SON DAKİKA
Reklam
İrfan BAŞARANOĞLU

ZENGİN BEBESİ

ZENGİN BEBESİ
A- A+

Koleji bitirir bitirmez soluğu deniz kıyısındaki yazlıklarında almıştı, sonradan gelen arkadaşlarıyla birlikte dört haftalık unutulmaz bir tatil geçirmişlerdi. Sabahları denizin tuzlu kokusu ve martı sesleriyle uyanıyor, gün boyu masmavi sularda yüzüp altın gibi parlayan kumlarda güneşleniyorlardı. Akşamüstleri sahil boyunca yürüyüşler yaparak denizin üzerine vuran kızıl gün batımını izliyor, geceleri ise şehrin renkli ışıklarla süslü diskoteklerinde dans edip eğlenerek tatillerine ayrı bir coşku katıyorlardı. Her anı, gençliğin verdiği enerji ve özgürlüğün tadıyla doluydu.
Tatilin son gününde, herkes kahkahalar içinde eğlenirken içlerinden biri – belki de şu an için en sessiz olanı, ev sahibi – kalabalığın arasından ayrılıp dışarı çıktı. Denize doğru bakarken tuzlu havayı derin derin içine çekti ve geleceğini düşünmeye başladı. Bu dört haftalık rüya gibi zamanın sonsuza dek sürmeyeceğini biliyordu, hayatın onları bambaşka yollara savuracağını hissediyordu; yine de özgürlük ve neşe dolu bu anları iliklerine kadar yaşamaya çalışıyordu.
Yakında uzun bir yolculuğa çıkacak, üniversite öğrenimi için yurt dışına gidecekti. Babasıyla pek anlaşamıyorlardı; bu ayrılık hem kendisi hem de babası için belki de bir dönüm noktası olacaktı. Ayrı kaldıklarında birbirlerini özleyecek, belki de sonunda birbirlerini daha iyi anlayabileceklerdi. Annesinin vefatından sonra babasıyla yaşadığı anlaşmazlıklar gitgide artmış, aralarındaki bağın eski sıcaklığı yavaş yavaş zayıflamıştı.

Bu düşüncelere dalmışken bir sesin “Abidin!” diye çağırmasıyla irkildi. Dalgınlığından sıyrılıp arkasını döndüğünde Zeliha’yı gördü. Zeliha meraklı ve biraz endişeli bir ifadeyle yaklaşarak,
— “Neden içerde değilsin? Seni aradım, bulamayınca dışarı çıktım. Bir sıkıntın mı var?” diye sordu.
Abidin hafif bir tebessümle başını salladı.
— “Yok Zeliha, sadece biraz denize bakmak istedim. İçerisi çok kalabalıktı,” dedi.
Zeliha onun yanına oturup denize baktı. İkisi de bir süre sessizce dalgaların sesini dinlediler. Zeliha gülümseyerek,
— “Bazen kalabalıktan uzaklaşıp nefes almak iyi gelir. Sen de hep böyle yaparsın zaten,” dedi.
Abidin dostça bir bakışla ona döndü.
— “Sen olmasan kimse fark etmezdi belki,” dedi.
İkisi de küçük bir kahkaha attılar. O an, aralarındaki yıllara dayanan güven ve dostluğun verdiği huzur ikisine de iyi gelmişti.

Abidin, denize bakmaya devam ederken alçak bir sesle konuştu:
— “Biliyorsun, yakında yurtdışına gideceğim. Belki tatillerde bile buralara uğramam. Geleceğim hakkında ne yapacağımı düşünüyordum. Yarın dönüyoruz; ondan sonra araştırmalara başlayacağım, kendime uygun bir üniversite seçip o ülkeye gideceğim. Bu arada babamla olan sorunlarımdan da haberdarsın… Tüm bunlar kafamı çok meşgul ediyor.”
Zeliha, Abidin’in sözlerini dikkatle dinledi. Sonra elini uzatıp onun saçlarını nazikçe karıştırdı, gözlerinin içine sevgiyle bakarak gülümsedi:
— “Her şey daha iyi olacak, inan bana,” dedi.
Abidin o anda, Zeliha’nın yanında olmasının verdiği huzuru derin bir nefes gibi içine çekti; dostluğun verdiği güven, geleceğe dair kaygılarının üzerine ince bir tül gibi serildi.

Abidin derin bir nefes aldıktan sonra ayağa kalktı:
— “Hadi, arkadaşlarımın yanına dönelim. Sabah erken yola çıkacağız, onları da alıp eve dönmem gerek. Artık seninle İstanbul’da görüşürüz,” dedi.
Zeliha başını hafifçe sallayarak gülümsedi. Birlikte içeri girdiler, arkadaşlarını bulup vedalaşarak hep birlikte villaya döndüler. Gece boyunca denizin kokusu ve arkadaşlarının kahkahaları Abidin’in aklında kaldı; sabah başlayacak yeni yolculuğun öncesinde bu anlar zihnine bir fotoğraf gibi kazındı.

Abidin İstanbul’a döndüğünde evin salonunda babası onu karşıladı.
— “Tatilin iyi geçti mi?” diye sordu.
Abidin yorgun ama mutlu bir gülümsemeyle,
— “Harikaydı,” dedi.
Babası bu kez daha ciddi bir sesle,
— “Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu.
Abidin hiç düşünmeden yanıtladı:
— “Yurtdışında bir üniversite araştıracağım.”
Babası, kısa bir sessizlikten sonra başını sallayıp,
— “İyi edersin,” diyerek bir anlamda ona destek oldu.
Abidin, birkaç gün sonra bilgisayarının başına geçerek internetten üniversiteleri araştırmaya başladı. Saatler süren incelemelerin ardından İngiltere’deki bir üniversitede karar kıldı. Önünde yeni bir hayatın, yeni bir yolculuğun kapıları yavaş yavaş aralanıyordu.

Akşam babası eve geldiğinde sofra hazırdı. Yemek boyunca Abidin gideceği üniversiteden, oradaki olanaklardan, eğitim kalitesinden ve geleceğine yapacağı katkılardan söz etti. Babası ise onu dinlerken, mezun olduktan sonra işlerinin başına geçmesini istediği için Abidin’in kendi planına uygun bir üniversiteye gitmesini arzuluyordu.
İkisi arasında kısa sürede hararetli bir tartışma başladı. Babası sesini yükseltmemeye çalışarak, “Nasıl biliyorsan öyle yap,” diyerek tartışmanın daha da büyümesini önlemeye çalıştı. Bu söz, Abidin’in kulağına bir destekten çok sitem gibi geldi. Kendisine gerçekten arka çıkılmadığını hisseden Abidin öfkeyle sofradan kalktı.
O akşamdan sonra bu konuyu bir daha açmadılar; aralarındaki sessizlik, söyleyemedikleri cümlelerden daha ağır bir yük gibi ikisinin arasında asılı kaldı.

Birkaç hafta sonra, tüm hazırlıklarını tamamlayan Abidin, bir akşam yemek sırasında babasına dönerek,
— “Yarın İngiltere’ye uçuyorum. Biletimi aldım, kayıt ve kalacak yer işlerini halledeceğim,” dedi.
Ardından, orada bazı tanıdıkları olduğunu ve gerekirse onların yardımını alacağını da ekledi.
Babası, Abidin’in kendi başına iş yapmasına sinirlense de sesini çıkarmadı ama “Beraber gitsek daha iyi olurdu,” dedi. Abidin ise kararlı bir şekilde,
— “Gerek yok, tanıdıkların yardımıyla her şeyi halledeceğim. Bir sorun olursa seni arayacağım,” dedi.
Ertesi sabah, babasıyla birlikte yola çıkan Abidin, önce babasının işyerine uğradı. Uçağın kalkmasına birkaç saat olduğu için birlikte oturup konuştular, anılarını ve planlarını paylaştılar. O kısa zaman hem ayrılığın verdiği hüznü hem de yeni bir başlangıcın heyecanını birlikte yaşamaları için değerli bir an oldu.

Babası, “Seni havaalanına bırakayım,” dediğinde Abidin gülümsedi ve
— “Hayır baba, bir taksiye atlar giderim, sen yorulma,” dedi.
Vedalaşıp babasının yanından ayrılan Abidin, holdingin kapısından çıkarken Zeliha’yı aradı.
— “Yola çıkmak üzereyim, İngiltere’den bir isteğin var mı?” diye sordu.
Zeliha neşeyle,
— “İyi yolculuklar, teşekkür ederim,” dedi.
Abidin küçük seyahat çantasını eline aldı, saatine baktı; daha zaman vardı. Eğer hemen taksiye binip giderse birkaç saat havaalanında bekleyecekti ve canı sıkılabilirdi. “En iyisi biraz yürüyüp sonra bir taksiye binerim,” diye düşündü.

Bir süre yürüdükten sonra yorulduğunu hissetti ve etrafına bakınarak taksi aramaya başladı. Uzun süre hiçbir taksi bulamayınca, içinden “O zaman otostop yapayım,” diye geçirdi. Hem yürüyerek ilerliyor hem de arada bir durup geçen araçlara el kaldırıyordu.
Şansı yaver gitti ve bir araç durdu. Ön koltukta oturan kişi,
— “Nereye hemşerim?” diye sordu.
Abidin, biraz heyecanlı ama kararlı bir şekilde,
— “Havaalanına gideceğim. En yakın taksi durağına kadar beni alırsanız memnun olurum,” dedi.
Sürücü gülümseyerek,
— “Elbette, biz de o yöne gidiyoruz, şansın varmış, atla!” dedi.
Abidin arka kapıyı açıp bindiğinde, aracın içinde bir kişinin daha oturduğunu fark etti.

Bir süre ilerledikten sonra araç içinde sohbete başladılar. Abidin, yolculuğunun nereye olduğunu ve nedenini anlattı. Yanında oturan adam ara sıra Abidin’e yan yan bakıyor, önde oturan kişi ve şoför de aynadan onu kontrol ediyordu.
Bir müddet sonra araç, havaalanına giden ana yoldan sapıp daha tenha bir yola girdi. Abidin tedirgin bir şekilde,
— “Ne oluyor? Neden buradan gidiyoruz?” diye sordu.
Sürücü gülümseyerek,
— “Bu yol daha kestirme, daha çabuk gideriz,” dedi.
Ancak Abidin içten içe rahatsız olmuştu.
— “Normal yoldan gitseydik, ben kendim bir taksi bulurdum, sizi meşgul etmezdim,” dedi ama sözünü tamamlayamadan yanında oturan adam cebinden ani bir hareketle bir bıçak çıkararak, sert bir tonda,
— “Fazla konuşma zengin bebesi,” dedi.
O andan itibaren Abidin’in tedirginliği korkuya dönüştü; içgüdüleri, bu yolculuğun hiç de planladığı gibi gitmediğini fısıldıyordu.

Araç, ıssız bir yere vardığında Abidin zorla araçtan indirildi. Üzerine atıldılar; yumruklar ve tekmeler peş peşe geldi. Abidin kendini korumaya çalışsa da etkisizdi.
Bir süre sonra önde oturan kişi yerdeki büyük bir taş parçasını alarak Abidin’in kafasına vurdu. Abidin o anda bilincini kaybetti.
Diğerleri, bayılmış olan Abidin’in ceplerini boşaltıp saatini, cep telefonunu ve ne varsa almışlardı. Bavul zaten araçta kalmıştı. Onlar, Abidin’i orada, yalnız ve yaralı halde bırakarak yollarına devam ettiler.

Ertesi sabah, toz toprak içinde yattığı yerden doğrulan Abidin, başına gelenleri anlamaya çalışıyordu. Midesi guruldayarak açlığını hatırlattı; etrafına bakındı ama bu ıssız yerde yiyecek ne bulabilirdi ki? Kenar mahallelerden birine girdiğinde insanların bakışları üzerinde toplandı. Üstü başı perişan, yüzü gözü kan içindeydi; onu görenler sarhoş ya da belalı biri sandıkları için uzak duruyorlardı. Çocuklar bile çekinerek yolunu değiştiriyordu.

İleride gördüğü bir çeşmeye yönelip elini yüzünü yıkadı, üstünü başını toparlamaya, hiç değilse biraz olsun derli toplu görünmeye çalıştı. Kimse ona yardım etmiyor, o da kimseden istemiyordu zaten. Uzun süredir yürümekten ve açlıktan iyice bitap düşmüş bir halde, eski bir evin duvarının dibine yığılırcasına oturdu ve kısa sürede uykuya daldı.

Uyandığında hava kararmış, sokaklar tamamen tenhalaşmıştı. Açlığa daha fazla dayanamayacağını anlayınca bir kapıyı çalıp yiyecek bir şeyler istemeye niyetlendi. Ama kimin kapısını çalabilirdi? Bu hâliyle kim ona kapısını açıp yardım ederdi ki?

Karanlık ve dar sokaklardan çıkıp sıra sıra apartmanların dizildiği başka bir mahalleye girdi. Burası biraz önceki kenar mahalleye göre bambaşkaydı; belli ki daha varlıklı insanların yaşadığı bir yerdi. Sokaklar aydınlık, caddeler ışıl ışıldı. Camlardan televizyon ışıkları sızıyor, kaldırım taşları bile tertemiz görünüyordu.

Açık gördüğü küçük bir markete yöneldi. İçinde titreyen bir umutla, hiç olmazsa bir lokma ekmek isteyecekti. Ama daha kapıdan içeri adım atmadan, market görevlisi onu tepeden tırnağa süzüp sert bir sesle dışarı çıkmasını söyledi. O anda Abidin’in boğazına bir düğüm oturdu; gururu ile açlığı bir kez daha çarpıştı. Ses çıkaramadı, sadece arkasını dönüp yürümeye devam etti.

Açlık artık dayanılmaz hâle gelmişti. Dizlerinin bağı çözülüyor, gözleri kararıyordu. Tam o sırada bir apartmanın bahçe korkuluklarına asılı bir poşet gördü. İçinde bayat ekmekler vardı. Bir an etrafa bakındı; kimse yoktu. Poşeti alıp tenha bir köşeye çekildi. Titreyen elleriyle poşeti açtı ve ekmeklerden kopararak yemeye başladı. Her lokma, boğazından taş gibi inerken açlığını biraz olsun yatıştırıyor ama yüreğine çöken çaresizliği azaltmıyordu.

Abidin’in babası, oğlunun hâlâ kendisini aramaması yüzünden dünden beri endişe içindeydi. “Belki yoğunluktan arayamamıştır” diyerek kendi kendini avutmaya çalıştı, fakat içindeki huzursuzluk gitgide büyüyordu. Sonunda dayanamayıp telefonu eline aldı ve oğlunu aradı. Ancak karşı taraftan yanıt gelmedi; sadece o soğuk, mekanik ses duyuluyordu: “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz…”

Bir süre bekledi, tekrar denedi, yine aynı ses… Yüreğindeki sıkıntı büyüdü, kaygısı artmaya başladı. Belki Abidin arkadaşlarından birini aramıştır diye düşündü ve oğlunun tanıdığı bazı arkadaşlarını aradı. Ama hepsi aynı şeyi söyledi: “Hayır, görüşmedik.”

İçlerinden biri, “Zeliha’yı arayın,mutlaka onu aramıştır.” Dedi ve Zeliha’nın telefon numarasını verdi.

Baba bir yandan sürekli Abidin’in telefonunu arıyor, her seferinde aynı mekanik sesle karşılaşıyordu. Sonunda Zeliha’yı aradı, kendini tanıttı ve “Bugün Abidin ile görüştünüz mü?” diye sordu. Zeliha ise sadece “Dün uçağa binmeden önce konuşmuştuk, ondan sonra bir daha görüşmedik” diyebildi.

Telefonu kapattıktan sonra Abidin’in babası sandalyesine çöktü. Elindeki telefon hâlâ sımsıkı kavranmıştı. İçinden “Bir şey oldu bu çocuğa…” diye geçiriyordu. Aradığı her numara, aldığı her olumsuz cevap yüreğinde yeni bir sancı oluşturuyordu.

Bir süre derin derin düşündü. Sonra tekrar Zeliha’yı arayıp bu kez daha sakin bir sesle konuştu:
— Kızım, sen onunla en son konuştuğunda sesi nasıldı? Bir şeye canı mı sıkılmıştı, morali bozuk muydu?
Zeliha kısa bir duraksamadan sonra,
— Valla amca, dün konuştuğumuzda havaalanına gidiyordu, ondan sonrada görüşmedik ama kötü bir şey de söylemedi, sesi her zamanki gibiydi. dedi.

Baba daha da meraklanmıştı.
— Uçaktan indiğinde sana yazmadı mı? Mesaj atmadı mı?
— Hayır… normalde atardı. Bu kez hiç ses çıkmadı. Ben de şaşırdım, dedi Zeliha.

Bu konuşmanın ardından Abidin’in babasının yüreğine ağır bir taş oturdu. Oğlunun kaybolduğu ya da başına kötü bir şey geldiği fikri giderek güçleniyordu. Hemen defterinden eski numaraları taramaya başladı; kimlerle bağlantıya geçebileceğini düşünüyor, belki bir ipucu bulurum umuduyla sağa sola telefon ediyordu.

Bir yandan da aklına polis ya da hastane geldi. “Ya bir kazaya karıştıysa… ya bir yerde baygınsa…” diye mırıldandı. Ceketini kaptığı gibi evden çıktı. Gece karanlığında oğlunun izini bulmak için hangi kapıya gideceğini bile bilmiyordu ama içgüdüsel olarak bir şeyler yapmak zorundaydı. Dışarı çıkan Abidin’in babası, önce polis merkezinin yolunu tuttu. Gecenin bu saatinde karakoldan içeri girer girmez nöbetçi memura yaklaştı:

— Oğlumdan iki gündür haber alamıyorum, dedi. Dün uçağa binecekti ama telefonları kapalı. Kayboldu diye korkuyorum.

Memur kimlik bilgilerini aldı, Abidin’in fotoğrafını istedi. Baba cüzdanından oğlunun bir resmini çıkarıp masaya koydu. Memur, kayıp başvurusu için gerekli işlemleri başlattı. “Ama beyefendi,” dedi memur, “birkaç saat içinde geri dönebilir. Biz yine de kaydı açalım, hastaneleri de arayın.”

Baba karakoldan çıkar çıkmaz en yakın hastaneye gitti. Ardından civardaki hastanelerden soruşturdu, acil servis kayıtlarını tek tek sordu. “Bu isimde biri geldi mi, kazaya karıştı mı?” diye her görevliye aynı soruyu yöneltiyordu. Her defasında aldığı cevap olumsuzdu ama aramaktan vazgeçmedi.

Son olarak havaalanına gidip güvenlik birimiyle konuştu. Abidin’in uçuş bilgilerini teyit etti; gerçekten de dün bindiği uçağın listesinde oğlunun adı vardı ama uçağa bindiğine veya nereye gittiğine dair bir kayıt yoktu. Yani uçağa binmemişti. Baba havaalanının çıkış kapısında bir süre durdu; gelen giden insanlara, taksilere, hatta bir ip ucu bulurum umuduyla çöp kutularına bile baktı. İçindeki endişe büyüdükçe büyüyordu.

Sabahın ilk ışıkları yükselirken Abidin’in babası kendi kendine, “Ben oğlumu bulmadan eve dönmem,” diye mırıldandı. Yorgun ama kararlıydı. Bu kez doğrudan holdinge giderek oradan araştırmalarına devam etmeye karar verdi; belki çalışanlardan ya da bağlantılardan bir ipucu bulabilirdi.

Öte yandan, akşamki telefon görüşmesinden sonra Zeliha da huzursuz olmuştu. Abidin’in ortadan kaybolması ona da tuhaf gelmişti. Sabah erkenden Abidin’i aramaya başladı, arkadaşlarına sorup soruşturdu, sosyal medya hesaplarına baktı ama orada da hiçbir iz bulamadı. Adeta Abidin buhar olup uçmuş gibiydi.

Bir umutla Abidin’in babasını aradı; belki o bir şey öğrenmiştir diye düşündü. Fakat telefondaki ses aynı kaygı ve yorgunlukla konuşuyordu: “Hiçbir gelişme yok…” Sanki Abidin yer yarılmış da içine girmişti. İki taraf da her geçen saat daha fazla umutsuzluğa sürükleniyor, ama yine de aramaktan vazgeçmiyorlardı.

Aradan iki hafta geçmişti; hâlâ Abidin’den hiçbir haber alınamamıştı. Bu süre içinde o, her geçen gün biraz daha perişan hâle gelmişti. Sokaklarda avare avare dolaşıyor, yıkıntılarda yatıp kalkıyor, bazen sokak çocuklarıyla birlikte harabe köşelerinde sabahlıyordu.

Son günlerde bu çocuklardan da uzaklaşmış, kimseyle konuşmaz olmuştu. Kendi kendine bir surun yıkıntıları arasına sığınmış, orada yatıp kalkmaya başlamıştı. İyice halsizleşmişti; saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı lime lime, yüzü solgundu. Artık yaşayan bir ölü gibiydi.

Kendini zorlayarak ayağa kalktı, surun yıkıntıları arasından titreyerek geçti ve villaların gösterişli cephelerinin önünden sessizce yürüdü. Akşamın alacakaranlığı her adımda ağırlaşıyor, gölgeler sanki onu yutacakmış gibi uzuyordu. Çöp konteynerlerini karıştırarak bulduğu sebze ve meyve artıklarını, küflenmiş ekmek parçalarını bir villanın duvarının dibine oturup titreyerek yemeye başladı. Her lokma, açlığın ve yorgunluğun acısını biraz olsun dindirmeye yetiyordu ama rahatlama kısa sürüyordu. Sonra sırtını soğuk duvara dayadı, gözlerini kapattı; yorgunluk ve çaresizlik içinde, dünya sanki bir anlığına durdu ve o, orada, kaldırımın üzerinde sessizce uyuya kaldı.

Sabahın serinliği villaların arasındaki geniş yollara ince bir sis gibi çökmüştü. Zeliha, üniversiteye gitmeden önce kısa bir yürüyüş yapmak istemişti. Adımlarını atarken mahallenin düzenli bahçeleri, süs havuzları, çiçek kokuları arasında ilerliyor; ama içindeki huzursuzluk bir türlü dinmiyordu. Abidin’in kaybolduğu günden beri her yürüyüşünde gözleri onu arar olmuştu.

Kaldırımın ilerisine geldiğinde bir villanın duvar dibinde, çökmüş gibi oturan bir adam dikkatini çekti. Önce tereddütle baktı; üstü başı yırtık, saç sakal birbirine karışmış, elleri simsiyah, yüzü solgun biriydi. Yanından geçip gitti yürümeye devam etti ama bir şey onu durdurdu. Adamın yüzüne dikkatle bakınca sol kaşının kenarındaki ben dikkatini çekti, kalbi sıkıştı.
— Abidin?… diye fısıldadı.

Birkaç adım daha yaklaşarak çömeldi. Gördüğü manzara yüreğini parçaladı; gerçekten de Abidin’di bu. Tanıdığı güçlü, düzgün giyimli, gülen yüzlü adamdan eser kalmamıştı. Yavaşça omzuna dokundu:
— Abidin, ben Zeliha… gözlerini aç lütfen.

Abidin, yarı baygın bir hâlde gözlerini araladı. Önünde beliren silueti tanımıyordu. Dudakları titreyerek,
— Tamam gidiyorum… diye mırıldandı.

Zeliha’nın gözleri doldu. Çünkü karşısındaki adamın gözlerinin içine bakınca onun Abidin olduğundan iyice emin oldu. Elinde taşıdığı matarasından adamın yavaşça dudaklarına su sürdü. Telefonunda dinlediği müziği kapatarak hemen Abidin’in babasını aradı:
— Amca… amca! Abidin’i buldum! Onu hemen ambulans çağırıp en yakın hastaneye götürüyorum, size konum atarım diyerek telefonu kapattı ve ambulans çağırdı.

Mahalle bir anda sessizleşmiş gibiydi. Gelip geçenler onlara bakıyordu, kimi tiksinerek, kimi merhametle, kimi de Zeliha’yı taktir edercesine. Zeliha, Abidin’in yanına çökmüş, bir elini başının altına koymuş, diğer eliyle telefonunu tutarken kalbi hem korku hem sevinçle çarpıyordu. Artık arayış bitmişti; ama önlerinde başka bir mücadele başlıyordu.

Kısa süre içinde olay yerine bir ambulans gelmişti. Parlak ışıklar ve siren sesi eşliğinde sağlık görevlileri Abidin’i dikkatle sedyeye yerleştirdi. Vücudu hâlâ yorgun ve halsizdi; elleri titriyor, yorgun gözlerini zorla aralıyor, çevresindeki hareketleri anlamaya çalışıyordu.

Zeliha, telefonla ailesini aradı. Sesinde hem telaş hem de hafif bir rahatlama vardı:
— Abidin’i buldum, iyileşmesi için ambulansla hastaneye götürüyorlar. Ben de onunla birlikteyim. Lütfen merak etmeyin, her şey kontrol altında…

Ailesi kısa bir süre sessiz kaldı; ardından Zeliha’nın sözleri sayesinde içlerindeki endişe biraz olsun yatıştı. Zeliha, Abidin’in yanına geçip elini tuttu, gözlerinin içine bakarak:
— Merak etme Abidin, her şey yoluna girecek, dedi.

Ambulans hızla hastaneye doğru ilerlerken Zeliha, Abidin’in başucunda sessizce oturuyor, yanında olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Artık uzun ve yıpratıcı bir arayışın sonuna gelmişlerdi; önlerinde şimdi iyileşme ve yeniden toparlanma süreci vardı. Hastaneye vardıklarında Abidin’in babasına adres ve konum gönderdi. Kısa bir süre sonra Abidin’in babası da geldi.

Abidin hemen yoğun bakıma alınmıştı. Doktorlar başına toplanmış, gerekli tetkikleri yapmış ve tedaviye başlamışlardı. Babası, oğlunu yakından görmek istese de, yoğun bakım protokolü gereği buna izin verilmemişti. Camlı bölmeden oğluna bakarken, hem başına ne tür işler geldiğini merak ediyor hem de onu sağ olarak görmekten dolayı içten bir şükür duyuyordu.

Doktorlar babaya durumu açıkladılar: Abidin, başına sert bir cisimle ağır bir darbe almıştı ve şu anda hafıza kaybı yaşıyordu. Bu arada polisler gelerek babasının ve Zeliha’nın ifadesini aldılar. Bir süre sonra Abidin’den de ifade alındı, ama o hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Doktorlar, travmanın etkisinden kurtulup tedaviye yanıt verirse, ilerleyen günlerde hafızasına yeniden kavuşabileceğini belirttiler.

Abidin normal bir odaya alındığında babası gözlerini oğlundan ayıramıyor, her nefeste şükrediyor ve sessizce onun iyileşmesini bekliyordu. Zeliha da başucunda oturmuş, Abidin’in ellerini nazikçe tutuyor, yanında olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Sessizlik içinde bir umut ve dua hâkimdi o odada.

Günler geçtikçe Abidin’in durumu yavaş yavaş istikrara kavuşmaya başladı. Önce titrek ama anlamlı bakışlar atabiliyor, çevresini tanımaya çalışıyordu. Hafızası hâlâ bulanıktı; başına gelenleri hatırlayamıyor, kimseyi tam olarak tanıyamıyordu. Ancak doktorlar, vücudunun ve zihninin travmanın etkisinden kurtulmaya başladığını, sabırlı olunursa hafızasının da kademeli olarak geri geleceğini söylediler.

Zeliha her gün ziyarete geliyor, başucunda oturuyor, ellerini nazikçe tutuyor, ona tanıdık sesini ve isimleri söylüyordu. Başta bakışları boşken, zamanla gözleri yavaş yavaş odaklanmaya, tanıdık seslere tepki vermeye başladı. Babası da onları izliyor, her küçük hareketi, her titrek kelimesi için şükrediyordu.

Bir gün, Abidin gözlerini Zeliha’ya çevirdi ve titrek bir sesle:
— Zeliha… sen misin?
dedi. Kalbi sevinç ve huzurla doldu. Zeliha gözyaşlarını tutamadan gülümsedi:
— Evet, ben buradayım, Abidin. Her şey yolunda…

Babası da odaya girdiğinde, oğlunun adını söyledi ve Abidin bir an duraksadı, sonra hafifçe gülümsedi. Hafızası tümüyle geri gelmemişti ama artık tanıdığı insanlar ve güvenli bir ortam olduğunu biliyordu.

Günler ilerledikçe Abidin, küçük anı kırıntılarını hatırlamaya başladı; nereden geldiğini, son zamanlarda neler yaşadığını, açlığı ve yalnızlığı… Her hatırlayışıyla hem üzüldü hem de yaşadığı mucizeye minnet duydu. Zeliha ve babasının yanında, artık hayata tekrar bağlanıyordu.

Bu sırada polisler yeniden hastaneye geldi. Abidin’e ait pasaport ve kimliğin, bir vatandaş tarafından bulunup kendilerine getirildiğini bildirdiler. Bu yeni deliller doğrultusunda Abidin’in ifadesi alındı. Pasaport ve kimliği getiren vatandaşın ifadesiyle, Abidin’in hatırlayabildiği detaylar birleşti; suçlular kısa süre içinde yakalanarak cezaevine kondu.

Abidin, Zeliha ve babasının sevgi dolu çemberinde kısa sürede iyileşerek eski sağlıklı hâline kavuştu. Arkadaşları da hastanede kaldığı süre boyunca onu yalnız bırakmadılar; moral ve destek verdiler. Abidin tamamen iyileştiğinde, babasıyla aralarındaki ilişki de yeniden güçlendi. Baba, ona her daim şefkat ve sevgiyle yaklaşırken, Abidin de karşılığında saygı ve sevgiyle cevap veriyordu. Yaşanan trajedinin ardından baba-oğul ilişkileri daha derin ve sağlam bir bağa dönüşmüştü.

Geç de olsa, Abidin babasıyla birlikte İngiltere’ye giderek üniversiteye kaydını yaptırdı, barınma işlerini halletti ve tekrar yurda döndüler. Bu seyahatten dönerken Abidin, Zeliha’ya küçük ama anlamlı bir hediye getirmişti: kalp şeklinde bir kutu içinde çikolatalar ve Londra’yı hatırlatan iki katlı otobüs, Londra Köprüsü ve Saat Kulesi magnetleri. Hediyeyi verirken gözlerindeki mutluluk hem geçmişte yaşadığı zorlukların hem de sevdiklerinin yanında olmanın değerini yansıtıyordu.

Abidin bir süre sonra İngiltere’ye dönerek üniversiteye başladı. Günlük hayatına yavaş yavaş alışırken, zaman zaman başına gelen olayları aklına getiriyordu. En çok, kendisine saldıranların söylediği “Zengin Bebesi” sözünü hatırlıyor, o anların getirdiği öfke ve şaşkınlığı hâlâ hissediyordu. Ancak artık geçmişin yükünü taşımıyor, yaşadığı zor günlerden aldığı derslerle daha güçlü ve dikkatli bir şekilde yoluna devam ediyordu.

Zamanla Abidin, yaşadığı trajediyi bir güç kaynağına dönüştürdü. Geçmişin acı hatıraları hâlâ aklında yer etse de onları birer engel olarak değil, kendisini daha bilinçli ve güçlü yapan deneyimler olarak görüyordu. Zeliha ve babasının desteğiyle, yalnızca akademik hayatına değil, insan ilişkilerine de daha olgun bir şekilde yaklaşıyordu. Her sabah üniversiteye giderken, yaşadığı zorlukları ve hayatta değerli olanı hatırlıyor, minnet ve şükran duygusuyla yoluna devam ediyordu.

Artık Abidin hem geçmişin gölgesinden sıyrılmış hem de hayatın sunduğu fırsatları ve sevdiklerinin değerini daha iyi kavramış bir genç olarak, geleceğe umutla bakıyordu.

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar