SON DAKİKA
İrfan BAŞARANOĞLU

MİŞMİŞ AŞKI

MİŞMİŞ AŞKI
A- A+

Her yıl olduğu gibi bu yıl da yaz sıcakları iyice bastırmış, bütün aile en az bir ay sürecek göçebe hayatına başlamak üzere gerekli eşyalarını toplamaya koyulmuştu. Okullar henüz tatile girmemişti; ama onlar, her zamanki gibi yine tatile erken gireceklerdi. Karnelerini almadan yollara düşeceklerdi. Kardeşleri başta bu gidişlere sevinirdi; derslerden kurtulmanın verdiği hafiflik, yolculuk fikriyle birleşince içlerinde küçük bir bayram havası yaratırdı. Fakat büyüdükçe, bu gidişlerin aslında bir zorunluluktan ibaret olduğunu görmeye başlamışlardı. Bir zamanlar kendisi de bu duyguları yaşamıştı. Ailenin geçim kaynağı, yaz boyunca oradan oraya taşınmayı gerektiriyor; ekmek parası, bir bavula sığdırılamayacak kadar ağır geliyordu. Yine de anne babalarının yüzündeki kararlılık, onlara şekil veriyor; yorgunluk her seferinde dayanışmanın sıcaklığına karışıyordu.

Tüm hazırlıklar tamamlanmış, herkes yola çıkmaya hazırdı. Beyaz bir minibüs kapıya yanaştığında içindeki tanıdık yüzler dikkat çekiyordu; onlar gibi birkaç aile daha vardı. Minibüsün üstünde de onlarınkine benzeyen eşyalar, yatak-yorgan bohçaları, teneke bidonlar, tencereler, bez çuvallar yığılmıştı. Kendi eşyalarını da üstüne balya balya yerleştirdiler ve yola koyuldular.

Geçen yıl Karadeniz’e, fındık toplamaya gitmişlerdi. Yol uzun, memleket uzaktı; her viraj, her dağ geçidi evi biraz daha geride bırakmıştı. Ama bu sene öyle olmayacaktı. Malatya’ya, kayısı hasadına gidiyorlardı. Yolculuk en fazla birkaç saat sürecekti. Zaten Adıyaman’la Malatya komşu illerdi.

Birden aklında bir bilgi kıvılcımı canlandı; ortaokuldaki coğrafya öğretmeni söylemişti: Adıyaman bir zamanlar Malatya’ya bağlı bir ilçe iken sonradan ayrılıp il olmuş. “Ne işime yaradı?” diye düşündü içinden. Okulda öğrendiği bilgiler de tıpkı karnesini almadan çıktıkları gibi, yarı yolda kalmıştı. Ne kitaplar ne haritalar, onların hayatına yol gösteriyordu. O, köyde yaşamaya devam etmiş; yaz aylarında da her yıl olduğu gibi ırgatlığa gitmeye başlamıştı. Dünyayı defterlerden değil, tozlu toprak yollardan, nasır tutan ellerden öğrenmişti.

Nihayet Malatya’ya vardıklarında güneş tepede, hava kuru ve yakıcıydı. Minibüs, kayısı bahçelerinin arasından kıvrılan toprak yollara saparken, dallardaki sarı-turuncu meyveler güneşte parlıyor, sanki göz kırpıyordu. Bahçenin sahibi onları görünce ağır adımlarla yanlarına geldi, önce büyüklerle selamlaşıp hâl hatır sordu, sonra çocuklara şöyle bir göz gezdirdi. Çocuklar, yabancı bakışların altında ezilmemek için gözlerini yere indirdiler; ama aynı zamanda meraklı bir şekilde etrafı kolaçan ediyorlardı.

Bahçenin kenarına kurulacak çadır yeri gösterildi. Kadınlar ve çocuklar hemen işe koyuldu; çiviler çakıldı, ipler gerildi, çadırlar bir bir dikildi. Yere serilen kilimler, üst üste yığılan yastıklar, bir kenara konan tencere–tabaklar, yeni bir hayatın kısa sürede kuruluverdiğini gösteriyordu. Sanki ev, duvarlarla değil; taşınan eşyalar, birlikte yenilen yemekler ve aynı gökyüzünün altında uyunan gecelerle kuruluyordu.

Akşamüstüne doğru hafif bir yel esti, kayısı ağaçlarının yapraklarını hışırdattı. Herkes elini yüzünü yıkadı, bir parça dinlendi. Yolun yorgunluğu ayaklara çökmüş, çocukların gözlerine çöreklenmişti; ama yine de yeni bir yere gelmiş olmanın tuhaf heyecanı içlerinde kıpırdanıyordu.

Gece olduğunda yıldızlar, köydekilerden daha parlak görünüyordu. Yedikleri ekmek kuru, çay bulanıktı ama sohbet sıcak, kahkahalar içtendi. Bir ara annelerden biri, “Allah bereket versin, kolaylık versin,” diye dua etti. Diğerleri de “Amin,” diye karşılık verdi.

Ertesi gün güneş doğmadan kalkacak, kayısılar toplanacak, kasalar dolacak, terle karışmış toz yüzlere bulaşacaktı. Çocuklar, okula gitmeyip çalışmaya başlayacaklardı. Onlar için yaz tatili, deniz kıyısında dondurma yemek değil; sabahın ayazında uykulu gözlerle ağaç altına koşmak demekti.

Yine de içlerinde bir yerlerde, bu geçici hayatın onlara kattığı şeyler vardı: dayanışmayı, ekmeğin değerini, güneşin altında gölgede dinlenmenin bile bir nimet olduğunu öğrenmişlerdi.

Semra’nın ailesi kayısı bahçesine dağıldığında o çadırda kalmış, kahvaltı sofrasını ve serili yatakları toparlamıştı. İşini bitirir bitirmez, aceleyle ailesinin yanına gitti. Kayısı ağaçlarının dibine serilen büyük bezlerin üzerine, erkeklerin silkelediği dallardan patır patır meyveler düşüyor; sarı kayısılar, güneşin altında altın gibi parlıyordu.

Semra, iki yandan örülü saçlarını toparlayıp başına eşarbını sıkıca bağladı. Sonra babasının çıktığı ağacın altına geçerek yere düşen kayısıları tek tek toplamaya başladı. Avuçlarına aldığı meyveleri ezmemeye özen göstererek kasalara yerleştiriyor, dolan kasaları kenara çekiyordu.

Ara sıra bir kayısı başına ya da sırtına çarpıyor, canını hafifçe yakıyordu. Yüzünü buruşturup gökyüzüne doğru baktığında babasının kolları, dalları sarsmaktan yorulsa da durmadan deviniyordu. Semra, düşen her meyveyi sanki bir emek kırıntısıymış gibi dikkatle topladı; toza bulanmış parmakları, kasaya koyduğu her kayısıda başka bir yorgunluğu taşıyordu.

Öğlene doğru kayısı toplama işini bırakıp çadıra dönen Semra, ailesi için yemek hazırlamaya koyuldu. Güneş tepedeydi; sıcak, insanı yoran ama aynı zamanda içini ısıtan bir ışıkla her yeri dolduruyordu. Ailesi, yorgun argın çadıra geldiğinde tabaklara konan yemek, sadece karın doyurmuyor; sanki biraz nefes, biraz umut veriyordu. Hiç kimse konuşmadan ilk lokmasını aldı, sonra en yaşlı olan gülümsedi: “Allah kolaylık versin,” dedi. Bu cümle, sininin üzerine hafif bir iyimserlik serdi. Dinlendiler, soluklandılar, sonra tekrar işlerinin başına döndüler.

Semra, herkes gittikten sonra bulaşıkları yıkayıp tencereyi kenara bıraktı. Köpükler ellerinde, soğuk su yüzünde, kendine ait küçük bir dünyanın içindeydi. Bazen düşünüyor, bazen hayal kuruyordu; bir gün liseye gideceğini, eline kalem alacağını, defterlerin sayfalarına sadece not değil, hayatı da yazacağını hayal ediyordu.

Son tabağı da durulayınca, derin bir nefes aldı. Bir anlığına çadırın gölgesine oturmayı düşündü; ama içindeki enerji, bedenindeki yorgunluğa ağır basıyordu. “Bugün bitince yarın daha kolay olacak,” diye geçirdi içinden. Sonra adımlarını hızlandırdı, kayısı ağaçlarının gölgesine doğru koştu. Bu gölge, başkaları için dinlenme yeriydi; ama onun için küçük bir umut sahasıydı. Bezlerin üzerine dökülen meyveleri toplarken, sanki her kayısı, geleceğe attığı bir adım gibiydi.

Yorgunluğuna rağmen içi kıpır kıpırdı. Belki de hayatta en güzel şey, bütün bu yorulmanın, terlemenin, güneşle kavganın bile bir yere varacağını bilmekti. Semra bunu tam olarak kelimelere dökemezdi ama hissettiği şey buydu: Her gün biraz daha umut, her kayısı kadar umut. Geleceğe yönelik umudunu yitirmiyordu.

Kasalar dolusu kayısı toplanmış, bahçenin kenarında bulunan islim damı denilen yere taşınmıştı. Kasalar üst üste, yan yana dizilerek içeri yerleştirildi. İslim damı tamamen dolunca fitilli kapısı sıkıca kapatıldı; çünkü kükürtleme süresince içerinin havayla temas etmemesi şarttı.

İslim damının ocağını, işin ehli olan biri yakar, kükürt miktarını da o ayarlardı ne eksik ne fazla. Kükürt az olursa kayısı kararır, fazla olursa tadı bozulurdu. Kayısılar iyice kükürtlenip ocak söndüğünde, yine kapı açılmaz; kasalar bir süre daha içeride bekletilirdi. Bir–iki gün sonra kapak açılır, içerideki sarı meyve, buharı üstünden yeni alınmış gibi dışarı çıkarılırdı.

Erkekler ağır kasaları islim damından çıkarır, güneşin altına serilmiş bezlerin üzerine boşaltırdı. Kayısılar, dallardan düşerken patırtıyla yuvarlanan o meyveler, şimdi özenle, sabırla dizilmek zorundaydı. Kadınlar, genç kızlar ve çocuklar, kayısıları kolilere yumurta dizer gibi tek tek yerleştirirlerdi; yan yana, ama birbirine değmeyecek şekilde. Güneşin altında kurumasını beklerken sarı-turuncu renk, önce göz alır; sonra kokusu havaya karışırdı.

Bu işin adı “kurutma”ydı ama emek, bir meyvenin suyunu çekmekten çok daha fazlasını gerektirirdi. Güneş kavurur, toz yapışır, sırt ağrırdı; ama herkes sabırla devam ederdi. Çünkü kuruyan her kayısı, bir kış boyunca sofraya, ekmeğe, hayata dönüşecekti.

Ama iş henüz bitmemişti. Kayısının içinde hâlâ çıkarılması gereken çekirdekler vardı. Bu da hemen yapılacak bir iş değildi. İslimden çıkan kayısıların birkaç gün güneş altında iyice suyunu çekmesi gerekiyordu ki, ondan sonra çekirdek çıkarma işlemine geçilsin. Hasadın belki de en zor dönemi buydu.

Çekirdek çıkarma tamamen el emeğine dayanıyordu; bıçakla değil, makineyle değil, parmakla… Her kayısı iki parmak arasında nazikçe sıkılarak içinden çekirdek çıkarılıyor, sonra tekrar diziliyordu. Parmaklar her gün saatlerce çalışmaktan bazen tutmaz oluyordu. Vücut yoruluyordu elbette, ama bu iş, en çok parmakları tüketiyordu.

Bu işe erkekler pek karışmazdı; ancak kadınlara ve kızlara yardım etmek isteyen olursa el uzatırdı. Kayısı hasadında erkeklerin yaptığı işler de ağırdı, ama kadınlar, kızlar ve çocuklar kadar kesintisiz, sabırlı ve ince iş gerektirmezdi. Bu yüzden erkekler dışarıdan bakıldığında biraz daha az yoruluyor gibi görünürdü.

Bahçenin büyüklüğüne göre işler uzadıkça uzuyordu: kayısının silkelenmesi, toplanması, islime taşınması, islimden çıkarılıp güneşe serilmesi, çekirdeğinin çıkarılması… Günler geçtikçe herkes kendini biraz daha yorgun hissediyordu. Eller kabuk bağlıyor, sırtlar sızlıyor, güneş deriyi acıtıyordu.

Semra, bütün bu işlerin içinde bir de çadırla ilgileniyordu; yemek pişirmek, sofra kurmak, bulaşık yıkamak, düzeni sağlamak… Çadırda ateş yanınca yüzü kızarıyor, bahçeye koşunca güneş tenini yakıyordu. Yine de içindeki o küçük umut, her gün ona adımlarını hızlandıracak bir güç veriyordu. Çünkü Semra için bütün bu zahmet, yalnızca bugünle ilgili değildi; yarınla, gelecekle, hayalini kurduğu o başka hayatla ilgiliydi.

Sabah, çadırdaki işlerini bitiren Semra yine bahçeye koşmuş, babasının silkelediği ağacın altına geçmişti. Bezlerin üzerinde biriken kayısıları toplarken, bir anda başına birkaç tane birden düştü. Ani acıyla yüzünü buruşturup başını kaldırdı; babasına “daha dikkatli ol” diye seslenecekti ki, karşısında hiç beklemediği bir yüz gördü.

Güneşten yanmış koyu buğday tenli, simsiyah gözlü, kıvırcık saçlarının arasına kayısı yaprakları karışmış genç bir adam, ağacın dalları arasından ona bakıyordu. Gözleri, bir anlığına şaşkın, sonra hafif mahcup bir ifadeyle yumuşadı. Semra, refleksle babasını aradı; ama babası ağacın diğer tarafındaydı, onları görmüyordu.

Genç, hafif bir gülümsemeyle başını eğdi. “Özür dilerim,” dedi utangaç bir sesle. “Biraz hızlı silkeledim herhalde. Daha dikkatli olmaya çalışırım.”

Semra, yüzüne düşen gölgeyi saçının tersiyle geriye atıp o da gülümsedi. “Ziyanı yok,” dedi, ince ve hafif bir sesle. “Fazla acımadı.”

Genç, bu cevabı duyunca rahatlamış gibi soluk aldı. Gülümsemesi biraz daha belirginleşti; gözlerinde tuhaf bir ışıltı vardı, güneş mi parlatmıştı, yoksa başka bir şey mi bilinmez. O an, ikisinin arasında kısa, sessiz ama anlamlı bir bağ kuruldu: kayısı ağacının gölgesinde, toz ve ter içinde, ama hayatın tüm yorgunluğuna rağmen taze, masum bir bağ…

Semra yeniden kayısı toplamaya eğildi; ama kalbi, başını kaldırdığında gördüğü o yüzü bir süre daha bırakamadı. Genç de dalların arasından, gizlice bir kez daha ona baktı. Belki bu bahçede, kayısıdan başka bir şey daha olacaktı: çok küçük, ama insanın içini ısıtan bir umut.

Her gün olduğu gibi bugün de dalından ayrılan kayısılar kasalara doldurulmuş, boşaltılan islim damına yerleştirilmişti. Semra, bahçedeki kendine düşen işleri tamamlayınca çadıra geçip akşam yemeğini hazırlamaya başladı. Yemek yapmak, ağır işlerin yanında onun için bir çeşit dinlenmeydi; ateşin çıtırtısı, tencerenin kokusu ve çadırın gölgeli serinliği, günün telaşını biraz olsun hafifletiyordu.

Hava kararmaya yüz tutarken bahçede çalışan ailesi de çadıra dönmüştü. Hep birlikte sofranın etrafına oturup sessizce karınlarını doyurdular. Ardından babası ve annesi serili döşeğe geçip, Semra’nın demlediği çayı beklediler. Çaydanlık, bardaklar ve şekerli küçük tabak tepsinin üzerinde onların önüne konuldu. Babası tütününü sarıp yakarken annesi çayları doldurmaya başladı. Semra da bulaşıkları yıkayıp yanlarına oturdu.

Bir süre kimse konuşmadı. Çaydan yükselen sıcak buhar, günün sessizliğine karışıyor; yorgunluk ağızlardan çıkan her nefeste biraz daha azalıyordu.

Sonunda babası sessizliği bozdu: “Birkaç güne kayısı toplama ve islim işi biter,” dedi. “Sonra işin asıl zor kısmı başlar. Kurutması var, çekirdek çıkarması var… Onlar daha çok oyalayacak bizi.”

Annesi başını hafifçe sallayıp, umut dolu bir sesle konuştu:
“Allah’ın izniyle onları da elbirliğiyle hallederiz. Bizimle gelen komşularımız maşallah çok çalışıyorlar, bereket versin.”

Çadırın içi yorgun ama sıcak bir huzurla doldu. Herkes biliyordu ki iş çoktu, yol uzundu, emek ağırdı… Ama birlikte olduklarında, her zorluğun üstesinden gelinir gibi görünüyordu. Semra, çayını yudumlarken içten içe bir güç hissetti; gün boyu yorulan elleri bile sanki daha az acıyordu. Çünkü bu çay, bu sohbet ve bu birliktelik, insanı ayakta tutan gizli bir kuvvetti.

Semra, babasının sözlerini dinlerken bir yandan çayını karıştırıyor, bir yandan da düşüncelere dalıyordu. Bu yılki kayısı bereketi iyiydi; ne kadar yorulsalar da emeklerinin karşılığını alacaklarını bilmek içlerine bir ferahlık veriyordu. Çadırın dışında, akşam serinliği yavaş yavaş toprağa işliyor, uzaklardan gelen cırcır böceklerinin sesi sohbetlerine eşlik ediyordu.

Annesi tepsideki bardaklara yeniden çay doldururken, “İnşallah bu sene daha rahata çıkarız,” diye ekledi. “Kısmetse evin çatısını da tamir ettiririz. Geçen kış hep su aldı, biliyorsun.”

Babası hafifçe gülümsedi. “Hele şu işi bir bitirelim de… Allah büyüktür. Bir yolunu buluruz.”

Semra içten içe onların umut dolu konuşmalarına seviniyor, ailesinin yüzündeki yorgunluğa rağmen ışıldayan gözlerini izliyordu. Bu mevsim onlar için hem geçim demekti hem de ailece bir arada çalışmanın huzuru.

O sırada Semra’nın aklına sabah ağacın altında göz göze geldiği genç geldi. Genç adamın mahcup gülüşü, saçlarına takılan kayısı yaprakları, güneş yanığı teni… Kısa bir an için bile olsa zihnine bir sıcaklık yayılmıştı. İçinden o anı hatırlayıp hafifçe gülümsedi. Bunu fark eden annesi hemen sordu:

“Ne oldu kızım? Niye öyle gülümsedin kendi kendine?”

Semra irkilip toparlandı. “Bir şey yok anne… Sabah kayısı toplarken başıma düşen kayısıları düşündüm de… Komik geldi.”

Annesi “He ya, ağaç seni sevmiş demek,” dedi gülümseyerek, ama bakışındaki ince sorguyu da saklamadı.

Babası tütününden bir nefes aldıktan sonra söze girdi: “Sabah seni uyaran çocuk, Vedat, hani şu bahçe sahibinin oğlu genç mi?”

Semra’nın kalbi bir an hızlandı ama kendini belli etmeyerek, “He… o işte baba,” dedi kısa bir cümleyle. Demek adı Vedat’tı?

Babası başını salladı. “İyi çocuktur. Geçen sene de bize yardım etmişti. Babasının işlerini yürütmeye çalışıyor. Ekmeğinin derdinde, saygılı biri. Bu devirde ekmeğini alnının teriyle kazanan genç görmek sevindirici.”

Semra utangaç bir tebessümle yere baktı. İçinde hafif bir kıpırtı, tarif edemediği bir umut belirdi ama bunu kimseye söylememeye kararlıydı.

Çadırın içinde sessizlik yeniden çöktü, sadece yanan ocağın çıtırtısı ve bardakların hafif sesi duyuluyordu. Herkesin içinde, yaklaşan zorlu iş günlerine rağmen, garip bir huzur vardı. Çünkü yorgunluk birlikteyken daha kolaydı; umut ise bir kayısı yaprağı kadar hafifti ama bir yüreği doldurmaya yetiyordu. 

Kayısı toplama işleri iki gün içinde tamamen bitmişti. Bu sürede Vedat’ın dikkati hep aynı noktaya takılıyordu: Semra. Her sabah babasının silkelediği ağacın altında kayısı toplayan Semra’yı fark ettikçe, onu her gün görebilmek için kendi çalıştığı yeri değiştirmiş, sessiz sedasız Semra’nın babasının çıktığı ağaçlara çıkmaya başlamıştı. Bu durumdan kimsenin haberi yoktu, ama Semra onun her defasında neden kendi tarafına yakın dallara çıktığını anlamaya başlamıştı. İçinde adı konmamış bir sevinç, hafif bir merak vardı.

İki gün sonra herkes artık güneşte suyunu çeken kayısılardan çekirdek çıkarma işine yoğunlaşmıştı. Vedat, kuruyan kayısıları kasalara doldurup çekirdek ayıklayan işçilerin yanına getiriyor, durmadan çalışıyordu.

Bir sabah Semra, çadırdaki işlerini bitirdikten sonra annesinin yanına, çekirdek çıkaranların arasına oturdu. Daha yeni yerleşmişti ki Vedat, kucağına aldığı bir kasayı getirip onların önüne bıraktı. Semra kasayı almak için elini uzattığında, parmakları Vedat’ın eline değdi. O temas bir an sürdü ama ikisinin de içine işleyen, tarif edilemez bir duygu bıraktı. Sanki ikisine de aynı anda hafif bir elektrik çarpmıştı.

Semra refleksle elini hızla geri çekince kasanın dengesi bozuldu ve kayısılar yere saçıldı. O anda herkesin eli işi durdu. Gözler bir Semra’ya, bir Vedat’a çevrildi. Aralarında oluşan sessiz gerilim, iki gencin yüzlerini kızartan bir utanca dönmüştü.

İkisi de aynı anda eğilip yere dökülen kayısıları toplamaya başladılar. Elleri titriyordu. Arada bir göz göze geldiklerinde, ikisinin de bakışlarında aynı şey seziliyordu: Söylenmeyen ama içten içe büyüyen bir yakınlık… Sanki bütün bahçe susmuş, rüzgâr bile onlara bakıyordu.

Vedat hafifçe gülümseyerek fısıltıya yakın bir sesle, “Kusura bakma… benim yüzümden oldu,” dedi.

Semra başını kaldırmadan, ama yüzünde bastıramadığı bir tebessümle, “Yok… benim de dikkatim dağıldı herhalde,” diye karşılık verdi.

O an fark edilmeden başlayan bir şey, artık herkesin gözü önünde kendini belli etmişti. Akşam Semra yatağına uzandığında gün boyu yaşananları düşündü. Aklına, televizyonda gördüğü programlar geldi; insanlar “elektrik alamadım” deyip duruyordu. O zamanlar anlam veremediği bu sözün ne demek olduğunu şimdi sanki bütün vücudunda hissetmişti. Demek elektrik almak böyle bir şeymiş, diye düşündü. Yorganın altında sessizce gülümsemekten kendini alamadı.

Ertesi sabah bahçeye bir hareketlilik hâkimdi ama Vedat o sabah kayısı işçilerinin yanında değildi. Tıraş olmuş, temiz kıyafetlerini giymiş, sanki işe değil de misafirliğe gidiyormuş gibiydi. Bahçede ağır ağır geziniyor, ara ara işçilerin yanına uğrayıp “Kolay gelsin, bir isteğiniz var mı?” diye soruyordu. Aslında yaptığı sadece bakınmak değildi; asıl gözleri Semra’yı arıyordu.

Semra ise her zamanki gibi sabah çadırda kalmıştı. Kahvaltı sofrasını toplamış, öğle yemeğini hazırlamış, çadırın içini düzenlemiş, sonra da çadırın önünü süpürmeye başlamıştı. Vedat, Semra’nın ortalıkta görünmeyişinden onun çadır tarafında olduğunu anlamıştı. İşçilere bir kez daha kolaylık dileyip bahçeyi geziyormuş gibi yaparak adımlarını çadırların olduğu tarafa doğru yöneltti.

Semra, toz kalkmasın diye çadırın önünü hafifçe sulamış, elinde çalı süpürgesiyle etrafı temizliyordu. O sırada Vedat, sanki yeni fark etmiş gibi bir şaşkınlık takınarak yaklaştı.

“Kolay gelsin,” dedi ince bir gülümsemeyle. “Bugün kayısı işine gitmemişsin. Oraya uğradım, seni göremeyince merak ettim. Ben de bahçeyi geziyordum, yapılacak iş var mı diye bakıyordum.”

Semra, süpürgeyi tutan elini hafifçe durdurup başını kaldırdı.
“Teşekkür ederim,” dedi nazik bir şekilde. “Bugün burada uğraşıyorum. Çadır da olsa burası bizim evimiz… Evde ne yapıyorsak burada da yapmak gerekiyor.”

Vedat’ın bu cevaba yüzünde hoş bir tebessüm belirdi. Böylece aralarında hiç planlanmamış, kendiliğinden doğan bir sohbet başladı. Önce havadan sudan konuştular, sonra laf lafı açtı, sohbet ilerledikçe ikisi de zamanın nasıl geçtiğini fark etmedi.

Vedat, daha fazla dikkat çekmemek gerektiğini hissederek hafifçe toparlandı.
“Görüşmek üzere o zaman,” dedi, gözlerinde sıcak bir bakışla.

Semra başıyla hafifçe selam verdi, o uzaklaşırken arkasından baktığını fark ettirmemeye çalıştı. Ama içindeki kıpırtı, kalbinin yeni bir sayfa açmaya hazırlandığını fısıldıyordu.

Vedat’ın çadır tarafından ayrılışıyla birlikte Semra’nın içini garip bir sıcaklık kapladı. O günün geri kalanında işlerini yaparken elindeki süpürge daha hafifmiş, kaldırdığı tencere daha sessizmiş gibi geldi. Akşam aile çadıra döndüğünde arada bir, farkında olmadan gülümsediğini hissetti; annesi bile “Kızım neye gülüyorsun durup dururken?” diye sormuştu. Semra ise her zamanki mahcubiyetiyle başını eğip “Bir şey yok ana,” demekle yetinmişti.

Fakat bahçede olan biteni fark eden sadece annesi değildi. Ertesi gün kadınlar kayısı çekirdeği çıkarırken aralarında fısıldaşmalar başlamıştı. “Şu Vedat var ya Vedat… bugün de Semra’nın yakınlarında dolandı.”
“Ay ben de gördüm vallahi, su almaya gider gibi Semra’nın yanından geçti üç kere.” “Gençtirler, olur böyle şeyler… Ama yine de dikkat etmek lazım.”

Kadınlar konuşurken Semra hiçbir şey duymuyormuş gibi çekirdek çıkarmaya devam etti; ama kulakları sıcaklamış, kalbi hızlanmıştı. Ne diyeceklerini merak ediyor ama duydukça da utanıyordu.

Öğleden sonra güneş iyice tepede kavrulurken herkes işleriyle meşgulken Vedat yine kasaları taşımaya başlamıştı. Ancak bu kez bir şey farklıydı: Vedat, Semra’nın ayaklarının hemen ucuna güneşte kuruması için bir gölgelik bez germişti. Herkesinki sırayla yapılırken Semra’nın ki önce yapılınca kız hafifçe şaşırdı.

Vedat yanından geçerken alttan alır gibi konuştu:
“Güneş çok vuruyor… başın ağrımasın.”

Semra başını kaldırıp bir şey diyecek oldu ama kelimeler boğazına düğümlendi. Yalnızca usulca teşekkür edebildi. Vedat’ın gözlerinde bir anlık memnuniyet parlayıp geçti.

Bu küçük davranış bile kadınların bakışlarından kaçmadı. Hatta biri annesine eğilip fısıldadı: “Görüyorsun değil mi? Çocuk kızın çevresinde pervane olmuş.”

Annesi belli etmemeye çalıştı ama Semra’nın yanaklarının kızardığını görünce içinde hafif bir sevinç ve tedirginlik bir arada belirdi.
Kızım büyümüş de haberim yokmuş, diye düşündü.

Akşam olduğunda çaylar içilirken annesi, Semra’ya belli belirsiz bir bakış attı. “Bugün çok yoruldun mu kızım?” dedi sessizce.

Semra “Yok ana,” diyerek çayını karıştırdı. Fakat yüzündeki gülümsemeyi saklayamıyordu.

Çadırın dışında ise Vedat’ın sesi duyuldu; bir iki adama ertesi günün işlerini konuşuyordu. Fakat o da, Semra’nın çadır önünde oturduğunu bildiği için konuşurken sesinin tonunu, yürüyüşünün düzgünlüğünü bile farkında olmadan düzeltmişti.

İki genç, birbirlerine neredeyse aynı anda bakmadan edemediler. Bakışları çakışınca ikisi de hemen başını çevirdi ama o bir saniyelik an, ikisinin de içini gün boyu taşıdığından daha fazla ısıtmıştı.

Bu artık yalnızca bir “elektrik alma” değildi. Kayısıların kokusu kadar tatlı, güneş kadar sıcak bir yakınlığın ilk adımlarıydı. Mişmiş aşkıydı.

Sabah güneşinin ilk sıcaklığı bahçeye yayılırken kadınlar ve genç kızlar çekirdek çıkarmaya devam ediyordu. Herkes işine gömülmüş, bezlerin üzerinde kuruyan kayısıların arasında küçücük hareketlerle saatleri eritiyordu ki birden çadırların tarafından yükselen ince ama keskin bir çığlık bütün bahçeyi titretti.

Herkes elindekini olduğu gibi bırakıp başını çevirdi. Bir korku uğultusu yayıldı. Vedat ise sesi diğerlerinden daha çabuk ayırt etti bu, Semra’nın sesiydi. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu.

Hiç düşünmeden ayağa kalktı, koşmaya başladı. Adımlarının sesi bile panik doluydu. Koşarken önünde rastladığı kalınca bir sopayı içgüdüsel bir hareketle yerden kaptı ve çadırlara doğru hızlandı.

Çadıra vardığında Semra’nın bir adım bile atamadan donup kaldığını gördü. Genç kızın gözleri büyümüş, nefesi kesilmişti. Ayağının hemen önünde, kıvrılmış bir yılanla göz göze durmuştu birbirlerinin nefesini duyar gibiydiler.

Vedat tereddüt etmeden ileri atıldı, elindeki sopayı kaldırdı tam vuracakken arkasından titrek bir ses duydu:

“Öldürme!” Semra’ydı. Sesi korkudan çatlamıştı ama yine de yumuşaktı.

Vedat sopayı havada tuttu; bir an durdu. Sonra Semra’ya baktı o bakışta hem korku vardı hem de anlaşılmaz bir merhamet. Vedat, sopayı yavaşça yere indirdi.

Derin bir nefes aldı ve bütün cesaretini toplayarak yılanın arkasına dolandı. Kolları titriyordu ama kendini zorladı. Bir hamlede kuyruğundan yakalayıp kavradı. Yılan savrulup kıvranırken Vedat onu bedeninden olabildiğince uzağa tutarak çadırlardan dışarı taşıdı. Hızlı adımlarla bahçenin kenarına gidip hayvanı oradaki çalılıkların içine bıraktı.

Derin bir nefes aldı, geri döndü. O sırada Semra’nın ailesi ve diğer işçiler de koşarak gelmiş, olan biteni nefesleri kesilerek izlemişlerdi.

Semra’nın babası hemen Vedat’a yaklaşıp elini sıktı. “Oğlum,” dedi gözleri dolarak, “kızım yılanlardan çok korkar. Belki de hayatını kurtardın.”

Vedat hafifçe başını salladı; nefesi hâlâ düzensizdi ama gözleri sadece Semra’yı arıyordu. Ona yaklaşarak yumuşak bir sesle, “Bir şeyin yok ya?” diye sordu.

Semra, kısa bir süre bakışlarını kaçırdı, sonra hafifçe gülümsedi. “Yok… Allah razı olsun,” dedi. “Hem… yılanı öldürmediğine de iyi ettin. O da bir canlı. Korktum ama… ölmesini istemedim.”

Bu sözler Vedat’ın yüzünde derin bir hayranlık ışığı yaktı. Korktuğu anda bile merhameti unutmaması, genç kız hakkında düşündüğü her şeyi bir kez daha doğrulamıştı.

Diğerleri geri dönerken Vedat ile Semra’nın bakışları bir an daha çakıştı. Artık bu defa sadece utangaç bir yakınlık değil, birbirinin kalbinde bir yer ettiğini hisseden iki insanın bakışıydı bu.

Bu olaydan sonra herkes anladı ki… Aralarında artık sadece kayısı bahçelerine özgü bir yaz hikâyesi değil, daha derin bir şey filizleniyordu.

Vedat ve Semra günler geçtikçe birbirlerine daha yakın olmuşlardı, gözlerden uzak bir araya geldikçe birbirlerine olan sevgilerini dile getiriyor çeşitli hayaller kuruyorlardı.

Vedat’ın yılanı çadıra zarar vermeden uzaklaştırmasının üzerinden birkaç gün geçmişti. O olaydan sonra Semra ve Vedat’ın bakışları eskisine göre daha uzun, daha sıcak ve daha derindi. Güneş altında kayısı kokusunda geçen günler, akşamları çadır önünde içilen çaylar, Vedat’ın bir bahane ile Semra’ya yaklaşmaya çalıştığı küçük anlar ikisinin de gönlünde kıpırtılar ister istemez büyütüyordu. Her şeye rağmen, işin ve yorgunluğun arasında, geleceğe dair küçük hayaller kurmaya bile başlamışlardı.

Derken iki hafta çabucak geçti. Bir sabah erken saatlerde, onları köyden alıp Malatya’ya getiren beyaz minibüs tozlar içinde bahçeye girdi. Motorun sesi yayılır yayılmaz Semra’nın içini ağır bir hüzün sardı. Sanki içindeki bir şey yerinden kopuyor, bir yanı eksiliyordu. Artık herkes işlerini tamamlamıştı; kayısılar satışa hazır hâle getirilmiş, kasalara ve çuvallara doldurulmuştu. Semra’nın ailesi de çadırlarını söküp eşyalarını minibüse yüklemeye başlamıştı.

Semra gözleriyle bahçeyi taradı. Vedat görünmüyordu. Yüreği bir anlığına hızlandı. Acaba gelmeyecek mi? Sonra uzak köşede, ağaçların gölgesine vurmuş sarı ışıkların arasında Vedat’ın siluetini gördü. Elinde evraklar, cebinde paralar, işçi ailelerinin reislerini tek tek dolaşıp hem emeklerinin karşılığını veriyor hem de helallik istiyordu.

En son Semraların çadırına geldi. Vedat, Semra’nın babasının karşısında saygıyla durdu. Elindeki para zarfını uzatırken sesi her zamankinden daha yumuşak, daha içtendi: “Amca… hakkınızı helal edin.”

Semra’nın babası, zarfı alıp başıyla selam verdi. “Helal olsun evladım. Siz de helal edin. Hak geçmesin.”

Vedat tam geri çekilecekken, duraksadı. Bir an babasının gözlerinden Semra’nın yanına doğru baktı, sonra yeniden toparlanıp konuştu: “Yine… görüşmek üzere.”

Bu cümleyi söylerken sesi çok çıkmamıştı ama Semra’nın yüreğine ağır bir şekilde dokunmuştu. Çünkü o, bu sözün ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Bu bir vedadan çok bir söz gibiydi… bir niyet, bir başlangıç.

Ailesi minibüse binmek üzereyken Semra hafifçe başını kaldırdı; gözleri, bahçenin kenarında duran Vedat’ı buldu. Vedat da ona bakıyordu. Aralarında hiç kelime yoktu ama bakışları konuşuyordu sanki.

Adıyaman’a döndükten sonra… Vedat ailesiyle birlikte Semra’nın kapısını çalacaktı. Semra bunu hem hissediyor hem de içten içe umutla, heyecanla bekliyordu.

Minibüs yavaşça hareket ederken Semra başını geriye çevirdi ve son kez bahçeye, sonra da Vedat’a baktı. İçinde buruk bir hüzünle karışık, tatlı bir gelecek umudu vardı.

On beş gün sonra Semra’nın baba evinin kapısında beyaz bir araba durdu. Ev, o saatte sessizdi; herkes sıcağın ağırlığıyla ya dışarıda gölgelenmiş ya da işinden gücünden yeni dönmüştü. Motorun sesi kesildiğinde Semra, pencerenin kenarında çeyizlik örtüsünü katlıyordu. Dışarıdan gelen o tanıdık sessizlik, onu pencereden bakmaya itti.

Perdenin ucunu hafifçe kaldırdı. 44 plakalı bir araba… Ve direksiyonda oturan genç.

Kalbi sanki eline bırakılmış gibi bir anda hızlandı. Yedi-sekiz gündür gözünde canlandırdığı yüz, gece rüyalarına girip sabah mahmurluğuyla uyanmasına sebep olan o bakış… Şimdi kapılarının önündeydi. Arabanın içinde Vedat, direksiyona yaslanmış derin bir nefes alıyor, belli ki konuşacaklarını kafasında tartıyordu.

Semra geri çekilmek istedi ama ayakları kıpırdamadı. Elinin altında tuttuğu dantel örtü yere kayıp düştü; ama o bunu bile fark etmedi. Pencereden aşağıya bakarken içini hem hafif bir korku hem de tuhaf bir sevinç kapladı.

“Demek geleceğim demişti… doğruymuş.” Sanki o son söz “yine görüşmek üzere” şimdi kapılarına kadar gelmişti.

Tam o sırada evin kapısı açıldı. Babası dışarı çıkmış, arabanın kapısına doğru yürüyordu. Semra nefesini tutarak camın ardında kalakaldı.

Vedat, arabadan indi. Üzerinde temiz bir gömlek, saçları özenle taranmıştı. Elleri hafif titriyor gibiydi ama yüzündeki kararlılık, yolculuk boyunca zihninde nice cümle kurduğunu belli ediyordu.

Semra, babasının uzaktan duyulan sesiyle irkildi: Hoş gelmişsiniz… bir hayır mı var?

Vedat’ın sesi çıkmadı babasının sesi sakin ama içten geldi: Evet… Eğer uygun görürseniz… bir kahvenizi içmek, bir de size bir şey danışmak isterim.

Bu sözler Semra’nın içini titretti. Artık olup bitenin ne anlama geldiği saklanacak bir şey değildi. Yüreğinde bir sıcaklık yükseldi; utangaç bir sevinç, ürkek bir heyecan… Ve belki de geleceğe dair ilk ciddi adımın ayak sesleri…

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar