanını bir kez daha hissetti. Kaybedilen bir hayatın ardından, başka bir hayatın yeniden can bulduğunu görmek… Bu hem acının hem umudun aynı anda yüreğinde attığı bir ritimdi.

Mete’nin sağlığı günbegün iyileşirken, Selim onun yüzüne bakarken Murat’ın anısını görüyordu; sanki yeğeni, başka bir bedende ona hayat dersi veriyordu. Sessiz bir gülümseme dudaklarında, derin bir hüzün göğsünde… Selim hem kaybın hem de hayat kurtarmanın ağırlığını yüreğinde taşırken, yeni bir güne umut ve sorumlulukla adım attı.

O gün Mete taburcu olacaktı. Selim, abisini ve yengesini, Mete taburcu olmadan önce hastaneye davet etmiş; Mete ve ailesiyle tanışmalarını sağlamıştı.

Mete’yi ellerinde çiçeklerle ziyaret eden Murat’ın anne ve babası, ona sarılıp kucakladıklarında, kendilerini sanki Murat’ı kucaklıyormuş gibi hissettiler.

Selim, Mete odadan çıkmadan önce onlara dönerek, “Bizi unutma. Zaten sık sık kontrole buraya geleceksin, ama Murat’ı ve ailesini de unutma,” dedi.

Mete, tek tek teşekkür ederek yanıtladı: “Artık ben de sizin bir oğlunuzum. Ben sizi unutsam bile, bu kalp sizi unutur mu?”

 

 

 

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar