SON DAKİKA
Reklam
İrfan BAŞARANOĞLU

GERÇEK ARKADAŞLIK

GERÇEK ARKADAŞLIK
A- A+

Babası kendisini otogardan alıp eve getirdikten sonra eşyalarını odasına bırakmış annesine sarılıp öptükten sonra bahçeli evlerinin balkonuna çıkmış, meraklı gözlerle etrafı seyrediyordu. Yeni taşındıkları bu evde henüz her şey yabancıydı; sokaklar, evler, insanlar… Ailesi bir ay kadar önce Urfa’dan memleketleri Malatya’ya dönmüş, o ise okulunu tamamlamak için orada kalmıştı. Şimdi ise mezuniyet belgesini almış, eşyalarının bir kısmını ardında bırakarak ailesinin yanına gelmişti.

Burası eskiden bağ ve bahçeleriyle meşhur bir mahalleydi. Bir zamanlar kayısı, elma, kiraz ağaçlarının gölgelendirdiği, siyah ve beyaz üzümlerin yetiştiği topraklardı buralar. O dönemlerden kalan sulama kanalları hâlâ duruyordu. Mahallenin üst tarafında Beydağı yükseliyor, aşağısında ise genişçe bir sulama kanalı uzanıyordu. Yazın sıcak günlerinde mahallenin çocukları bu kanala atlar, çığlık çığlığa suyla oynar, serinlemeye çalışırlardı.

Şimdi o balkonda durup bütün bunları izlerken hem yabancı hem de bir o kadar tanıdık bir dünyanın ortasında kalmış gibiydi. Bu büyük kanal ona bir zamanlar gidip gördüğü Eskişehir’i, şehrin içinden ağır ağır süzülen Porsuk Nehri’ni hatırlattı. Sanki oranın bir minyatürü idi ama bazı farkları vardı elbette ki. İnsanların nehir kenarındaki kafelerde gülüp sohbet ettikleri, çaylarını yudumladıkları o akşamları düşündü. Piknik yapan ailelerin neşesi, nehirde salına salına ilerleyen gondolların suya düşen gölgeleri, kıyıya vurup dağılan su sesleri… Bir anda içini yumuşak bir sızı kapladı. Orada geçen günler uzaklaşmış gibiydi, ama hâlâ ruhunda sıcak bir iz bırakıyordu.

İçinde bir an hüzne benzeyen o sıcak duygu belirdi, fakat hemen ardından başka bir his yükseldi: merak. Belki de her şehir, insana yeni bir kapı aralıyordu. Eskişehir’de geçen o birkaç gün güzeldi, anılar yerli yerinde duruyordu. Sonra Urfa’daki lise, yüksekokul günlerini düşündü. Ama şimdi, önünde başka bir hayat vardı. Yeni sokaklar, yeni insanlar, yeni alışkanlıklar… Belki bu mahalle de bir süre sonra kendi izini bırakacak, kendi kokusunu, sesini, sabahlarını sevdirecekti.

“Her şeyin bir zamanı var,” dedi kendi kendine. “Belki de şimdi, burayı tanıma zamanı.”

Tam o sırada sokaktan bir ses duyuldu. Eski, beyaz badanalı duvarın önünü süpüren yaşlı bir kadın vardı. Elindeki süpürgeyi ara ara yere vuruyor, tozları yolun kenarına doğru itiyordu. Başında çiçekli bir yazma, sırtında solmuş bir hırka vardı. Kadın bir an durup yukarı, balkonda kendisini izleyen gence baktı. Gülümsemeye benzer hafif bir ifade belirdi yüzünde.

“Hoş geldiniz evladım,” dedi sesini yükselterek. “Siz yenisiniz bu mahallede, değil mi?”

O da hafifçe eğilip gülümsedi.

“Evet teyze,” dedi. “Ailem önceden gelmişti ben daha yeni geldim.”

Kadın süpürgeyi duvara yaslayıp iki elini beline koydu.

“Ben Satı,” dedi. “Herkes Satı Teyze der. Ailenle henüz tanışmadım bende köydeydim bugün geldim, bir şeye ihtiyacınız olursa söyleyin. Burada kimse kimseyi yabancı saymaz.”

Bu sözler nedense içini rahatlattı; sanki bir anda yabancılık duygusunun bir kısmı çözüldü.

“Memnun oldum Satı Teyze. Ben de İrfan,” dedi.

“Ha iyi, hoş gelmişsiniz İrfan. Allah gönlüne göre versin. Hele bir güzelce yerleşin de bir akşamüstü çayımızı içeriz. Ben buradayım nasıl olsa,” dedi kadın, sonra tekrar süpürgesine dönüp yavaş yavaş işine devam etti.

İrfan balkonda kalakaldı. Az önce duyduğu sözler, evin önünde toplanan ışık gibi sıcak ve sade geldi ona. Belki de gerçekten her şey yavaş yavaş yerine oturacaktı.

İrfan bir süre daha balkonda bir süre durduktan sonra içeri geçti. Koridordan mutfağa doğru ilerlerken evin içindeki tanıdık kokuyu fark etti; tencerede kaynayan bir şeyin sessiz buğusu ve annesinin her zaman eve sinen limon kolonyası kokusu… Mutfağın kapısını araladığında annesi ocağın başında, yemeği karıştırıyordu.

“Geldin mi oğlum?” dedi annesi arkasını dönmeden, sesinden tanımış gibi.

“Geldim anne,” dedi İrfan ve sandalyeye yavaşça oturdu.

Annesi ocağı kısıp ona baktı. Gözlerinde yorgun ama huzurlu bir sevinç vardı. “Okul bitti işte… Aile yanında olmak iyi geldi değil mi?” diye sordu.

İrfan başını salladı. “İyi geldi. Ama alışması biraz zaman alacak galiba.”

Annesi gülümsedi. “Alışılır. İnsan her yere alışır. Bir de burası senin memleketin. Toprağı da suyu da tanıdık aslında, sadece sen biraz uzak kaldın.”

O sırada içeri babası da mutfağa girdi. Üzerindeki elbiseyi çıkartmış şimdi üzerinde ince bir yelek, elinde gazete… İrfan’ı görünce istemsiz bir tebessüm yerleşti yüzüne. İrfan’ın omzuna hafifçe dokundu. Babasının yüzünde gururla karışık bir dinginlik vardı. “Bak,” dedi. “Okulunu bitirdin, şimdi hayata adım atma zamanı. Acelemiz yok. Biraz dur, dinlen. Mahalleye alış. Sonra bakarız ne yapacağına.”

Annesi o sırada masaya tabakları koymaya başladı. “Önce bir karın doysun,” dedi. “Tok insanın düşüncesi de farklı olur.”

İrfan o an derin bir nefes aldı. İçinde, bir yere ait olmanın hafif ama yerleşen sıcaklığı hissedildi. Belki gerçekten burası kötü bir başlangıç değildi.

Yemekten sonra odasına geçen İrfan, eşyalarını yerleştirip odasını düzenlemeye başladı. Bavulunu ve kutuları açtı, kitaplarını raflara dizdi, masasını yerleştirdi. İşini bitirdiğinde teybe bir kaset koydu. Şarkının tanıdık tınıları odaya yayılırken yatağa uzandı ve fark etmeden gözleri kapandı.

Bir süre sonra annesi kapıyı araladı. İrfan’ın derin uykuya daldığını görünce gülümsedi. Sessizce yanına yaklaşıp üzerinde ince bir battaniye örttü. Sonra kapıyı usulca kapatarak dışarı çıktı.

Akşamüstüne doğru, kız kardeşi dikiş-nakış kursundan eve döndü. Annesi kapıyı açar açmaz heyecanla sordu:

“Abim geldi mi?”

“Geldi kızım, odasında uyuyor hâlâ.”

Bunu duyar duymaz adımlarını hızlandırdı. Odasının kapısını açıp içeri daldı. “Abi!” diye seslendi neşeyle. “Koca adam oldun hâlâ uyuyorsun! Akşam oldu, sonra sabaha kadar oturursun. Hadi kalk!”

Daha sözleri bitmeden abisinin boynuna sarıldı. İrfan gözlerini açtı, uykulu ama yüzünde hafif bir tebessümle.

“Kız seni,” dedi, onun saçlarını okşarken. “Özlemişim ben seni.”

O an odada hem eve dönüşün sıcaklığı hem de çocukluğun kokusu vardı.

Uyanıp kız kardeşiyle salona geçtiğinde, babası televizyon karşısında haberleri izliyordu. Annesi ise pazardan aldığı mısırları pişirmek için küçük tüpü bahçeye çıkarmıştı. Tencereyi tüpün üzerine yerleştirip yaktı; fakat bir süre sonra alev söndü.

“Yine mi söndü bu?” diye söylendi annesi. Sonra babasına seslendi:
“Müslüm, tüp yanmıyor.”

Babası gözlerini televizyondan ayırmadan, “Onu en son ne zaman değiştirdik ki… Bitmiş olabilir,” dedi.

Annesi tencereyi ocaktan alıp İrfan’a döndü: “Gel bak oğlum, bitmiş sanırım. Aşağıdaki bakkalda tüp değişimi var. Şunu götür, yenisiyle değiştiriver,” dedi ve eline para tutuşturdu.

İrfan tüpü kaldırıp kontrol etti. Gerçekten hafiflemişti. Eve gelirken önünden geçtikleri küçük dükkânı hatırladı. “Şu köşedeki bakkal değil mi?” diye sordu.

“Evet, orası. Hıttoların dükkânı.” dedi annesi.

İrfan tüpü eline alarak yola koyuldu. Bakkal evlerinden dört bina aşağıdaydı. Kapıyı itip içeri girdiğinde tezgâhta kendisiyle yaşıt bir genç duruyordu. Başını kaldırıp gülümseyerek “Hoş geldin,” dedi.

İrfan tüpü gösterdi: “Annem gönderdi, değiştirtecektik.”

Genç hemen yerinden kalkıp tüpü aldı. “Tamam arkadaş, hallederiz. Sen Müslüm amcanın oğlu olmalısın, bu mahalleye yeni geldiniz galiba?” diye sordu.

Ses tonu sıcaktı. “Evet,” dedi İrfan, “ailem önceden gelmişti ben bugün geldim.”

Genç tüpü değiştirip İrfan’a verirken gülümsemeye devam etti: “Ben Mehmet. Bakkalı babamla işletiyoruz. Bir şeye ihtiyacınız olursa ya ben ya da babam buradayız, tamam mı?”

İrfan da gülümsedi. “Ben de İrfan. Tanıştığımıza sevindim.” İçinde, mahalleye dair ilk güvenli adımın atıldığına dair bir his belirdi.

Ertesi gün İrfan, mahalleyi biraz daha tanımanın verdiği rahatlıkla dışarı çıktı. Malatya’yı gezip görmek için çarşı merkezine doğru yürüdü. Meydana vardığında ilk olarak İsmet İnönü’nün heykelini ve hemen arkasında hükümet konağını gördü. Meydanın kalabalığı ve gelip geçen insanların telaşı ona şehrin nabzını hissettirdi.

Derken heykelin bulunduğu zeminin altında merdivenlere benzeyen bir iniş fark etti. Merakla oraya yöneldi ve merdivenleri adımlayarak aşağı indi. Kendini bir anda geniş bir kapalı çarşının içinde buldu. Koridorların iki yanında dizili dükkânlar, üstten yankılanan insan sesleri, Ayakkabı mağazalarından kuyumculara, giysilerden elektronik eşyalara kadar her şey buradaydı.

Vitrinlerin önünde ağır ağır yürüdü. Eşyaları, renkleri, satıcıları inceleyerek dolaştı. En çok da elektronik eşyaların bulunduğu vitrinin önünde oyalandı. Radyolar, küçük hoparlörler, kasetçalarlar… Beyaz renkteki bir walkman gözünü aldı. Zarifti, güzeldi, hoşuna gitmişti. “Biraz para geçerse elime… ilk alacağım bu olsun,” diye içinden geçirdi. Uzun süre çarşının içinde dolaştıktan sonra büyük kapıdan dışarı çıktı. Kapının üzerinde yazan isme baktı: “İnönü Kapalı Çarşısı.” Başını hafifçe sallayıp mırıldandı: “Demek çarşıya adını heykelden dolayı vermişler…”

Sonra yürümeye koyuldu. Şehir şimdi ona daha az yabancıydı. Sokaklara bakarak, karşıdan gelen insanları izleyerek, tabelaları okuyarak, yol boyunca yavaş adımlarla evlerinin bulunduğu mahalleye doğru ilerledi.

Evlerinin bulunduğu sokağa girdiğinde Mehmet’i gördü. Bakkalın önüne bir sandalye koymuş, elini çenesine dayamış, müşteri bekler gibi ama daha çok sokağı seyrediyordu. İrfan’ı fark edince yüzü hemen aydınlandı.
Elini havaya kaldırarak seslendi: “İrfan! Gel hele, gel!”

İrfan yaklaştığında Mehmet ayağa kalkıp oturduğu sandalyeyi ona verdi.

“Buyur otur, şöyle biraz sohbet edelim. Zaten bu saatlerde fazla müşteri olmaz,” dedi.

İrfan selam verip sandalyeye oturdu. Mehmet içeri gidip dolaptan iki sade gazoz aldı. Biri İrfan’ın, biri kendisinin. Kapaklarını açıp uzattı. “Al, iç serinlersin.”

“Teşekkür ederim,” dedi İrfan, tebessüm ederek.

İkisi de gazozlarından bir yudum aldı; o tanıdık gazoz köpüğünün dili hafifçe yakan ferahlığı havaya karıştı. Adı da güzeldi Kayısı Kola, demek ki Malatya’da imal ediliyordu. Başladılar konuşmaya. Konu konuyu açtı. Çocukluktan okul yıllarına, ailelerinden Eskişehir’e kadar ne varsa anlatıp durdular.

Ara ara bir müşteri geliyordu. Mehmet kalkıp onlarla ilgileniyor, sonra sandalyeye geri dönüyordu. İrfan da bekliyor, sohbet kaldığı yerden aynı sıcaklıkla sürüyordu.

Sözler akıp giderken ikisinin de fark etmediği bir şey oluyordu: Bir arkadaşlık yavaşça, sakince, kendiliğinden doğuyordu.

Mahallenin akşam ışığı yola düşmüş, gölgeler uzamıştı. Birbirleriyle konuşurken zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadılar.

O gün, o bakkalın önü, iki genç adamın ömür boyu sürecek dostluğunun ilk sayfası olmuştu.

Birkaç gün boyunca İrfan çarşıya pek inmedi. Vaktini çoğunlukla mahallede geçiriyor, ara sıra Mehmet’in yanına uğruyor, dükkânın önündeki sandalyelere oturup sohbet ediyordu. İkisi de birbirinin yanında kendini rahat hissediyordu; bazen saatlerce konuşuyor, bazen sadece sokağı izleyerek sessizce oturuyorlardı.

Bir gün Mehmet, dükkânın içindeki kasaları düzenlerken başını kaldırıp İrfan’a seslendi: “Yarın sebze haline gideceğim. İster misin sen de gel? Beraber gideriz.”

İrfan tereddütsüz, “Olur,” dedi. Şehrin farklı yerlerini görmek de hoşuna gidiyordu.

Ertesi sabah gün doğmadan buluştular. Mehmetlerin bir at arabası vardı; sağlam, ahşap kasası hafifçe güneşle solmuş. İrfan arabaya bindiğinde, havada taze sabah serinliği ve uzaklardan gelen ekmek fırını kokusu vardı.

Yollar sessizdi. İrfan ile Mehmet fazla konuşmadan ilerlediler; sabahın sessizliği her şeyi sarmıştı.

Hale vardıklarında kalabalık ve hareketli bir ortamla karşılaştılar. Kasalarca domates, biber, patlıcan, patates… Meyveler, çuvallar, bağıran satıcılar, pazarlık yapan esnaflar… Herkesin bir koşuşturması vardı.

Mehmet bir yandan fiyat soruyor, bir yandan kasaları seçiyor, İrfan da ona yardım ediyordu. Bir süre sonra araba dolmuştu bile. Kasalardaki meyve sebzelerin kokusu, atın adımlarıyla karışıp yola yayıldı.

Dönüş yolunda Mehmet, kırbacını havada sallayarak konuştu: “Biz böyle haftada bir, bazen iki haftada bir hale geliriz. Taze olsun diye. Bazen babam gelir, bazen de ben. İşte ekmek parası…”

İrfan başını salladı. Bu sade cümle, Mehmet’in hayatını olduğu gibi anlatıyordu: Dürüst, sakin, emekle yoğrulmuş bir hayat.

İrfan o anda, bu dostluğun neden bu kadar kolay kurulduğunu yeniden anladı. Her şey doğaldı. Hiçbir zorlama yoktu. Sözler bile bazen fazlaydı.

Mehmet’le kurdukları dostluk, günler geçtikçe kök salıyordu. İrfan, kendisi bile fark etmeden ona güvenmeye başlamıştı. Sanki Mehmet’le konuşmak içini ferahlatıyor, dertleri biraz daha hafifliyordu. İşe başlamasıyla görüşmeleri eskisi kadar uzun olmasa da bu bağ hiç zedelenmedi.

İrfan her akşam, ne kadar yorulmuş olursa olsun işten dönerken, önce Mehmet’in dükkânına uğrardı. Dükkânın o kendine has kokusu, tezgâhın üzerindeki çay bardağı, Mehmet’in yüzündeki samimi tebessüm… Hepsi İrfan için günün kapanış ritüeliydi.

Bazen ayaküstü iki laf ederler, bazen de dükkânın önünde oturur bir çay içerlerdi. Hafta sonlarına gelince; kimi zaman bir yerlere gider oturur, kimi zaman çarşıya, kanal boyuna gider gezerlerdi. Konuştukları şeyler büyük değildi belki; işten, hayattan, bazen de sessizliğin kendisinden. Ama İrfan biliyordu: Bu dostluk, insanın ömründe bir kez karşısına çıkacak cinstendi.

Mehmet, çok laf eden biri değildi. Konuştuğunda da her kelimesi yerli yerindeydi. Hayatı olduğu gibi kabul eden, kendi payına düşeni sessizce yaşamaya çalışan biriydi.

İrfan bazen günün yorgunluğunu anlatmaya başlardı. İş yerinde yaşadıklarını, amirlerinin sert sözlerini, işin yoğunluğunu… Mehmet ise onu dikkatle dinler, başını hafifçe sallardı.

Bazen sadece şöyle derdi: “Sabret İrfan… Her şeyin vakti var.”

Bu cümle ne öğüt gibi dururdu ne de teselli gibi. Ama İrfan’ın içindeki ağırlığı hafifletirdi. Çünkü Mehmet’in sözlerinin altında yaşanmışlık vardı; dayanmışlık, görmüşlük, biraz da kabullenmişlik.

İrfan için Mehmet, bir dosttan çok sırtını yaslayabileceği bir dağ gibiydi.

Mehmet’in gündelik hali sakindi ne gösterişli konuşurdu ne de abartılı davranırdı. Ama omuzlarında görünmeyen bir yük vardı. Evin direğiydi o. Çalışmazsa evde tencere kaynamaz gibiydi; bunu kimseye söylemesine gerek yoktu.

İrfan bazen onu sabahın çok erken saatlerinde dükkânın kepengini açarken görürdü. Üzerine çöken o yorgunluk, uykusuz gecelerin iziydi belki. Fakat Mehmet bunu bir şikâyet gibi taşımıyordu. Sanki hayat ona neyi vermişse, o da sessizce kabul etmiş gibiydi.

İrfan bir gün dayanamadı: Bu kadar yükle nasıl idare ediyorsun Mehmet? dedi.

Mehmet tahta kepenkleri kenara koyarak gözlerini yere çevirdi. Ne yapalım İrfan, dedi. “Emanet verdiler. Tutmak lazım.”

O kadar. Daha fazlasını söylemedi. Ama İrfan o an, dostunun yüreğinde kocaman bir sorumluluk taşıdığını anladı.

Ve o günden sonra aralarındaki bağ, sıradan bir arkadaşlıktan öte bir hal aldı. İrfan, içinden bir mesele geçse, bir karar vermesi gerekse, ilk önce Mehmet’i düşünür olmuştu. Onun sözü, onun bakışı, onun sükûneti başka bir şeydi.

Mehmet’in evinde kalabalık bir aile yaşıyordu: Annesi, babası ve beş kardeşi… Bir abisi şehir dışındaydı, diğer abisi ise kendi yuvasını kurmuş, ayrılmıştı. Böyle olunca evin bütün yükü, görünürde hiç şikâyet etmeyen Mehmet’in omuzlarına kalmıştı.

Küçücük bir dükkân…Köydeki bağ, bahçe…Az çok demeden, ne varsa onunla geçinip gidiyorlardı. Ama evin içinde bir huzur vardı.

Babasının, Hüseyin amcanın duruşu belki de bunun sebebiydi. Sessiz, ağır, ama gölgesi geniş bir adamdı o. Ailenin başında, dallarını genişçe açmış bir çınar gibi durur, herkes o gölgenin serinliğinde kendine yer bulurdu.

İrfan, fırsat buldukça dükkânın önünde oturan Hüseyin amcanın yanına otururdu. Uzun uzun konuşmazlardı belki; ama kelimelerden daha kıymetli bir şey vardı aralarında: Hayatın ağırlığını bilerek susmak.
Ve o susuşun içinde, insanın içini ferahlatan bir dost sıcaklığı. Hüseyin amcanın sözleri kısa ve özlü oluyordu, hoş sohbet bir insandı.

Bir akşamüstüydü. Güneş yavaşça evlerin çatılarının üzerinden tepelere çekiliyor, dükkânın önündeki tozlu yolun üstüne kızıl bir gölge düşüyordu. Mehmet içerde hesaplarla uğraşıyor, İrfan ise dışarıda taburenin üzerine oturmuş Mehmet’in verdiği çayını yudumluyordu. Hüseyin amca, her zamanki gibi ağır adımlarla geldi, İrfan’ın yanına oturdu.

Bir süre ikisi de konuşmadı. Uzaktan gelen bağırış çağırış sesleri, çocukların koşuşturması, rüzgârın taşıdığı toz kokusu… Her şey kendi halinde akıp gidiyordu.

İrfan o an sanki hüznün ince bir çizgisinden geçiyormuş gibi:
Kolay değil Hüseyin amca, dedi. Kalabalık ev… İş güç… Sorumluluk… İnsanı yoruyor olmalı.

Hüseyin amca elindeki sopasını iki avucunun içinde sağa sola çevirdi, bakışlarını uzaklara, karşıdaki evin bahçesindeki kayısı ağaçlarına dikti.
Sanki yüreğinin içinden çekip çıkardığı bir cümleyi yavaş yavaş söyledi:

“Her evin ateşi kendine göre yanar evlat.” Sonra sustu.
Ne açıklama yaptı ne tamamladı.

Ama İrfan’ın içi bir anda duruldu. Çünkü o söz, insanın kaderine küsmek yerine onu anlaması gerektiğini anlatıyordu.

Mehmet’in omuzlarındaki yükü o an daha iyi anladı.
Ve arkadaşlığı sadece sevgiyle değil, saygıyla da büyüdü.

Aradan yıllar geçmişti. İrfan, bir akşam üstü kışlanın küçük yazı odasında, daktilonun başında tıkır tıkır yazıyordu. Parmaklarının altında harfler birbiri ardına diziliyor, metal tuşların vuruş sesleri odanın sessizliğini dolduruyordu. Dışarısı soğuktu; askeriyenin duvarlarında rüzgâr uğulduyordu.

Tam o sırada nöbetçi er içeri uzandı: İrfan, nizamiyeden haber geldi. Ziyaretçin var.

İrfan başını kaldırdı. Bir an yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. “Ziyaretçi mi? Burada? Bu saatte?”

Aklı ailesine gitti ama kısa süre önce konuşmuşlardı. Onlar olamazdı. İçinde anlam veremediği bir heyecan ve tedirginlikle yakasını ilikledi, hızlı adımlarla koridordan nizamiyeye doğru yürüdü. Adımlarının sesi duvarlara vuruyor, nefesi göğsünde daralıyordu. Kim olabilirdi?

Kapıya yaklaştığında, demir parmaklıkların ardında biri bekliyordu. İrfan o an dondu. Göğsünde bir sıcaklık yükseldi. Kapının önünde duran kişi, Mehmet’ti.

Sırf onu görmek için… Ta Malatya’dan kalkıp, Tekirdağ’a kadar gelmişti.
Ne bir haber vermişti ne bir mektup… Sadece gelmişti. Üşümüş elleri vardı, ama yüzünde hep aynı sakin tebessüm.

İrfan’ın boğazı düğümlendi. Ne diyeceğini bilemedi. Konuşmak gereksizdi zaten. Orada, askeriyenin soğuk taşları üzerinde, iki adam birbirine baktı. Ve o bakış şunu diyordu: “Dostluk, böyle zamanda belli olur.”

Gerçekten de öyleydi. Bazı insanlar ömrün boyunca yanından geçer gider; Bazıları ise ömrünün içine geçer, orada kalır. Mehmet, İrfan’ın ömrünün içine kalın bir çizgiyle yazılmıştı.

Aradan yıllar yıllar geçmiş İrfan Malatya’da kalmış, Mehmet İstanbul’a gitmiş abisi ve kardeşleri ile ortak iş kurmuş yaşantılarına devam ediyorlardı. Ama aradan geçen kırk beş yıla rağmen o zamanlardaki gibi bir araya gelemeseler de halen birbirlerini arayıp sormaktalar. Gerçek arkadaşlık buydu.

 

 

 

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar