SON DAKİKA
Reklam

ESKİ BİR YARA

ESKİ BİR YARA
A- A+

İzmir’in kenar mahallelerinden birinin dar sokaklarını, itfaiye, polis ve ambulans araçlarının siren sesleri dolduruyordu. Araçların yanıp sönen ışıkları, gecenin karanlığında sokakları bir anlığına aydınlatıyor, sonra yeniden karanlığa gömüyordu.

Komşuların kimi aceleyle üzerlerine bir şeyler geçirip sokağa fırlamış, kimi de pencerelerinin ardında korku ve çaresizlik içinde olup biteni izliyordu. Alevler, dumanla birlikte gökyüzüne yükseliyor, yanan evin pencerelerinden dışarı taşıyordu.

İtfaiye erleri hızla hortumları çıkarıp araçlara bağladılar. Birkaçı evin kapısını kırmaya çalışıyor, diğerleri pencereden içeriye uzanıyordu. Kapı kırıldı, pencereler parçalandı; hortumlardan fışkıran su, alevlerin üzerine boşaldı. Dumanın ve su buharının arasında bağırışlar, komutlar yankılanıyordu.

Bir süre sonra bir itfaiyeci, kucağında sıkıca sardığı küçük bir oğlan çocuğuyla dışarı çıktı. Hemen ambulansa koşuldu. Çocuğa ilk müdahale orada yapıldı; çok şükür ki dumandan fazla etkilenmemişti.
Etraftakiler nefeslerini tutmuş, anne ve babasının da çıkarılmasını bekliyordu. İtfaiye erleri kısa bir süre sonra iki sedye ile yeniden içeri girdiler. Dakikalar sonra aynı sedyeler, üzerleri örtülmüş iki bedenle geri döndü. Sessizlik bir anda çöktü.

Sedyeler ambulansa taşındı, ancak artık çok geçti. Anne ve baba dumandan zehirlenmiş, yaşamlarını yitirmişti.

O gece, Fuat bir anda hem yetim hem öksüz kaldı.

İtfaiye yangını tamamen söndürürken, Fuat hastaneye, anne ve babası ise morga götürüldü. Polis çevredeki güvenlik çemberini kaldırıp kalabalığı evlerine yönlendirdi. Nöbetçi ekipler bölgede kaldı.
Ancak o gecekondu evden geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Sadece is kokusu ve bir çocuğun sessizliği kalmıştı geriye.

Sabahın ilk ışıkları hastanenin soğuk pencerelerinden içeri süzülüyordu. Koridorda yankılanan ayak sesleri, hemşirelerin sessiz telaşı ve antiseptik kokusu birbirine karışmıştı.

Bir odanın köşesindeki yatakta, ince bir battaniyenin altında küçük bir çocuk yatıyordu: Fuat.

Göz kapaklarını araladığında, nerede olduğunu anlaması zaman aldı. Başucundaki serum şişesinden damlayan sıvının ritmik sesi, sanki sessizliğin ortasında bir metronom gibi tıkır tıkır çalıyordu.
Bir süre tavana baktı. Her şey beyazdı: duvarlar, çarşaf, battaniye…
Oysa dün gece her şey kızıl bir alevin içindeydi.

Bir hemşire yanına yaklaştı. Elini Fuat’ın alnına koydu, sonra yüzüne doğru eğildi.

“Uyanmışsın küçük adam,” dedi yumuşak bir sesle. “Biraz süt ister misin?”
Fuat cevap vermedi. Dudaklarını kıpırdattı ama ses çıkmadı.
Gözleri yavaşça tavandan kapıya kaydı. İçeri kimse girmedi. Kimse “Oğlum” demedi.

Hemşire çocuğun sessizliğini görünce iç çekti, ardından başını kapıya doğru çevirdi.

“Amca ve teyzeler gelecek birazdan,” dedi. “Seni almaya gelecekmiş.”
Ama Fuat, bu sözleri duymadı bile.

Zihninde hâlâ dün geceki görüntüler vardı: Alevlerin dansı, kırılan camların sesi ve daha öncesinde annesinin onu öperek yatırması vardı. Babası daha erken yatmıştı çünkü sabah erkenden çalıştığı inşaata gitmesi gerekiyordu ve zaten her akşam eve yorgun geliyordu.

Gözlerinden yaşlar süzülürken dudaklarından belli belirsiz bir kelime döküldü:
“Anne...Baba…”

Koridordan geçen hemşire durdu, geri döndü ama çocuk o anda yeniden gözlerini kapamıştı.

O sabah hastanenin kapısından içeri üç kişi girdi. Bir amca ve iki teyze… Üzerlerinde resmi yelekler, ellerinde dosyalar vardı. Fuat’ın yatağının yanına oturup yumuşak bir sesle bir şeyler sordular; adını, yaşını, okuduğu okulu, akrabası olup olmadığını…
Fuat yalnızca başını salladı. Ne “evet” diyebildi ne de “hayır.” 
Onların elindeki kalemler bir şeyler not aldı ama hiçbiri Fuat’ın yüreğinde olup biteni yazamadı.

O, anne ve babasından başka kimsesi olmadığını iyi biliyordu. Ne bayramlarda onları arayan biri olmuştu, ne de tatillerde gidilecek bir akrabaları vardı. Evleri, o küçücük gecekondu, onların bütün dünyasıydı. Şimdi o dünya küle dönmüştü.

Ertesi gün öğleden sonra, hastanenin morg kapısı sessizce açıldı. İki tabut, aynı kamyonetin arkasına yerleştirildi. Birinde annesi, diğerinde babası…
Fuat, annesinin ve babasının mezarlığa götürüldüğünü bile görememişti. Kalbinde artık yanmayan ama hiçbir zaman sönmeyecek bir ateş vardı. O son vedayı bile edememişti.

O halen hastane odasında annesinin ve babasının kapıdan çıkıp gelmesini beklerken onların yerine dün gelen amca ve teyzeler gelmişti. Üzerine yeni elbise ve ayakkabı getirmişlerdi. Hemşire onları giydirdikten sonra teyzelerden birisi elinden tutup onu başka çocukların olduğu bir yere götürdüler. Yüksek duvarları, demir kapısı, sessiz koridorları olan bir yerdi orası.

Avluda ve bahçede bazı çocuklar koşup oynuyor, gülüyordu. Bazılarıysa bir köşeye çekilmiş, dünyadan habersiz, kendi sessizliklerinde kaybolmuştu. Fuat da o sessizlerin arasına karıştı.
Bir kenara oturup başını dizlerinin arasına çekti. O artık hiçbir yere ve kimseye ait değildi. Devletin baktığı yetiştirip büyüttüğü birisi idi.

İlkokula başladığı gün, Fuat annesini ve babasını her zamankinden daha çok özledi.

Okul bahçesinde diğer çocukların elinden tutan anne babalarına baktıkça, kalbinin bir köşesi biraz daha sızladı. Oysa o, kimseye el sallayamamış, kimsenin boynuna sarılamamıştı. O gün anladı: Artık sadece kendisi vardı.

Kendini derslerine verdi. Ne çok konuştu ne de yeni arkadaşlar edinmeye çalıştı.
Öğretmenleri onu sessiz, ama zeki bir çocuk olarak tanıdı. Günler birbirini kovaladı; mevsimler, sınıflar değişti. Yıllar geçti, Fuat ilkokulu bitirdi ve ortaokula başladı.

Hayatı hep aynı binanın duvarları arasında geçti. Sadece kaldığı odalar değişti; yaşı büyüdükçe, onu yaşıtlarının yanına taşıdılar. Ama hangi odaya giderse gitsin, duvarların rengi, sessizliğin kokusu hep aynıydı.

Ortaokuldan mezun olduğu yıl, Fuat’ı başka bir yurda gönderdiler. Oysa o, eski yurda alışmıştı; oradaki eşyaların gıcırdamasına, geceleri koridordan gelen ayak seslerine bile.

Yeni yurda ilk adımını attığında, yıllar önceki o ilk gün aklına geldi. Yine aynı ürperti, aynı yabancılık hissi...

Bir ara kaçmayı düşündü. Sokaklara çıkıp kendi başına yaşamayı, özgür olmayı... Ama sonra aklına kış geceleri, açlık, yalnızlık geldi. “Ne yerim, nerede kalırım?” diye düşündü. Sonra sessizce karar verdi:
Ya okuyup adam olacaktı ya da sokaklarda sürünecekti.  

Yeni yurtta da hayat eskisinden farklı değildi. Sabahları okula gidiyor, akşam derslerini yapıp sessizce yatağına dönüyordu. Artık alışmıştı bu düzene. Yolda okula giderken köşelerde, parklarda gördüğü serseri çocuklara bakıyor; yırtık paltoları, kirli yüzleri görünce içinden “Şükür,” diyordu. Ne olursa olsun, başını sokacak bir yeri, karnını doyuracak bir çorbası vardı.

Ama ne kadar zaman geçerse geçsin, içindeki bir ses hiç susmuyordu. “Annemle babam... Onlara ne oldu o gece? Gerçekten öldüler mi, yoksa bir yerde hâlâ beni mi arıyorlar?”

Bu sorular yıllardır yüreğini kemiriyordu. O sabah, derse gitmeden önce kararını verdi.Artık öğrenmeliydi. 

Yurt müdürünün odasının kapısına geldiğinde, kalbi hızla çarpıyordu. Kapıyı iki kez tıklatıp içeri girdi. Müdür, her zamanki babacan tavrıyla başını kaldırdı. “Gel bakalım Fuat,” dedi gülümseyerek. “Bir sıkıntın mı var oğlum?”

Fuat başını öne eğdi. “Hayır, bir sıkıntım yok,” dedi kısık bir sesle. “Sadece… bir şey öğrenmek istiyorum.” 

Müdür merakla baktı.

“Ne öğrenmek istiyorsun, Fuat?”

Fuat derin bir nefes aldı. “Annemle babamı,” dedi sonunda. “Onlara o gece ne oldu? Neden kimse bana hiçbir şey söylemedi? Yıllardır içimden çıkmıyor bu soru. Artık bilmek istiyorum.”

Müdür bir süre sessiz kaldı. Kalemini masanın üzerine koydu, gözlüğünü çıkardı. Yüzünde ciddi ama şefkatli bir ifade vardı.
“Bu konuyu konuşacağımızı biliyordum, evladım,” dedi yavaşça.
“Artık büyüdün… ve bilmeye hakkın var.”

 

Müdür bir süre sessiz kaldı. Pencereden dışarı baktı; bahçedeki ağaçların sararmış yaprakları rüzgârla savruluyordu. Sonra gözlüğünü masanın kenarına bıraktı ve Fuat’a dönerek derin bir nefes aldı.

“Fuat,” dedi sakin ama titrek bir sesle, “bu konuyu sana anlatmak kolay değil. Ama artık büyüdün, bilmen gerekiyor.”

Fuat’ın kalbi hızla çarpmaya başladı. Bir şeylerin içinden çıkacağını hissetti ama yine de sessiz kaldı. Müdür yavaşça devam etti:

“Annenle baban… o gece çıkan yangında hayatlarını kaybettiler oğlum.
İtfaiye ekipleri seni kurtardığında, ne yazık ki onlar çoktan dumandan zehirlenmişti. O günden sonra devlet seni koruma altına almış. Sana o zamanlar her şeyi anlatmak doğru olmazdı, çok küçüktün.”

Fuat başını öne eğdi. Ellerini dizlerinin üzerinde sıkıca kenetledi. O kadar zamandır kurduğu hayaller, “belki yaşıyorlardır” umudu, bir anda tuzla buz oldu.

Müdür devam etti: “Annenin ve babanın mezarları hâlâ aynı yerde, oğlum. Evleri de o yangından sonra yıkılmış geriye bir şey kalmamış zaten evde kira imiş.” Sonra masasının evrak dolabından eski bir dosya çıkardı.
Kapağında solmuş bir etiket vardı: Fuat Demir – 1976’

Dosyadan bir kâğıt çıkarıp masanın üzerine koydu. “Burası ailenin eski ev adresi,” dedi. “İzmir, Karabağlar” Bir an durdu, sesi iyice alçaldı. “Mezarları da oraya yakın, Eski Kozan Mezarlığı’nda. İstersen seni bir gün oraya götürebilirim.”

Fuat uzun süre konuşmadı. Kâğıda baktı, sonra müdürün yüzüne.
Sanki ilk defa gerçekten yalnız kaldığını o an anladı. Gözlerinden yaşlar süzülürken sadece fısıldayabildi:

“Teşekkür ederim… Müdür amca. Hafta sonu ben kendim gider bulurum.” Dedi.

Fuat mahalleye gitmedi. Ayakları onu doğrudan mezarlığa götürdü. Elinde yurt müdürünün verdiği kâğıt, kalbinde bir ağırlıkla Eski Kozan Mezarlığı’nın kapısından içeri girdi.

Mezarlık sessizdi. Ağaçların gölgesi taşların üzerine düşüyor, rüzgârla birlikte kuru yapraklar hışırdıyordu. Fuat görevli kulübesine gidip elindeki kâğıdı uzattı.

“Annemle babamın mezarını bulmak istiyorum,” dedi.
Görevliler birbirlerine baktılar, sonra arşiv dolabını açtılar. Bir defteri masaya koyup sayfaları çevirmeye başladılar.

“Adları neydi evladım?” diye sordu yaşlı olan.
“Mehmet ve Zeynep Demir,” dedi Fuat kısık bir sesle.
Görevli parmağını satırlarda gezdirdi, sonra başını kaldırıp gencin gözlerine baktı.

“Bulduk,” dedi. 

Bir diğeri yerinden kalktı. “Ben götüreyim evladım, yol biraz karışıktır.”

Birlikte dar patikalardan geçtiler. Yosun tutmuş taşların arasından yürürken Fuat’ın kalbi daha hızlı çarpıyordu. Görevli sonunda durdu.

“İşte burası,” dedi sessizce.

Fuat başını kaldırdığında, karşısında iki yan yana mezar gördü.
Ne bir mezar taşı vardı ne de bir bakım… Sadece paslanmış bir sac levha. Üzerine boyayla iki isim ve bir tarih yazılmıştı: Fuat dizlerinin üzerine çöktü. Bir eliyle levhayı okşadı, parmaklarının altında pas döküldü. Yıllardır taşıdığı soruların, özlemin ve sessizliğin cevabı şimdi bu iki ismin altındaydı.

Hiç konuşmadı. Sadece toprağın sessizliğini dinledi. Ve o an, içinden dua ederken ilk kez gerçek bir “vedalaşma” başladı.

Fuat mezarlıktan ayrılırken arkasına son kez baktı. Rüzgâr, kuru yaprakları mezarların üzerine savuruyor, sac levhadaki paslı harfler güneşin altında solgun bir ışıltıyla parlıyordu. İçinde derin bir sızı vardı ama bu kez o sızı, onu güçlendiriyordu.

Yürürken kendi kendine fısıldadı: “Böyle bitmeyecek. Okuyacağım, adam olacağım… Bir gün geri döneceğim, onların mezarlarını yaptıracağım.”

O an, hayatında ilk kez ne istediğini biliyordu. Geçmişin küllerinden geleceğini kuracaktı.

Fuat o günden sonra bütün enerjisini derslerine verdi. Lisedeki öğretmenleri onun azmini fark etti. Ne yorgunluktan şikâyet etti ne de yoksulluktan. Kütüphanede geçirdiği geceler, sabahın ilk ışıklarına kadar süren çalışma saatleri sonunda karşılığını buldu.

Lise bittiğinde, üniversite sınavında aldığı sonuç herkesi şaşırttı. Fuat, mühendislik fakültesini burslu olarak kazanmıştı. Kayıt için gittiğinde, elinde sadece bir dosya, yüreğinde ise bir hayal vardı.

Üniversitenin öğrenci yurdunda kalmaya başladı. Artık kendi ayakları üzerinde duruyordu.

Her ay bursu yattığında bir çiçek alıp annesinin ve babasının mezarını ziyaret ediyordu ve her ziyarette:

“İlk maaşımı aldığım gün, annemle babamın mezarlarını yaptıracağım.”

Fakültenin ilk günleri Fuat için epey zorlu geçmişti. Ancak zamanla hem derslere hem de yeni ortama alışmaya başladı. Boş vakitlerinde genellikle fakültenin kütüphanesinde ya da kantininde oturur, sessizce ders çalışırdı. Önceden olduğu gibi kimseyle fazla samimiyet kurmuyor, kendi hâlinde yaşamayı tercih ediyordu.

Öğrencilerin bir kısmı tıpkı Fuat gibi yurtta kalıyor, bazıları ise ailelerinin yanında yaşıyordu. Fakat aralarında öyleleri vardı ki, zengin oldukları her hâllerinden belli oluyordu. Her gün farklı kıyafetlerle gelir, fakülteye kendi arabalarıyla girer, parayı har vurup harman savururcasına davranırlardı.

İşte o öğrenciler arasında Fuat’ın ilgisini çeken bir kız vardı: Hande. Güzelliğiyle herkesi etkileyen, zarafetiyle dikkat çeken bu kıza uzaktan bakmak bile Fuat için yeterliydi. Ona yaklaşmak, onunla konuşmak, hatta kendini onunla kıyaslamak bile imkânsız görünüyordu. Ne var ki, Hande her karşılaştıklarında Fuat’a tebessüm ederdi. O gülümseyiş, Fuat’ın içinde tarif edemediği bir sıcaklık uyandırır, ellerini terletir, kalbini hızla çarptırırdı.

Hande, babasının sağladığı zenginliğin rahatlığıyla amfide çoğu zaman şımarıklık yapar, arkadaşlarıyla kahkahalar atarak ders aralarını neşelendirirdi. Giyimi, tavırları ve özgüveniyle çevresindekilerin dikkatini çekerdi. Fuat ise tüm bu gösterişin uzağında kalmayı tercih ederdi. O, derslerine yoğunlaşır; hocalarıyla gerektiğinde kısa, ölçülü konuşmalar yapar, vaktinin çoğunu kütüphanede geçirirdi.

Yine de Hande’ye karşı içinde tarif edemediği bir yakınlık hissi vardı. Onu her gördüğünde kalbinin ritmi değişir, ama bu duyguları dile getirmeye cesaret edemezdi. Onun gülümseyişiyle yetinir, o anları belleğinin en derin köşesine kazırdı.

Yıllar bu sessizlik içinde geçti. Fuat, dört yılın sonunda fakülteyi başarıyla bitirdi. Mezuniyet töreninde, Hande’ye son kez uzaktan baktığında içinden bir şeylerin koptuğunu hissetti ama yine de gülümseyip sessizce içinden vedasını yaptı.

Mezuniyetin ardından, elinde diplomasıyla iş aramaya başladı. Kısa bir süre sonra bir beyaz eşya fabrikasının proje mühendisi ilanına başvurdu ve kabul edildi. Artık hayata atılmış, kendi ayakları üzerinde duran genç bir mühendisti.

İlk maaşını aldığı gün, Fuat doğruca bir mezar ustasına gitti. Birlikte annesiyle babasının mezarına gittiler. Yıllardır içini kemiren bir borcu ödemek ister gibiydi. Onlara yakışır, sade ama güzel bir mezar yapılmasını istedi ve ön ödemesini oracıkta gerçekleştirdi.

İki hafta sonra usta arayıp mezarların tamamlandığını söylediğinde, Fuat mezarlığa koşarcasına gitti. Usta işini bitirmiş, taşların üzerine isimleri özenle kazımıştı. Fuat teşekkür edip kalan ödemeyi de yaptıktan sonra uzun süre mezarların başında sessizce durdu. Rüzgâr başında hafifçe esiyor, ağaç yaprakları hüzünlü bir sesle sallanıyordu. Fuat gözlerini kapatarak ellerini dua için kaldırdı.

“Artık sizin de bir mezar taşınız var,” dedi kısık bir sesle. “Fırsat buldukça ziyaretinize geleceğim… merak etmeyin.”

O an, içinde bir huzur hissetti; sanki yıllardır taşıdığı yük biraz hafiflemişti.

Günler böyle geçti. Fuat, fabrikadaki işine alışmış, projelerde yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Bir gün patronuyla önemli bir konuyu görüşmesi gerekiyordu. Sekreterin kapısını çalıp içeri girdiğinde, içeride bir misafir olduğunu fark etti. Kibarca, patronla kısa bir görüşme yapmak istediğini söyledi.

Sekreter başını kaldırıp gülümseyerek, “Patron bey şu an dışarıda, birazdan gelir. Hande Hanım da kendisini bekliyor,” dedi.

Fuat ismi duyunca istemsizce misafire baktı. O an zaman sanki durdu. Karşısında, fakültede uzaktan sevdiği, her gülümseyişinde kalbinin hızla atmasına sebep olan o kızı gördü.

Hande’ydi bu.

Bir an sessiz kaldı, kelimeler boğazında düğümlendi. Sonra kendini toparlayarak, “Ben sonra tekrar uğrarım,” diyebildi yalnızca. Kapıdan çıktığında ellerinin terlediğini, kalbinin yeniden o eski ritimle çarptığını fark etti.

“Evet,” dedi içinden, “oydu… fakültedeki Hande. O da sanırım iş başvurusu için burada.

Yaklaşık bir saat sonra, Fuat’ın masasındaki telefon çaldı ve sekreter patronun kendisini çağırdığını söyledi.

“Patron bey sizin görüşmek istediğinizi biliyor, şimdi sizi odasında bekliyor,” dedi.

Fuat elindeki proje dosyasını alıp patronun odasına geçti. Görüşme yaklaşık yarım saat sürdü. Projeyle ilgili gerekli notları aldıktan sonra ayağa kalkıp teşekkür etti ve kapıya yöneldi.

Tam sekreterin yanından ayrılırken, içindeki merakına daha fazla engel olamadı. Yıllar öncesinin anıları yeniden zihninde canlanmıştı. Bir an durdu, sesini olabildiğince doğal tutmaya çalışarak sekretere döndü:

“Bir şey sorabilir miyim?” dedi. “Az önce burada Hande Hanım vardı… acaba iş başvurusu için mi gelmişti? Biz fakültede sınıf arkadaşıydık.”

Sekreter hafif bir tebessümle başını salladı.

“Hayır, Hande Hanım bugün iş görüşmesi için gelmedi. Babasını görmeye geldi. Patron Hande hanımın babasıdır,” dedi.

Fuat teşekkür edip odasından ayrılırken kendi kendine, “Zengin kızı buralarda iş mi arar, benimki de ne saçma düşünce,” diye söylenip odadan ayrılırken, kalbinde tanıdık bir kıpırtı hissetti. Yıllar sonra aynı şehirde, aynı binada yolları yeniden kesişmişti. Ama bu kez her şey çok farklıydı.

Birkaç gün sonra Hande yine gelmişti. Bu kez doğrudan babasının yanına değil, önce Fuat’ın odasına uğradı.

Biraz sohbet etmek, onun hazırladığı projelere bakıp bir şeyler öğrenmek istediğini söyledi.

Fuat şaşırmıştı.

“Öğrenip de ne yapacaksınız, Hande Hanım?” diye sordu.

Hande gülümseyerek,

“Belki ben de burada işe başlarım. Sizden biraz fikir almak istedim,” dedi.

Fuat istemsizce gülümsedi.

“Burası sizin gibi birinin çalışacağı yer mi?” dedi alayla, ama içinden ‘Yoksa benimle dalga mı geçiyor?’ diye geçirdi.
Sonra hemen bu düşüncesinden utandı. ‘Olmaz,’ dedi kendi kendine, ‘Hande öyle biri değil.’

Bunun üzerine projeleri gösterip tek tek anlattı, bildiklerini paylaştı.
Hande teşekkür edip yanından ayrıldıktan sonra doğruca babasının odasına gitti.

“Baba, ben de burada çalışmak istiyorum,” dedi kararlı bir sesle.
“Projeler hazırlamak, yeni ürünlere imza atmak istiyorum.”

Babası önce itiraz etti. Ama kızının ısrarı karşısında yumuşadı.
“Peki,” dedi. “Proje bölümünde başlarsın. Ama bil ki ya maaş alıp harçlığından vazgeçeceksin ya da maaş almayacaksın.”

Hande sevinçle, “Sen nasıl uygun görürsen babacığım,” diyerek babasının boynuna sarıldı, onu öptü.

Sonra odadan çıkıp heyecanla Fuat’ın yanına gitti. Gözlerinin içi gülüyordu.

“Ben sana demedim mi? Artık ben de bu bölümde işe başlıyorum,” dedi.

Fuat şaşkınlıkla baktı bir süre. Sonra yüzünde istemsiz bir tebessüm belirdi. Bu haber onu hem şaşırtmış hem de sevindirmişti. Artık hoşlandığı, hatta belki de çoktan sevdiği kızı daha sık görecek, onunla daha fazla vakit geçirecekti.

Günler geçtikçe ikili arasındaki iş ilişkisi yavaş yavaş başka bir evreye geçiyordu. Artık sadece birlikte çalışmıyor, zaman zaman dışarı çıkıp geziyor, kafelere ve restoranlara gidiyorlardı. Bir gün Fuat, Hande’yi annesiyle babasının mezarına götürmüştü. Dönüş yolunda Fuat, hayat hikâyesini anlattı. Hande hem çok üzülmüş hem de derinden duygulanmıştı.

Aslında ikisinin de birbirine söylemek istediği bir şeyler vardı ama bir türlü cesaret edemiyorlardı. Bir akşam deniz kenarında oturmuş sohbet ederlerken, Hande birdenbire,
“Senden hoşlanıyorum Fuat,” dedi.

Fuat önce ne diyeceğini bilemedi, kelimeler boğazında düğümlendi. Sonra tüm cesaretini toplayarak,
“Ben de senden hoşlanıyorum… hem de fakültede seni ilk gördüğüm günden beri,” diye karşılık verdi.

Bu karşılıklı sevginin artık bir sonuca bağlanması gerekiyordu. Ama nasıl olacaktı? Tıpkı filmlerdeki gibi olmuştu her şey zengin kız, fakir oğlan hikâyesi.

Hande, “Seninle birlikte olduktan sonra hiçbir şeyin önemi yok. Gelip beni babamdan isteyin,” demişti.
Fuat ise başını öne eğip sessizce, “Ama… benim kimsem yok ki,” diyebilmişti.
O zaman Hande gülümseyip, “O hâlde sen kendin iste. Ben de annemle babamla konuşurum,” demişti.

Birkaç gün sonra Fuat, her zamanki gibi sekreterin yanına gidip patronla görüşmek istediğini söyledi. Ama bu kez elinde ne dosya vardı ne proje…
Patron odasına kabul ettiğinde, Fuat ellerini birbirine kenetleyip sıkılgan bir şekilde derdini anlattı:
“Efendim, ben Hande’yle evlenmek istiyorum.”

Patron önce bir süre sessiz kaldı. Yüzündeki ifade dondu, ardından hafif bir tebessümle kahkaha attı:
“Hadi Fuat, sen git de işinin başına dön. Çizimlerin seni bekliyor.”
Sonra sekretere dönüp kızını çağırmasını söyledi.

O sırada Hande zaten dışarıda, sekreterin yanındaydı. O içeri girerken birbirlerinin gözlerine baktılar ama gözler hiçbir şey anlatmıyordu.

Bir süre sonra Hande gözleri kızarmış, ağlamaktan yorgun düşmüş bir hâlde odaya geldi. Eşyalarını toplamaya başladı.
Fuat endişeyle, “Ne oldu Hande?” diye sordu.
Hande gözyaşlarını silerek, “Babam bu evliliği onaylamıyor… Beni de eve gönderiyor,” dedi. Ardından ekledi, “Ama sen pes etme. Ben annemle konuşacağım, babamı ikna ederiz. Sen bu akşam eve gel, babam mutlaka kabul eder.”

Bunu söyledikten sonra eşyalarını alıp çıktı. Fuat, onun ardından sessizce kapıya kadar baktı. İçinde umutla korku birbirine karışmıştı. Akşam işten çıktıktan sonra çiçek ve çikolata yaptırmış hem heyecan hem de korku dolu düşüncelerle Handenin evine doğru yürüyordu. Birden aydınlık sokaklar karanlığa bürünmüştü.

Fuat, her akşam olduğu gibi o küçük meyhanenin köşesindeki masasında tek başına oturuyordu. Önünde bir kadeh rakı, yanında birkaç meze tabağı… Dışarıda yağmur ince ince yağıyor, camdan süzülen damlalar içerdeki dumanlı havaya karışıyordu.
O, sessizce kadehini doldurup yudumladıkça, meyhanenin loş ışıkları altında yorgun bir yüz ifadesiyle uzaklara dalıyordu.

Her akşam olduğu gibi bu gece de, oranın müdavimlerinden biri olan yaşlı bir adamın bakışlarını üzerinde hissetti. Adam, iyi giyimli, belli ki görmüş geçirmiş, hayattan nasibini almış birine benziyordu.

Bir süre sonra rakı bardağını eline aldı, ağır adımlarla Fuat’ın masasına doğru geldi.
“Evlat,” dedi kısık bir sesle, “müsaaden olursa şu masaya oturayım.”

Fuat başıyla onayladı. Adam oturdu, garsona eliyle işaret etti, kendine bir kadeh daha söyledi.
“Bir süredir seni izliyorum,” dedi sonra. “Her akşam aynı saatte gelir, tek başına oturur, rakını içer ve sessizce gidersin. İnsan merak ediyor… Dertli misin, yoksa sadece sessizliği mi seviyorsun?”

Fuat hafifçe gülümsedi ama cevap vermedi.
Adam devam etti:
“Benim adım Cemal. Burada herkes beni tanır. Aslında ben de senin gibiyim — ama fark şu ki, ben dertlerimi anlatacak yaşa geldim, sen ise daha içine gömülüyorsun. Gel, konuş biraz. Belki iyi gelir.”

O an Fuat’ın içinde bir şey kıpırdadı. Uzun zamandır kimse onunla böyle samimi bir tonda konuşmamıştı. Başını kaldırdı, adamın gözlerine baktı ve yavaşça, “Benim adım Fuat,” dedi.

Cemal Bey o gece meyhaneden ayrılmadan önce Fuat’la uzun uzun sohbet etti.
Fuat ilk başta ketumdu, ama rakının ve Cemal Bey’in samimi ses tonunun etkisiyle yavaş yavaş içini dökmeye başladı. Ailesini, küçük yaşta kaybettiklerini, okumasını, Hande’yle tanışmasını, onun babasına gidip konuştuğu günü… hepsini bir bir anlattı. Taa ki o akşam başına gelen olaylara dair.

Cemal Bey sessizce dinledi. Bazen başını sallıyor, bazen de derin derin nefes alıyordu. Anlatı bittiğinde masanın üstündeki sigarasını yakıp uzun bir nefes çekti.
“Evlat,” dedi sonra, “hayat herkese eşit davranmaz. Kimine parayı verir, kimine kalbi… ama senin yüreğin doğru yerdeymiş. O kız seni seviyorsa, babası kim olursa olsun gün gelir anlar.”

Fuat başını önüne eğdi. “Ama o gün bugün değil Cemal Bey,” dedi. “Ben bir şeyleri zorlayıp onu da kendimi de perişan etmek istemiyorum.”

Cemal Bey hafifçe gülümsedi.
“Belki de bazen zorlamak gerekir. Bak ben de gençliğimde aynı senin gibiydim. Fakir bir mahallede büyüdüm. Hayat bana hiçbir şeyi altın tepsiyle sunmadı. Ama vazgeçmedim. Şimdi her şeye sahibim ama geçmişteki bir tek cesaretsizliğim hâlâ içimi sızlatır.”

Fuat şaşkınlıkla baktı. “Yani siz de… birini mi kaybettiniz?”
Cemal Bey kadehini kaldırdı.
“Evet evlat. Zengin bir ailenin kızını sevdim. Onun babası da benimkine benzemezdi, tehdit etti, hor gördü. Ben gurur ettim, geri çekildim. Sonra o kız hastalandı, bir daha göremedim.”

Fuat’ın gözleri doldu. Cemal Bey’in sesi titriyordu:
“Onun mezarına her yıl giderim. O yüzden söylüyorum sana — eğer seviyorsan, sonuna kadar git. Geri çekilme. Çünkü bazı pişmanlıkların telafisi yoktur.”

Cemal, Fuat’ın gözlerinin içine bakarak her kadehini yudumladıktan sonra neden başındaki o yara izini kaşıdığını sordu.
“Eski bir yara,” dedi Fuat. “Geçti, kabuk bağladı, iyileşti… ama yüreğimdeki yara hâlâ kanıyor.”

O akşam yaşadıklarını anlatmaya başladı. Hande’nin evine yaklaştığı bir gece saldırıya uğramış, epey dayak yemişti. Başına aldığı darbe ile düşüp bayılmış, dövenler ise onu öldü zannederek orada bırakıp gitmişti. Şans eseri ıssız bir yerden geçen biri onu görmüş, polisi ve ambulansı arayarak yardım istemişti.

İki gün komada kaldıktan, iki hafta hastanede yattıktan sonra taburcu olmuş ve evine dönmüştü. Kıyafetlerini değiştirip iş yerine gittiğinde ise büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı: İki haftadır işe gelmediği için işine son verildiğini, artık içeri alınamayacağını söylemişlerdi.

Daha sonra Cemal kendine yeniden iş bulmuş, başka bir fabrikada çalışmaya başlamıştı. Ama o günden beri Hande’den bir haber alamamıştı; Hande onu arayıp sormamıştı.

Cemal başını önüne eğdi, sessizce kadehini kaldırdı:
“Doğru evlat, bazı yaralar geçse de kalpteki izler hiç kaybolmaz. O yüzden söylüyorum sana: Seviyorsan, sonuna kadar git. Pes etme.”

Artık gidecek son yok diyen Fuat sonradan Hande’nin babasının sekreterini gördüğünü, onunla bir yerde oturarak uzunca konuştuklarını ve Hande’nin yaşadıklarını anlattığı günden bahsetti.

O gün Hande eve gelir gelmez annesiyle uzun uzun konuştu.

“Anne,” dedi Hande, gözleri dolu dolu, “Fuat’ı çok seviyorum ve onunla evlenmek istiyorum. Ama babam karşı çıkıyor… Lütfen onu ikna et.”

Hande’nin sözlerindeki samimiyeti ve üzüntüyü hisseden annesi, kızını teselli ederek, “Merak etme canım, akşam baban geldiğinde konuşur, onu ikna ederim,” dedi.

Akşam olduğunda annesi, babasıyla konuşmasının ardından Hande’ye dönüp, “Hayırlısı neyse olur. Gelsin istesin, artık evliliğinize rıza gösteririm” dedi.

Saatler geçmişti ama Fuat hâlâ gelmemişti. Hande annesine bakarak bir şeyler söylemesini bekliyor ama ondan hiçbir ses çıkmıyordu. Babası handeye dönerek sitemle, “Bak gördün mü? Böyle kişilerle yola çıkılmaz, hele de evlilik söz konusu ise,” dedi.

Birkaç gün sonra, Hande’nin babasının fabrikatör bir arkadaşı, ailesiyle birlikte Handelerin evine gelmiş ve Handeyi oğullarına istemişti.

Hande ne kadar istemese de, babasının baskısı karşısında direnememiş; yüzükler takılmış, söz kesilmiş ve iki hafta içinde nişan ve düğün yapılmıştı.

Tüm bunlar, Fuat’ın hastanede yattığı süre içinde gerçekleşmişti.

Her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayan Hande’nin babası, Fuat’ı ölümden döndüren o talihsiz olayı hazırlamış, sonunda istediğine ulaşmıştı: Kızını zengin bir aileye dâhil etmiş, kendisi de zengin bir aile ile dünür olmuş, onu yetim ve öksüz, üstelik beş parasız bir mühendisten kurtarmıştı.

Böylece, birisi kendinden bir parça olan kızı olmak üzere iki gencin mutluluğunu gözetmek bir yana, kendi çıkar ve mutluluğunu ön plana çıkarmıştı.

Fuat, son yudumunu da içti, kadehi masaya bıraktı ve derin bir nefes aldı.
“İşte böyle, Cemal Amca,” dedi. “Anlımdaki yara iyileşti… ama yüreğimdeki yara, ölene kadar iyileşmeyecek.”

Birkaç saniye sessizlik oldu, sonra ikisi de masadan kalktı.

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar