SON DAKİKA
Reklam

EMEKLİ

EMEKLİ
A- A+

Otuz sekiz yıl boyunca, özel sektörde başlayıp kamu kurumlarında ve son olarak devlet dairelerinde devam eden yoğun bir çalışma temposu içinde görev yaptı. İlk yıllarında fabrikalarda ve yüklenici firmalarda emek verdi. Ardından sınavlara girerek bir kamu kurumuna geçti ve uzun süre burada çalıştı. Kurumun özelleştirilmesiyle birlikte devlet dairesine memur olarak atandı.

Nerede görev yaparsa yapsın, işin büyüğünü küçüğünü ayırmadı. Verilen her görevi, üşenmeden ve isteyerek yerine getirdi. Hatta çoğu kez sorumluluğu kendisine ait olmayan işleri bile gönüllü olarak üstlendi. Çünkü çalışmak onun için yalnızca bir zorunluluk değil, aynı zamanda bir hayat anlayışıydı. İnsanın emek verdiği işte iz bırakması gerektiğine inanıyordu.

Bu uzun yıllara yayılan emeklerinin karşılığını ise her yıl aldığı kadrolar ve başarı belgeleriyle göstermiş oldu. Zaman ilerlemiş, yılların yükü omuzlarına birikmişti. Yoğun ve tempolu bir çalışma hayatının ardından yorulmaya başlaması elbette doğaldı.

Son aylarda ise eşinin rahatsızlığı nedeniyle sık sık izin ve rapor almak zorunda kalmıştı. Bu durum, onun görev disiplini ve çalışma anlayışıyla bağdaşmıyordu. İşine olan saygısı, sorumluluk bilinci ve vicdanı, görevdeyken eksik kalma duygusunu taşımasına izin vermiyordu.

Bu sebeplerle, amirlerinin “bir süre daha devam et” yönündeki ısrarlarına rağmen gerekçelerini açıkça anlattı ve kendi iradesiyle emekliliğini talep etti. Böylece yıllarını verdiği çalışma hayatına, onurunu ve emeğini koruyarak veda etti.

Emekli olduktan sonra biraz dinlenmeyi, rahatlamayı umut ediyordu. Ancak eşinin rahatsızlığı nedeniyle sık sık hastanelere gitmek zorunda kalıyor, kendine ayıracak bir an bile bulamıyordu. Günler böyle geçip giderken, sonunda eşi iyileşti. Fakat bu kez başka bir değişiklik fark etti.

Eşi, öncesine göre daha çok konuşuyor, yaptığını beğenmiyor, en küçük davranışını bile eleştirebiliyordu. Her hareketine bir düzeltme önerisi getiriyor, sanki onun her halini yeniden şekillendirmek istiyormuş gibiydi. O ise sessizce dinliyor, anlamaya çalışıyor, bazen içten içe yorulsa da dışa belli etmiyordu. Çünkü yılların yorgunluğu yalnızca bedeninde değil, artık ruhunda da hissediliyordu.

Her seferinde eşine anlayışla yaklaşmaya gayret ediyor, yaşadığı hastalık sürecinin bıraktığı ruhsal izlere bağlıyordu bu değişimleri. Kendince, “Zor bir dönem atlattı, toparlanması zaman alacak,” diye düşünüyordu.

Fakat her insanın sabrı bir yere kadardı. Onun da…
İçinde biriken yorgunluk yavaş yavaş ağırlaşıyor, iyi niyetle gösterdiği anlayış her geçen gün biraz daha sınanıyordu.

Oysa çalıştığı yıllarda, emekli olduğunda neler yapacağını sık sık hayal ederdi. O hayallerinde, çocukları çoktan evlenmiş, yuvalarını kurmuş, her biri farklı şehirlerde kendi hayatlarına devam ediyor olurdu. Kendisi de eşini yanına alır, bir süre bir çocuğunun yanında kalır, sonra diğerine giderdi. En çok da torunlarıyla vakit geçirmeyi düşlerdi. Onlara bakmak, büyümelerine tanıklık etmek, böylece hem çocuklarına hem de gelin ve damatlarına bir anlamda destek olmak isterdi.

Eşiyle birlikte, zaman zaman tatil yörelerine gitme hayalini de hep içinde saklardı. Kimi zaman deniz kenarında bir sahil kasabasında, kimi zaman doğanın koynunda sakin bir yaylada, belki de imkân olursa yurtdışında başka şehirleri keşfederek… Bazen de babası ve annesi ile köye gidip orada bahçede çalışmak. Biraz gezmek, biraz dinlenmek, biraz da hayatın kalan kısmını huzur içinde geçirmek isterdi.

Bütün umutları, bütün hayalleri buydu. İçinde sakince büyüttüğü, kimseye yük olmayan, gösterişsiz, abartısız ama kendince değerli düşler…
Fakat hayat her zaman insanın planladığı gibi akmıyordu. Çoğu hayalini şimdilik gerçekleştiremedi. En basitinden, annesi ve babasıyla birlikte köye gitmek bile nasip olmadı. Zaten anne ve babası da iyice yaşlanmış, son yıllarda onlar da köy yollarını kesmişlerdi.

Oysa babasının köyde küçük bir bahçesi ve iki göz bir evi vardı. Evde elektrikten telefona, uydu yayınından çamaşır makinesine kadar her şey vardı; tıpkı şehirdeki bir ev gibi. Kapılar kapalı değildi, soğuk ve ıssız değildi.
Sanki sahipleri birazdan kapıdan içeri girecekmiş gibi her şey yerli yerinde duruyordu.

Ama evin içinde bir ses yoktu. Bir nefes, bir hareket, bir sıcaklık yoktu artık. Yepyeni eşyalar bile yalnız kalınca eskiyordu.

Ve insan bazen, en çok da böyle anlarda, geçmişi omzunda bir yük değil, göğsünde bir sızı gibi hissediyordu.

Bir yerde okumuştu. Emeklilik hayatı” dediğimiz şey, adından anlaşıldığı üzere kolay bir dinlenme gibi görünür: Yıllar boyu çalışmış, didinmiş, çabalamış bir insan artık nefes alacak, güneşi biraz daha uzun izleyecek, sabah alarmı çalmadan uyanacak…Ama işin aslı çoğu zaman daha başka olur.

Emeklilik bir durup düşünme dönemidir aslında. İnsan eskiden her gün koştura koştura gittiği işini, sabah telaşını, öğlen aralarındaki dost sohbetlerini, “Bugün işler nasıl?” diye soran insanları geride bırakır. Ev birden sessizleşir. Saatler uzar. Zaman yavaş akmaya başlar. Dışarıdan bakana bu huzur gibi görünür ama insanın içi bazen bu durgunluğa alışamaz.

Bir an gelir, kişi kendisine şu soruyu sorar: “Ben şimdi kiminim?” Çünkü yıllarca “çalışan”, “usta”, “şef”, “memur”, “öğretmen” kimlikleri vardı. Şimdi ise sadece “ben” kalır. İşte o “ben”i yeniden bulmak, emeklilik hayatının en önemli sınavıdır. Kimisi bunu bahçeyle bulur, toprağa basınca içi rahatlar. Kimisi torununun gülüşünde anlam bulur. Kimisi bastonuna yaslanıp geçmişi hatırlar… Kimisi de geçmişine küs kalır, keşkelerle yaşar.

Ama iyi tarafı şudur: Emeklilik, hayatın sonu değil; belki de ilk kez kendin için yaşamanın başlangıcıdır. Artık kimse senden “şunu yap, bunu yetiştir” demiyor, bir sabah kahveni pencere kenarında içip sadece dışarıyı seyredebilirsin, kendini dinlemek için zamanın vardır.

Ve insan ancak kendini dinlediğinde anlar: Yıllar içinde neyi bıraktığını, neyi kazandığını, kimleri sevip kaybettiğini, kimlere hâlâ içinden selam gönderdiğini… Emeklilik bazen hüzündür, bazen huzur. Ama en güzeli: Hayatın tekrar kendine dönmesidir.

Böyle yazıyordu ama böyle olmuyordu. Emeklilik dediği şeyin kitaplarda, sohbetlerde anlatıldığı kadar huzurlu olmadığını yavaş yavaş anlamıştı. Şehir kalabalığı onu boğuyor, evin duvarları üstüne kapanıyor, içindeki sessizlik bile daralıyordu. Bir gün, kararını vermiş halde babasının evine gitti. Kapının önünde bir süre durdu, derin bir nefes aldı ve içeri girdi.

Baba… dedi, “Köydeki evin anahtarını istiyorum. Bir süre orada kalacağım.”

Babası başını kaldırıp ona baktı. O an gözlerinin içindeki sevinç saklanamadı. Yıllardır toprak sessiz kalmış, bahçenin yolu ot bürümüş, evin kapıları kapalı beklemişti.

Demek… dedi yavaşça, “Demek sonunda biri yeniden o eve dönecek.” Sesinde hem gurur hem özlem hem de yıllarca içinde taşıdığı bir bekleyiş vardı. Bahçenin artık sahipsiz kalmayacağını, evi koruyacak birinin çıkacağını bilmek onu derinden rahatlatmıştı. Oğlu, nihayet yuvaya geri dönüyordu.

Anahtarı cebine koyup evden çıktığında hava ağır ağır akşama dönüyordu. Eve vardığında, eşi mutfakta bir şeylerle uğraşıyordu. Sessizce yanına yaklaştı.

Ben köye gidiyorum, dedi. İstersen sen de gel. Hem değişiklik olur hem de temiz hava alırsın.

Eşi bir an durdu, kaşı çatıldı.

Köyde ne işim var? Tozun toprağın içinde… Hem sen niye gidiyorsun yıllardır adım atmadığın köye? Ne oldu birden?

Sesinden bir sitem, hatta biraz da anlam verememe vardı. Cümleler arkası kesilmeden devam etti. O ise sustu. Bu konuşmanın sonu yoktu, çünkü aradığı şeyi anlatmaya kelime yetmiyordu: Sakinlikti, kendine dönüştü, nefes almaktı.

Cevap vermeden içeri yürüdü, dolabı açtı. Boş bir bavul çıkardı. Bavulu yatağın üzerine koydu, uzun süre düşündü. Ne kadar kalacağını bilmiyordu ama uzun olacağını hissediyordu. Yavaş yavaş, ağır ağır, giysilerini yerleştirdi. Sanki sadece elbise değil, yüklerini de bavula koyuyordu.

Sabah her zamankinden erken uyandı. Ev sessizdi. Eşi uyanmamıştı. Belki uyanıktı ama konuşmak istemiyordu. Belki her ikisi de içlerinden bir şeylerin değiştiğini hissediyordu.

Bavulu aldı, kapıyı sessizce kapattı ve durağa doğru yürüdü.

Köye giden minibüsün önünde birkaç kişi bekliyordu kiminin elinde çuval, kiminin kucağında bir tavuk, kiminin cebinde tütün kesesi. Ona tanıdık ama eskimiş bir dünya gibiydi.

Biletini aldı, bavulunu bagaja yerleştirdi. Hemen yanındaki küçük markete gidip biraz alışveriş yaptı: Çay, şeker, birkaç konserve, sabun… Köyde her şey bulunur ama insan yine de bir şeyler götürmek isterdi.

Minibüse bindi. Cam kenarına oturdu. Motor çalıştığında kalbi de onunla beraber ağır ağır yerinden kalktı sanki.

Biraz sonra minibüs hareket etti. Şehir geri çekildi, apartmanlar küçüldü, yollar sakinleşti. Yol boyunca, yolcular konuşuyor, kimi köyden haberler veriyor, kimi elindeki poşeti düzeltiyordu.

Ve o, camdan dışarı bakıyor, içinden sadece bir cümle geçiyordu:

“Ben dönüyorum.” Nereye döndüğünü belki kendisi bile tam bilmiyordu. Ama yol onu çağırıyordu.

Şehirden köye uzanan yol her zamanki gibiydi ama ona bu kez başka bir şey söylüyordu; sanki yıllardır bekleyen taşlar, ağaçlar, yolun kenarındaki kavaklar onu tanıyordu.

Yol boyunca düşündü. “Emeklilik böyle olmalıydı,” diye geçirdi içinden. “Toprağın kokusu, sessizlik, kendinle kalabilme…” Şehirde aradığı fakat bulamadığı ne varsa hepsi sanki burada bir yerdeydi.

Köyün girişine geldiğinde hava iyice serinlemiş, uzaktan köpek havlamaları duyulmuştu. Birkaç evin bacasından ince bir duman yükseliyordu. O duman kokusu bile içini ısıtmıştı.

Bahçenin kapısına geldiğinde bir an durdu. Kapı paslanmıştı ama hâlâ yerindeydi. Elini uzatıp anahtarı kilide soktu. Kilit önce inat etti, dönmek istemedi. Biraz daha zorlayınca eski bir iç çekiş gibi “klik” etti ve kapı açıldı. Bahçeye adımını attı. Otlar dizlerine kadar yükselmişti. Zaman sadece insanı değil, toprağı da yaşlandırıyordu. Evin kapısına doğru yürürken her adımında içindeki yük biraz daha hafifliyormuş gibi hissetti. Sanki burada konuşmadan anlatabileceği bir şey vardı; toprak onu dinleyecek, ev onu anlayacaktı. Evin kapısını açtığında içeriden tanıdık bir koku yükseldi. Bir an gözleri doldu. Bu koku yılların, çocukluğun, annesinin tandırda ekmek pişirdiği günlerin kokusuydu.

İçeri girip sessizce oturdu. Konuşmadı. Işığı bile yakmadı. Sadece dinledi. Rüzgâr, kapının altından usulca içeri girip odanın içinde dolaştı. Ve o gece, ilk kez uzun zamandır kendini yerli yerinde hissetti.

Sabah, horoz sesleriyle değil; toprağın sessiz kokusuyla uyandı. Gözlerini açtığında odanın içindeki loş ışık, eski günlerden kalma perdelerin arasından süzülüyordu. Bir süre yerinden kıpırdamadan yattı. Çatıdaki kiremitlerin arasından geçen rüzgârın sesi, şehirde hiç duymadığı kadar doğal ve tanıdıktı.

Sonra yavaşça kalktı. Mutfağa geçti, ocağın üzerindeki eski çaydanlığı buldu. Musluktan akan su biraz pas kokuyordu, ama yine de doldurdu. Sobanın yerinde duran eski piknik tüpünü kontrol etti. Çay kaynarken dışarı çıktı. Bahçe sabah serinliğiyle ıslaktı. Toprak, geceyi saklamış gibiydi. Bir iki adım attı, diz hizasına gelmiş otları eliyle okşar gibi iterek yürüdü. Çocukluğundan beri değişmeyen o dut ağacının gölgesi hâlâ yerindeydi. Yalnız kalmış, ama dimdik.

Bahçenin ortasında durup derin bir nefes aldı. Ne acele eden bir araba sesi vardı…Ne sürekli çalan bir telefon… Ne de eşinin bitmek bilmeyen sitemleri. Sadece kuşların ince sesi, rüzgârın yaprakları okşayışı ve bir de kendisi. Bir an düşündü: “Sessizlik bazen bir insanın en büyük eksiğiymiş.”

Çaydanlığın hafifçe ötmeye başladığını duyunca içeri döndü. Demliği yavaşça çaydanlığın üzerine yerleştirdi. Bu ses bile uzun zamandır duymadığı bir tanıdıktı: Günün başlayışı.

Küçük ince belli bardağa çayı doldurdu. Buzdolabından biraz peynir, birkaç zeytin, bir domates…Kısacık bir kahvaltıydı ama göze değil kalbe yetiyordu. Tepsiyi aldı, dışarı çıktı.

Kapının önünde yıllardır duran tahta masa…Çatlaklarından mevsimler geçmiş, yağmurlar, güneşler dokunmuş. Ama hâlâ sapasağlamdı. Masaya tepsiyi bıraktı. Masanın önündeki eski tahta divana oturdu. Divanın gıcırtısı bile “hoş geldin” dedi.

Çayından bir yudum aldı. Sıcaklık boğazından içini sararken usulca gözlerini kapattı. Ve o anda şunu hissetti: İnsan bazen bir ömrü, bir bardak çayın içinde bulabiliyordu. Sabahın serinliği, sessizlik, toprağın kokusu…Hepsi onunla konuşuyordu.

Gece rahat uyumuş, uykusunu uzun zamandır ilk kez bu kadar tam almıştı. Kahvaltısını da yapınca, “Hadi bakalım,” diyerek evin temizliğine başladı. Ev aslında çok da kirli değildi ama o yine de köşe bucak her yeri sildi süpürdü. Rafları boşalttı, çekmeceleri düzenledi.

Dolaptaki tencere, tabak, bardak ne varsa hepsini çıkarıp bulaşık makinesine yerleştirdi. Sanki yalnızca bulaşıkları değil, içindeki eski yorgunlukları da yıkıyordu.

İş bitince bir bardak çay doldurdu. Televizyonda bir müzik kanalı açtı. Çayın sıcaklığı, fondaki hafif müzik… O anda ev gerçekten ev olmuştu tekrar.

Dışarı sermiş olduğu halıları, yorganları, örtüleri de içeri alıp yerleştirdi. Çamaşır makinesine de bir göz attı. Çalışıyordu. Makinenin dönen tamburu bile bir ev sesiydi artık.

Gün akşama doğru ağır ağır bükülüyordu. O ise işlerini tamamlamıştı. Öğlen yemeğini atlamış olduğundan, kendisine akşam yemeği hazırlamaya koyuldu. Televizyon halen açıktı. Belki tam da bu yüzden, birkaç kez çalan telefonu duymamıştı.

Yemeği karıştırırken şarjda olan telefona bir göz attı. Ekranda birkaç cevapsız arama. Biri babasından, diğerleri eşinden. Önce babasını aradı. Bahçenin durumunu, evin kokusunu, rüzgârın sesini anlattı. Sonra istemeyerek ekledi: Yalnız geldim baba. O gelmedi.

Babası bir süre sessiz kaldı. Sonra yavaşça: Oğlum… Tek başına nasıl olacak bu iş? dedi. O hafifçe gülümsedi, kendine bile belli etmeden: İdare ederim baba. Hem biraz kafamı dinlerim. İnan bana, iyi geliyor buralar. Babası onun sesindeki yorgunluğu değil, huzuru duydu. Her şeyden çok buna sevindi.

Sonra eşini aradı. Telefon açılır açılmaz sitem sesleri başladı: Köye varınca haber veremedin, kaç kere aradım, neden açmadın, insan bir döner… Onu dinledi. Kısacık, sade cümlelerle cevap verdi. Ne tartıştı ne savundu ne açıklama yapmaya çalıştı. İşim vardı, telefon şarjdaydı, duymadım, buradayım, İyiyim.

Sonra telefonu kapattı. Bir an elinde tuttu telefonunu. Sessizce düşündü. Bu cihaz var ya, diye geçirdi içinden, İnsanı bulunduğu yerden alıp başka yere götürüyor…Bazen iyi, bazen kötü… Bazen ev bile köyde değilmiş gibi hissettiriyor.

Telefonu tekrar şarja takıp takmamakta tereddüt ettiyse de yine de lazım olur düşüncesiyle şarja takarak masaya bıraktı. Dışarı çıkıp kapının önündeki divana oturdu. Gökyüzü alacaya dönüyordu. Kuşlar sessizleşiyor, hava serinliyordu. Köy sakindi. Dünya yavaşlıyordu. Ve o, bu yavaşlığı özlemişti.

Yemek pişmişti. Bir tepsiye yemeğini ve ekmeğini koydu. Sabahki gibi dışarıda yemeye karar verdi. Kapının önündeki lambanın ipini çekti; sarı ışık, bahçenin ortasına halka gibi düştü. Divana oturdu, tepsiyi masanın üzerine koydu. Çatalın metale değen sesi bile gecenin içinde yankı bulacak kadar sakindi. Yemeğini usul usul yedi. Her lokmada günü düşündü; sessizliği, yapılan işleri, çalan telefonları, babasının sözlerini…

Yemeğini bitirince tepsiyi içeri götürdü. Bulaşıkları makineye koymadı bu kez. Elinde yıkadı. Sıcak su, tencerenin metalinde dönerken hafif bir buhar yükseldi. O buhar bile bu evin kendi nefesi gibiydi.

Artan yemeği dolaba yerleştirdi. Çaydanlığın sıcak suyunu alıp bir fincan kahve hazırladı. Sonra yine kapının önüne çıktı. Gece, köyde başka türlü olurdu. Şehirdeki ışık gürültüsü olmadığı için gökyüzü daha yakındı. Yıldızlar neredeyse insanın eline değecek gibi parlardı.

Kahvesinden ağır ağır yudum aldı. Serin hava yüzünü okşar gibi geçti. Etrafta çıt yoktu sadece cırcır böceklerinin sessiz şarkısı ve uzaktan bir köpek havlaması. İçinden bir cümle geldi, söylemedi ama duydu: “Demek insan bazen konuşmaktan yoruluyormuş, bazen de sessizlikten iyileşiyormuş.”

Kahveyi bitirdiğinde saat epey ilerlemişti. Günün yorgunluğu, huzurun sakin ağırlığıyla birleşince göz kapakları ağırlaştı. İçeri geçti. Pijamalarını giydi. Yatağa uzandı. Karanlıkta odanın kokusu bile tanıdıktı.
Toprak, ahşap, geçmiş…Ve o, hiç zorlanmadan, hiç düşünmeden, hiç dönüp durmadan uykuya daldı. Yıllardır ilk kez bu kadar derin ve eksiksiz bir uyku…

Sabah güneşinin ilk ışıkları odanın içinde hafif bir sıcaklık bırakmıştı. Uykusu dinçti. Yavaşça kalktı, yüzünü yıkayıp mutfağa geçti. Çaydanlığı ocağa koydu. Bugün acele yoktu. İş yoktu. Koşturma yoktu.

Çay kaynarken, kapının önüne çıktı. Sabahın serinliği hâlâ üzerinde, toprağın kokusu tazeydi. Geceden kalma çiğ damlaları, bahçedeki otların uçlarında inci gibi dizili duruyordu.

Tam o sırada, köy yolunun aşağısından bir ses yükseldi: Selâmünaleyküm!

Başını kaldırdı. Yılların eskitemediği bir yüz…Yüzü güneşten kararmış, elleri nasırlı, koyun sürüsünü güden ihtiyar çoban. Elini alnına siper edip ona bakıyordu. O da tebessüm ederek karşılık verdi: Aleykümselâm, hayırlı sabahlar.

Çoban hafifçe yaklaştı, sürüyü yolun kenarında tutarak konuştu: Duyduk dün akşam gelmişsin… Hoş gelmişsin… geri dönmüş köye.

Bir gülümseme yayıldı yüzüne. Köy, insanın ne kadar değişirse değişsin, ona hep çocukluğundaki adıyla seslenirdi. Hoş bulduk Ağa. Biraz dinlenmeye geldim işte.

Çoban başını yavaşça salladı. Sanki ne demek istediğini kelimesiz anladı: İyi yapmışsın. İnsan bazen kendi sesini duymak ister. Buralar iyidir… Sessizdir… Toprak adamı dinler hem dinlendirici.

Ama söylenmeyen çok şey vardı. Çoban sürüsünü ağır ağır ilerletti. Çoban uzaklaşırken, rüzgâr otları usulca kıpırdatıyordu. Köyde selam bile insanın yüreğine dokunurdu. Çaydanlık ötünce içeri döndü. Bardağına çay doldurdu. Ve içinden geçti: Buralar bana iyi gelecek.

Çayını yudumlarken bahçeye baktı. Otlar iyice uzamıştı; sanki ev yokken zaman daha hızlı büyümüş gibiydi. Ama bahçe kızmıyordu, kırgın değildi. Sadece beklemişti.

Çay bardağını masanın üzerine bıraktı, kollarını sıvadı. Önce arka odadan eski bir tırpan, çapa, bir de kürek buldu. Sapları eskimiş, ağaç kısımları yer yer çatlamıştı. Ama hâlâ sağlamdılar, tıpkı bu ev gibi.

Bahçenin ortasında durdu. Bir avuç toprağı eline aldı. Toprak yumuşaktı, sanki onu tanımış gibi sıcak. Bir derin nefes aldı. Toprak kokusu insanı geçmişine götürürdü. Çocukluğuna, annesinin bahçede biber topladığı günlere, babasının sabah serinliğinde bahçe suladığı zamana…

Büyümüş otları tırpanlayarak bahçenin bir köşesine yığdı, akçam çoban dönerken ona soracak ve otları yem yapması için verecekti. Daha sonra çapa ilk toprağa değdi. Ritimli, sakin, acele etmeden. Ter birkaç dakika sonra alnında ince damlalar halinde belirdi. Ama o yorulmuyordu.
Sanki yıllardır yapması gereken bir işi yeni hatırlıyordu.

Bir ara durdu. Evin duvar gölgesine yaslanıp nefeslendi. Gözleri dalıp gitti: “Bunca yıl kendimi başka yerlerde aramışım…Meğer kendim hep buradaymışım.”

Tam o sırada, yol tarafından bir ses daha duyuldu. Oo! Bahçede işe koyulmuşsun bakıyorum!

Ses köyün muhtarından geliyordu. Gülümsedi. Hoş gelmişsin komşu. Buralar sessizdir… Ama sessizlik insanı öldürmez. Düşündürür. Benim de biraz düşünmeye ihtiyacım vardı, dedi o. İkisinin de sözleri azdı. Köyde laf, çok olana değil, doğru olana yakışırdı zaten.

Çabayı bırakıp muhtarla kapının önündeki divana oturduklarında içerden zaten demli olan çaydan iki bardak doldurup geldiğinde çaylarını içip biraz sohbet ettiler. Muhtar çaylarını içip bitirdiklerinde yavaşça ayağa kalktı ve seni işinden alıkoymayayım hadi kolay gelsin diyerek gitti.

Muhtar uzaklaşırken bahçede rüzgâr yeniden duyuldu. O çapasını tekrar eline aldı. Bu sefer daha kararlı, daha emin ve daha yavaş ama daha gerçek. Çünkü artık sadece bahçeyi değil, kendi içini de düzenliyordu.

Günler böyle gelip geçiyordu. Bahçeyle uğraşmak ona hem iyi gelmiş hem de yormuştu. İki üç günde bir eşi arıyor, her seferinde aynı soruyu soruyordu: Daha köyden usanmadın mı?

Cevabı hep aynıydı ama içinden geçen bambaşkaydı. Aslında hem usanmış hem de usanmamıştı. Toprağın kokusu, sabah serinliği, rüzgârın o tatlı dokunuşu… Bunlar insana huzur veriyordu. Ama elinden düşmeyen telefon, her an çalan zil sesi, şehirden kopmasına izin vermeyen o ince görünmez bağ… İşte o onu yoruyordu. Telefon olmasa belki bu köy günleri ona bayram gibi gelecekti.

Şehirden gelişinin üstünden on gün geçmişti. Bahçedeki işlerin çoğu bitmişti. Ağaçları budamış, diplerini temizlemiş, gübrelerini vermiş, hatta sulama yollarını bile düzene koymuştu. Şimdi bahçe neredeyse nefes alır gibi düzenli, derli topluydu. Yapacak fazla bir işi kalmamıştı. Bu kez toprağı seyre dalan kendisiydi.

Gündüzleri bazen komşular gelir hâl hatır sorardı. Bazen de o uğrardı komşularına. Köyün kahvesine de yolu düşüyordu ara ara. Eski tahta sandalyeler, duvarda solmuş takım fotoğrafları, ağır ağır yanan çay ocağı… Orada söz ağır gider, laf uzağa düşerdi. Herkes konuşur ama kimse acele etmezdi.

“Köylü sohbeti başkadır,” derdi içinden. Ne süslü kelimeye ne yüksek sesle anlatmaya ihtiyaç vardır. Bir çayın buharında bile insanın içi ısınır. Öyleydi gerçekten… Şehrin kalabalığında bulamadığı sıcaklığı, köyün sessizliğinde buluyordu.

Ama biri yoktu onunla bunları paylaşacak: Eşi. Ve bu eksiklik, gece olduğunda kalbinde duyulur bir boşluk bırakıyordu. İşler bitince bu kez düşünmeye bolca vakit kalıyordu, köylüleri ziyarette her zaman olmuyordu onlarında kendilerine göre işleri oluyordu. Ve kararını vererek şehire, evine dönmek üzere hazırlıklara başladı. Siteminden kaçtığı eşine geri dönüyordu.

Sabah erkenden bindiği minibüs birkaç saat sonra şehrin kalabalık sokaklarına yaklaştıkça içi hem heyecan hem de hafif bir buruklukla doldu. Köydeki sessizlik, sabahın erken saatlerinde kuşların cıvıltısı ve rüzgârın hafif uğultusu artık geride kalmıştı. Araba sesleri, insanların aceleci adımları ve sürekli çalan telefon uyarıları yeniden gündelik hayatın içine çekiyordu onu.

Eve vardığında bavulunu taşıdı, köyden getirdiği meyve ve sebzeleri mutfağa yerleştirdi. Eşini gördüğünde gözlerinde hafif bir gülümseme belirdi, ama aynı zamanda köydeki huzuru özlemişti. Ev sessiz değildi, şehir hayatının gürültüsü her köşeden geliyordu; ama o artık bunu farklı bir gözle görüyordu. Artık sadece işlerin yoğunluğu değil, hayatın ritmi de öncelik kazanmıştı.

Köyde geçirdiği günler, ona sakinliğin, doğanın ve kendi iç sesiyle baş başa kalmanın değerini öğretmişti. Bahçede toprağa dokunmak, ağaçları sulamak, yaprakların arasındaki ışığı izlemek… Hepsi zihninde bir huzur nişanesi olarak kalmıştı. Şehirdeki koşuşturma arasında bu anıları hatırlamak ona nefes aldıracak, küçük molalar verecekti.

Oturduğu koltukta bir süre sessizce oturdu, köydeki günleri gözünün önünden geçirdi. Telefonu sessize aldı, birkaç derin nefes aldı ve kendi kendine mırıldandı: “Şehirdeyim ama köy hep içimde olacak.” İşte o an, şehir ve köy arasında kurduğu dengeyi hissetti; bir yandan hayatın hızlı akışıyla başa çıkacak, diğer yandan köyde bulduğu huzuru her fırsatta yanına alacaktı.

Gün ilerledikçe şehir yaşamının telaşına karışsa da artık içindeki sessizlik ve dinginlik sayesinde, ne zaman isterse köyün kapısını açıp huzuru yeniden soluyabileceğini biliyordu. Bu düşünceyle derin bir nefes aldı, şehrin karmaşası içinde bile sakinliğin, huzurun ve kendi dengesiyle yaşamın mümkün olduğunu fark etti.

Emekli arkadaş; Günler geçtikçe şehirdeki rutinine alıştı. Ama artık acele etmenin, her şeye yetişmenin stresine kapılmıyordu. Arada bir kendine küçük köy molaları veriyor; balkonda oturup kahvesini yudumlamak, telefonu kapatmak, sessizliği dinlemek… Köyün verdiği dinginlik bana güç veriyordu. Hem şehirde hem köyde olabiliyor; artık köyde aldığı içindeki huzuru kaybetmeden yaşıyordu.

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar