KINALI KUZU


Okulların tatil olduğu yaz günlerinde Aytaç, her zamanki gibi sabah erkenden kalktı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra annesinin hazırladığı yer sofrasına oturdu. Babası ve kardeşleriyle birlikte kahvaltısını yaptı. Sofrada, otlattığı koyunların sütünden doldurulmuş bardak ve onların sütünden yapılmış peynir vardı; Aytaç iştahla yedi, kana kana sütünü içti.
Koyunlarının daha çok ve bereketli süt vermesi için onları her gün dağların en güzel otlarının bulunduğu yerlere götürürdü. Yemyeşil çimenler, mis gibi dağ kekikleri ve çiçek kokuları içinde koyunlarını doyurur, onların keyifle otlamasını seyretmekten huzur duyardı.
Kahvaltıdan kalktıktan sonra annesinin hazırladığı yiyecek çıkınını heybesine yerleştirdi. Heybesini ve babasının küçük kırma tüfeğini omzuna asarak ahıra yöneldi. Kapıyı açar açmaz içeride bunaldıkları ve acıktıkları belli olan koyunlar, peş peşe hızla dışarı fırladılar. Aytaç, ahırın kapısının yanında duran kalın sopasını da eline aldı. Daha peşlerine düşmeden sevimli köpekleri, can yoldaşları koşarak yanına geldiler.
Sürünün içinde birkaç koyun hamileydi. İçlerinden birinin doğumu çok yakındı; bugün ya da yarın yavrulaması bekleniyordu. Aytaç bir an durakladı, düşündü. Sonra eve dönüp babasına seslendi:
“Baba, bu koyunu bugün götürmesem olur mu? Ya dağda doğurursa ben ne yaparım?”
Babası ise sakin bir sesle karşılık verdi:
“Bir şey olmaz oğlum. Alışırsın. Her doğuracak koyunu yaylıma götürmezsek onları ahırda nasıl besleriz? Doğurursa da sen çaresini bulursun.”
Aytaç, babasının sözlerini kabullenmiş olarak koşarak koyunlara yetişti. Şemsettin’in dışına çıktıklarında sürü, başlarını öne eğmiş hem ilerliyor hem de yol üzerindeki otları didikleyip yiyorlardı. Fakat daha ileride, Aytaç’ın götürmeyi planladığı yemyeşil otlakların kokusunu almış gibi davranıyor, oraya ulaşmak için acele ediyorlardı.
Aytaç’ın sadık köpeği Kocaman ve Kocabaş, geride kalan birkaç koyunun yanına giderek havlıyorlar, onları sürüye katılmaya zorluyorlardı. Onların bu dikkati sayesinde hiçbir koyun geride kalmıyor, sürü düzenini bozmuyordu.
Köyün epeyce dışına çıktıklarında manzara birden değişti. Önlerinde göz alabildiğine uzanan yemyeşil kırançayırı, otların arasında açmış sarı ve mor çiçeklerle dolu geniş yaylalar seriliyordu. Dağ esintisi kekik kokularını getiriyor, gökyüzünde süzülen birkaç bulut gölgesini tarlaların üzerine düşürüyordu. Bu manzara karşısında Aytaç derin bir nefes aldı; koyunlar da sanki bu bolluğu fark etmiş gibi adımlarını hızlandırdılar.
Aytaç, sadık yol arkadaşlar sürüyü yamadağı’nın yükseklerine doğru yöneltti. Her gün farklı yerlere götürerek koyunlarını otlatıyor, böylece hem otlaklar tükenmiyor hem de koyunlar en taze otları yiyebiliyordu. Yol üzerinde kayalıkların yanına vardığında kısa bir mola verdi. Kayaların arasına sakladığı küçük eşyalarını aldı. Köpekleri ise bir yandan Aytaç’ı sabırla bekliyor, bir yandan da koyunların düzenini bozmasına engel oluyordu.
Aytaç, Kurtdede’nin orada kayaların arasına gizlediği eski çaydanlığı eline aldı. Eve her gün taşımak yerine orada bırakıyordu. İlerde koyunlar otlarken kendisi çayını demleyecek, acıkırsa da annesinin hazırladığı çıkındaki azıkla karnını doyuracaktı.
Epeyce yürüdükten sonra otun bol olduğu bir düzlüğe geldiler. Koyunlar iştahla otlamaya başladı. Aytaç ise biraz yorulmuştu; bir alıç ağacının gölgesine geçerek oturdu. Omzundaki heybesini ve tüfeğini çıkarıp ağaca astı. Sonra biraz ileride, kayaların arasından buz gibi akan ciğerpınarı’nın yanına giderek soğuk kaynak suyu ile elini yüzünü yıkadı, serinledi. Avuç avuç su içti, kana kana doydu.
Yanında getirdiği, odun ateşinde kararmış simsiyah çaydanlığın içinden iki çay bardağını çıkardı. Bardakları güzelce ovalayıp yıkadı, ardından çaydanlığın içini ve dışını temizleyerek içine su doldurdu. Yıkadığı bardaklarla birlikte tekrar alıç ağacının gölgesine döndü. Aytaç her zaman yanında fazladan bardak bulundururdu. Çünkü bazen yoldan geçenler uğrar, bazen de başka çoban arkadaşlarına rastlardı; onlara da çay ikram etmekten hoşlanırdı.
Aytaç, alıç ağacının gölgesinde çaydanlığını içine toz, toprak, böcek girmemesi için kapağını kapatarak onu da heybesinin yanına astı. Köpekler, biraz ötede sürünün çevresinde dolanıyor, havlayarak koyunların dağılmasını önlüyorlardı. Tam bu sırada sürüdeki hamile koyunlardan biri, biraz geride kalmıştı. Önce durakladı, ardından yere çömeldi. Aytaç dikkat kesildi. Kalbi hızlı çarpmaya başladı.
“Yoksa doğum mu başlıyor?” diye düşündü.
Bir süre bekledi. Koyun ağır ağır inliyordu. Aytaç ne yapacağını kestiremeyip telaşlandı. Babasının “Dağda da doğurur, sen çaresini bulursun” sözleri kulağında çınladı.
O sırada köpeklerden Kocaman havlamayı kesip yanına geldi, sanki “Oraya bak” der gibi koyuna yöneldi. Aytaç, yanındaki sopasını alıp koşa koşa hayvanın yanına gitti. Doğum başlamıştı. İçini bir korku kapladı; ama koyunların başında büyüyen, her gün onların derdiyle uğraşan bir çocuk olarak elinden geleni yapması gerektiğini biliyordu.
Güneş dağların ardına doğru ağır ağır kayarken, doğum sancısı koyunu zorluyor, sürü merakla etrafında dönüyordu. Aytaç ise annesinin yıllar önce bir koyunun doğum sırasında yaptıklarını hatırlamaya çalışıyordu. Küçük elleriyle koyunun önüne otları serdi, su getirdi. Kocaman da etrafı kolaçan ediyor, yaklaşan yabani bir tehlike var mı diye sürekli havlıyordu.
Bir süre sonra, toprak üzerinde küçük bir hareket belirdi. Koyun, zorlu ama sağlıklı bir doğum yaptı. Minicik, ıslak bir kuzu toprağa düşer düşmez ince sesiyle melemeye başladı. Aytaç’ın gözleri sevinçle parladı. Ellerini göğe kaldırıp, “Şükürler olsun Allah’ım!” diye fısıldadı.
Ama tam o sırada Kocabaş’ın tiz ve sert havlaması duyuldu. Bu kez havlaması koyunları toparlamak için değildi. Uzaktan, patikanın kıvrımından bir köylü çocuğu görünüyordu. Aytaç’ın köyden arkadaşıydı. Elinde bıçak, kenger sakızı kanatmaya çıkmıştı. Sürüyü ve Aytaç’ı görünce gülümseyerek yanlarına yaklaştı.
Aytaç, dostunu gördüğüne sevindi. Hele ki böyle bir zamanda yanında birinin olması ona güç vermişti. Beraberce yeni doğmuş kuzuyu yoldukları otlarla silip temizlediler, ardından ağacın gölgesine götürdüler. Minik kuzu titreyerek ayakta durmaya çalışıyor, incecik sesiyle ara sıra melemeye devam ediyordu.
Bir süre sonra anası da yattığı yerden doğrulup yavrusunun yanına geldi. Sevgiyle kokladı, diliyle yalayarak onu iyice temizlemeye koyuldu. O an, dağın serin rüzgârı, kuzu meleyişi ve anasının şefkatiyle birleşince Aytaç’ın içini tarifsiz bir huzur kapladı.
Kuzu, öğleden sonra esmeye başlayan serin havada üşümesin diye Aytaç montunu çıkarıp onu sardı ve otların üzerine yatırdı. Anası, yavrusunun etrafında dönüp duruyor, gözlerini ondan ayırmadan meleyip duruyordu. Bir süre sonra minik kuzu, montun içinden sıyrılarak ayağa kalktı. Sendeleyerek anasının yanına geldi ve içgüdüsel olarak memesine yönelip emmeye başladı.
Aytaç artık rahatlamıştı; kuzu anasıyla birlikte dolaşıyordu. Arkadaşıyla beraber suyun başına gidip ellerini güzelce yıkadılar. Sonra alıç ağacının yanına dönerek etraftan topladıkları birkaç dalı ve kuru keven parçasını üç taştan yaptıkları küçük ocağın içine yerleştirdiler. Çaydanlığı taşların üzerine oturtup ateşi yaktılar. Bir müddet sonra çay fokurdamaya, mis gibi kokusu yayılmaya başladı.
Heybeden çıkardıkları azığı önlerine serdiler. Yan yana oturup çaylarını yudumlarken bir yandan da ekmeklerini, peyniri ve annesinin hazırladığı yiyecekleri afiyetle yediler. Aytaç, iyi bir işi başarmanın, yavruyu sağ salim dünyaya getirmenin huzurunu yaşıyordu. İçinde tarifsiz bir gurur vardı. Eve dönünce olup biteni herkese, özellikle de babasına övünerek anlatacağını biliyordu.
Çaylarını içip karınlarını doyurduktan sonra çocuklar, alıç ağacının gölgesine yaslanarak bir süre koyunların otlamasını izlediler. Dağ esintisi serin serin yüzlerini okşuyordu. Kuzu artık annesinin yanından ayrılmıyor, ara sıra sendeleyerek küçük adımlar atıyor, sonra tekrar emmek için anasına sokuluyordu. Bu manzara, Aytaç’ın içini tarifsiz bir huzurla doldurdu.
Öğle sonrasında güneş yavaş yavaş dağın yamacına kaymaya başladı. Işıklar altın sarısına dönmüş, yaylanın üzerine ince bir sis gibi huzur yayılmıştı. Koyunlar karnını doyurmuş, ağır ağır toprağa çömelip geviş getiriyordu. Köpekler ise sürünün etrafında keyifle dolanıyor, bazen yanlarına gelip Aytaç’ın dizine başını koyuyorlardı.
Akşamüstü yaklaşınca Aytaç sopasını eline aldı. Arkadaşıyla birlikte sürüyü toparladılar. Yeni doğmuş kuzuyu bohça gibi sardığı montunun içine yerleştirip sırtına aldı. Şimdi bir yükü daha vardı; hem de dünyanın en kıymetli ve en güzel yükü. Bu yüzden heybeyi ve tüfeği arkadaşının omzuna verdi.
Sürü, günün yorgunluğuyla ağır ağır ama düzenli adımlarla Şemsettin’in tozlu yoluna düştü. Yalnızca kuzunun anası, yavrusunu korumak istercesine Aytaç’ın yanı başında yürüyor, ara sıra meleyerek sırtındaki kuzusuna sesleniyordu.
Dağ kekiklerinin kokusu, ayaklarının altında ezilen otların tazeliğiyle birleşiyor; gökyüzünde kızıllığa boyanmış bulutlar onlara sanki yol arkadaşlığı ediyordu. Bu manzara, yorgunluklarına rağmen içlerini huzurla dolduruyordu.
Şemsettin’in yani mezranın damları göründüğünde Aytaç’ın kalbini tatlı bir heyecan sardı. Bugünkü macerasını babasına, annesine ve kardeşlerine bir an önce anlatmak istiyordu. Kuzuya gösterdiği özeni, anasının yavrusuna kavuşma anını, dağda çay içmenin tadını… Hepsini bir bir paylaşacak, babasının gözlerinde gurur görecekti.
Sürüyü ahıra yerleştirdiklerinde güneş neredeyse batmak üzereydi. Aytaç, kuzuyu sırtından indirmemişti; önce koyunları içeri koydu. Ardından arkadaşından heybesini ve tüfeğini alarak vedalaştı ve eve doğru yöneldi. Yorgun ama mutlu bir şekilde yürürken, bugünün hayatında unutulmaz bir hatıra olarak kalacağını biliyordu.
İçeri girdiğinde annesi ve babası kuzuyu fark ettiler. Aytaç, kuzuyu sırtından indirdikten sonra montunun kollarını çözüp yavruyu ailesine gösterdi ve olanları heyecanla, gururla anlatmaya başladı. Annesi ve kardeşleri, kuzunun etrafını sarmış, onu sevip okşuyorlardı.
Babası gülümseyerek Aytaç’a seslendi:
“Sen çaresine bakarsın dememiş miydim?”
Kuzunun alnında, kahverengi bir kına sürülmüş gibi küçük bir yün tutamı vardı. Aytaç, ona bakıp:
“Adını Kınalı Kuzu koyayım,” dedi. Kardeşleri de onayladıktan sonra bir süre daha sevip okşadılar.
Babası ardından, “Artık onu annesinin yanına götür, hem acıkmıştır hem de annesi onu arıyordur,” dedi.
Bundan sonraki günlerde, sürü otlamaya giderken Kınalı Kuzu, Aytaç’ın yanından ayrılmıyor; onunla birlikte gidip geliyor, acıktığında annesinin yanına koşuyordu. Böylece hem kuzunun güvenliği sağlanıyor hem de Aytaç ile yavru arasında özel bir bağ kurulmuş oluyordu. Bu unutulmaz olay gurbete gittiğinde ve yaşlandığında onun köy yaşamında her zaman hatırlayacağı bir anı olarak kalacaktı.