SON DAKİKA
Reklam
İrfan BAŞARANOĞLU

BELKİ DE BÜTÜN YOLLARIN ÖZÜNDE AYNI SEVGİ VAR

BELKİ DE BÜTÜN YOLLARIN ÖZÜNDE AYNI SEVGİ VAR
A- A+
Reklam

Küçük bir Anadolu kasabasında, sabah güneşi henüz sokaklara düşmüşken çocuk adımlarıyla koşuyordu Elif. Henüz on yaşındaydı; ama sevmeyi, en az büyükler kadar biliyordu.

Önce annesinin ellerini seviyordu her sabah. Hamur yoğururken parmaklarına yapışan undan kokusu, Elif için dünyadaki en güvenli kokuydu. Sonra babasını severdi; eve her geldiğinde elleri nasırlı, yüzü yorgun ama gözleri sıcaktı. Kardeşinin saçlarını okşarken, onunla kavga ederken bile içinde bir sevgi dalgası kabarıyordu. Arkadaşlarını severdi, koşup oynarken düşüp dizleri kanasa bile onların gülüşünde kendini bulurdu yine de onları severdi.

Elif’in dedesi ona küçük yaşta öğretmişti: “Kızım, aklın erdiği kadar Allah’ını sev, peygamberini sev, insanı sev. Çünkü sevgi her şeyin özüdür.” Elif bu sözleri bir dua gibi ezberlemişti. Bazen akşam ezanıyla beraber dedesinin yanına oturur, yıldızlara bakarken Allah’ı severdi, peygamberini severdi, duaları severdi.

Gönlü de usul usul büyüyordu. Bir gün okuldan dönerken komşunun bahçesindeki gül ağacına bakıp içinden “Büyüyünce bu gülü alıp biri bana hediye etse onu da sevmek istiyorum” diye geçirmişti. Belki bir gün gönlünün düştüğü biri olacaktı; belki de helali olacaktı. O hayali de şimdiden seviyordu.

Evlerinde bir kedi vardı; adı Minnoş’tu. Elif bazen Minnoş’u kucağına alır, saatlerce onun tüylerini okşar, onu tarar, çenesini kaşırdı. Bahçelerine konan serçelere yem atar, çiçekleri, sebzeleri sulardı. Çiçeği, kuşu, kediyi; kısacası nefes alan her şeyi severdi.

Her daim torununu gözlemleyen dedesi bir gün, Elif’in başını okşayarak “Kızım sen sevmeyi öğrenmişsin” dedi. “Sevmek bir insanın içindeki en büyük mirastır.”

Elif o an anladı: Sevmek sadece anne-babayı, kardeşi ya da arkadaşları değil; Kuşu, kediyi, gülü ve daha nice şeyi kucaklamaktı. Onları yaratan Allah’ı ve Peygamberini sevmekti. Sevgi onu büyütüyordu.

Ve Elif büyürken hep şu sözü hatırladı:
Biz severiz de severiz…

Elif büyümüştü artık. Ortaokulu bitirmenin gururunu taşıyor, önünde yeni bir kapı gibi liseye başlama heyecanı duruyordu. Yaz boyunca köyün toprak yollarında yürürken, gökyüzüne bakıp hayaller kuruyor, bazen de dedesinin dizinin dibine oturup uzun uzun sohbet ediyordu.

Babası sabahın erken saatlerinde işine gidiyor, akşam eve döndüğünde yorgunluğu yüzünden kızının gözlerindeki yeni ışığı tam göremiyordu. Onun iyi bir evlat olduğunu biliyordu ama huylarını, alışkanlıklarını, gizli gizli kurduğu hayallerini tam anlamıyla tanımıyordu.

Dedesi ise başka biriydi; torununu bir öğretmen sabrıyla, bir baba şefkatiyle tanımıştı. Elif’in defterlerinin köşelerine yazdığı küçük duaları, akşam ezanında ellerini açıp ettiği içli dilekleri biliyordu. Onu sadece bir çocuk olarak değil, bir ruh olarak da görüyordu.

Bu yüzden liseye geçerken dedesi farklı bir kararın peşindeydi. Babası Elif’i kasabadaki normal liseye göndermeyi düşünürken, dedesi onun imam hatip lisesine gitmesini istiyordu. Çünkü torununun kalbinin oradaki atmosferde daha da büyüyeceğine, karakterinin güçleneceğine inanıyordu.

Bir akşamüstü kapının önünde otururken dedesi yumuşak bir sesle konuştu:
“Bak Elif, sen farklı bir kızsın. Bilgi, iman ve ahlâk birlikte yürürse insan tam insan olur. Senin gönlün ışığa açık, sen o okulu hak ediyorsun.”

Elif ise sessizce dinledi. Gökyüzü morla turuncu arasında bir renge bürünmüş, kuşlar ağaçlara dönüyordu. İçinde hem bir gurur hem de bir tereddüt vardı. Babasının planı, dedesinin isteği ve kendi hayalleri arasında ince bir köprü kurmaya çalışıyordu.

Belki bu yolculuk onun için bambaşka bir dönemin başlangıcı olacaktı. Dedesi ise torununun geleceğine ışık tutan bir kandil gibi yanmaya devam ediyordu.

Babası, sonunda kararı Elif’e bıraktı. Onun olgun bir kız olduğuna, kendi yolunu seçebileceğine inanıyordu. Elif düşünerek ve hissederek karar verdi; dedesinin sözleri kulağında, yüreğinde yankılandı ve imam hatip lisesine gitmeyi kabul etti. Babası da kızının bu kararına saygı gösterdi.

Yeni okuluyla birlikte Elif’in hayatında farklı bir dönem başladı. Sabah ezanıyla uyanıyor, derslerde Kur’an ve din bilgisi konularını öğreniyor, öğleden sonraları ise arkadaşlarıyla vakit geçiriyordu. Gün geçtikçe dinini ve dinin gereklerini daha derinlemesine anlamaya başladı.

Ama bu öğrenme süreci ona sadece huzur getirmedi; sorular da getirdi. Bir gün mezhepler konusuna geldiklerinde zihni karıştı. Defterinin kenarına kocaman bir soru işareti çizdi.

“Mezhep ne demek?” diye düşündü.
“Bir dinin içinde nasıl ayrı ayrı yollar olur? Ayrı ayrı inananlar yine de aynı Müslüman mı olur?”

Elif, eve döndüğünde bu sorularla dedesinin yanına oturdu. Her zamanki gibi akşam serinliği kapıda oturan dedesinin yüzüne vuruyordu, gökyüzü kızıla çalıyordu. Dedesinin su bardağına doldurulan çayı, dedesi akşamları büyük bardakta çay içmeyi severdi, bardağından yükselen çayın buharını izlerken içindeki merakı dile getirdi.

— Dede, biz okulda mezhepleri öğrendik ama aklım almıyor. Neden bir dinin içinde farklı mezhepler var?
— Kızım, bu çok eski bir mesele. Dinin özü birdir, inanç birdir. Ama insanlar yaşadıkları yerlere, geleneklerine, anlayışlarına göre bazı konuları farklı yorumlamış. O yüzden mezhepler ortaya çıkmış. Farklı yollar olabilir ama hedef aynıdır.

Elif dedesinin sözlerini dikkatle dinledi. Henüz tam anlamıyla kavrayamasa da, mezheplerin bir ayrılık değil bir çeşitlilik olduğunu hissetmeye başladı. Bu sorular onun zihnini açıyor, inancını daha derin bir şekilde anlamaya doğru yönlendiriyordu.

O gece defterine şunu yazdı:

Elif’in defterinde hâlâ aynı cümle duruyordu:
“Bilmek, bazen sormaktan başlar. Mezhepler farklı olsa da kalpler aynı göğe bakar.”

O günden sonra Elif’in merakı giderek büyüdü. Bu kez gözünü Alevi inancına çevirdi. İnsan odaklı bu öğreti ona Yaradan’a daha sıcak, daha sevgi dolu bir kapı gibi görünüyordu. Kitaplardan, dedesinin anlattıklarından ve okulda bulduğu kaynaklardan Aleviliğin temel düsturlarını öğrenmeye başladı.

Okudukça şunu fark etti: Diğer bazı yorumlarda ön planda olan cehennem ya da şeytan korkusu yerine Alevilikte sevgi, adalet ve insanı insan yapan erdemler öne çıkıyordu. “Yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmek” sözünü her okuduğunda içi titriyordu.

Dedesinin de sık sık söylediği bazı ilkeler artık Elif’in defterlerinde koca koca başlıklara dönüşmüştü:
— Yoksulu, garibanı ezmemek.
— İnsan olmayanın yanında durmamak.
— Vurgunculuk, soygunculuk yapmamak.
— Çakalların sofrasına oturmamak.
— Yarı yolda bırakıp kaçanların peşinden gitmemek.
— Adam olmayan adamı takmamak.
— Ve en önemlisi: eline, diline, beline sahip olmak.

Bu sözler Elif’in zihninde birer ders, birer pusula gibi yer etti. Sanki dinin kalbinde, insanın kendisi için de bir ahlak pusulası vardı. Elif bu pusulayı takip ettikçe hem Yaradan’a hem de yaratılmışlara daha çok yaklaşacağını hissediyordu.,

Her yaz akşamı olduğu gibi, kapının önünde dedesiyle yan yana otururlardı. Hava serinlerken, bahçedeki toprak kokusu yükselir, uzaklardan cırcır böceklerinin sesi gelirdi. Dedesi su bardağında çayını yudumlarken, Elif gökyüzünün turuncudan mora dönen renklerini izlerdi. Bu manzara ona hep aynı düşünceyi fısıldardı:

“Belki de bütün yolların özünde aynı sevgi var.
Yeter ki insan, insan kalsın…
İnsan insanı, onu ve dünyada yarattığı canlı cansız her şeyi sevsin.
Ve yüreği her zaman temiz olsun…”

Elif bu sözleri içinden tekrar ederken dedesinin yüzüne bakardı. O kırışıklıkların içinde yılların bilgeliği, gözlerindeki parıltıda ise hâlâ canlı bir umut vardı. O anlarda Elif, hayatın bütün yüküne rağmen sevginin ve temiz bir yüreğin insanı nasıl diri tuttuğunu hissederdi.

Okuldan mezun olduğunda Elif’in içindeki merak bitmemişti; aksine büyümüştü. Artık kitaplardan öğrendiklerinin ötesine geçmek, insanlara dokunmak, sözleri yüz yüze duymak istiyordu.

Bu yüzden şehirdeki Alevi dedelerini araştırmaya başladı. İnternetten, kitaplardan, dedesinden öğrendiği isimleri not etti, adreslerini buldu. Birkaç hafta sonra cesaretini toplayarak şehir merkezine gitti.

Yaşlı bir dede onu ahşap bir dergâhın kapısında güler yüzle karşıladı. Elif, bir misafir gibi ağırlandı, sorularını çekinmeden sordu. Dedelerden biri ona insanın gönül temizliğinden, bir diğeri toplumda dayanışmadan, bir başkası ise nefse hâkim olmaktan söz etti.

Her görüşmede Elif defterine uzun uzun notlar aldı. Onlardan aldığı bilgiler sadece birer bilgi değil, birer hayat dersine dönüşüyordu. Kendini, insanı ve Yaradan’ı anlamaya dair yeni kapılar açılıyordu önünde.

Her köye dönüş yolunda minibüsün camından dışarı bakarken dedesinin sözlerini hatırlıyordu:
“Belki de bütün yolların özünde aynı sevgi var…”

Şimdi artık bu sözü sadece duyduğu bir nasihat olarak değil, yaşadığı bir hakikat olarak hissediyordu.

Üniversite sınavını kazanmış, ilahiyat fakültesine kaydını yaptırmıştı. Ailesi gururlu, komşuları sevinçliydi. Herkes onun “iyi bir din âlimi” olacağına inanıyordu. Oysa o, dışarıdan bakıldığında sakin görünen yüzünün ardında, fırtınalı bir ruh taşıyordu.

Her sabah fakülteye doğru yürürken, gökyüzüne bakıyor; bulutların şekillerinde, ağaçların dallarında, kuşların kanat çırpışında bir sır arıyordu. İnsanların sorularına ezberden verilen cevapların ötesinde bir hakikat olduğunu hissediyor, ama bu hakikate ulaşmanın yolunu bir türlü bulamıyordu.

Kütüphanede saatlerce kalıyor hem klasik tefsirleri hem de modern felsefe kitaplarını inceliyordu. Her okuduğu satır, bir taraftan ona yeni ufuklar açıyor, diğer taraftan zihnini daha da karıştırıyordu. “Eğer her şey bir düzen içinde yaratıldıysa,” diye düşünüyordu, “o zaman bu düzenin içindeki her canlının bir hikmeti olmalı.”

Bu yüzden yalnızca insanlar değil, en küçük böcekler, çiçekler ve hayvanlar da ilgisini çekiyordu. Mahalledeki sokak kedilerinin davranışlarını gözlemliyor, karıncaların yuvaya taşıdığı yiyecekleri saatlerce izliyor, gökyüzünde uçan kuşların rotalarını merak ediyordu. Ona göre bütün bu varlıklar, görünmeyen bir kitabın satırları gibiydi; okumayı bilen için her biri ayrı bir ayet, ayrı bir hikmetti.

Ne var ki, bu merak ve arayış, bazen onu geceleri uykusuz bırakıyordu. Kafasındaki sorular bir türlü susmak bilmiyor, “İnanç yalnızca kabullenmek midir, yoksa anlamak da gerekir mi?” sorusu zihninin derinliklerinde yankılanıyordu. Belki de, diye düşündü bir gece, hakikate giden yol soruları susturmaktan değil, onlarla yaşamayı öğrenmekten geçiyordu.

Üniversite sınavını kazanıp ilahiyat fakültesine kaydını yaptırmıştı; ama kafasındaki sorular hâlâ yanıt bulmamıştı. İnsanları, canlıları, doğadaki düzeni anlamaya dair merakı her geçen gün büyüyordu. Bir sabah, kararını verdi: ilahiyat fakültesinden eğitim fakültesi, biyoloji bölümüne geçiş için müracaat edecekti.

Başvurusunu yaptıktan kısa bir süre sonra kabul edildiğini öğrendi. O an, kalbinde bir sevinç ve huzur dalgası yükseldi. Artık merak ettiği soruların peşinden gidebileceği bir yol açılmıştı. Doğanın gizemini, canlıların yaşam biçimlerini, hayatın küçük mucizelerini gözlemleyebilecekti.

Biyoloji derslerinde, gözlemler ve deneylerle öğrenmenin heyecanını ilk kez hissetti. Mikroskop altındaki tek bir hücre bile ona, yaratılışın karmaşık ve kusursuz düzenini anlatıyordu. Sınıfta arkadaşlarıyla yaptığı tartışmalar, hocasının yönlendirdiği deneyler, doğaya bakışını tamamen değiştirmişti.

Ama bu yeni yolculuk, aynı zamanda içsel bir çatışmayı da beraberinde getirdi. Dini öğretilerle bilimsel gözlemler arasındaki sınırlar, kafasında sürekli bir sorgulama doğuruyordu. “İnanç ve bilim, birbirine karşıt mı yoksa birbirini tamamlayan iki yol mu?” sorusu her adımda zihninde yankılanıyordu.

Artık o, sadece soruların cevaplarını arayan bir öğrenci değil, aynı zamanda yaşamın anlamını, varoluşun sırlarını hem gözlem hem de düşünceyle keşfetmeye çalışan bir yolcuydu. Her yeni deney, her yeni gözlem, ona sadece bilgi değil, aynı zamanda derin bir hayranlık ve saygı kazandırıyordu.

Bu saygı ister Tanrı’ya ister insana, isterse yaşamın en küçük yaratığına olsun, her şeye karşı duyulan derin bir hayranlığa ve anlayışa dayanıyordu. O, her durumda, var olan her şeye bir anlam yüklemeye, her canlıyı ve olayı merak ve saygıyla gözlemlemeye devam ediyordu.

Artık o, Tanrı’ya karşı duyduğu inancı ve sevgiyi daha derin, daha olgun bir şekilde yaşıyordu; her gün, varlığın kudretine hayranlıkla bakıyor, Yaratıcıyı büyük bir saygı ve minnetle anıyordu. Aynı zamanda insanı da gerçek anlamda seviyor, özellikle de Alevi inancındaki insanın içtenliğini, dayanışmasını ve samimiyetini kalbinden hissediyordu. Onun sevgisi, sadece bir inanç biçimine değil; insanın özüne, emeğine ve yaşamla kurduğu derin bağa yönelmişti.

Şimdi daha iyi anlıyordu; “Belki de bütün yolların özünde aynı sevgi var.”

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar