SON DAKİKA
Reklam
İrfan BAŞARANOĞLU

ÇEDENE

ÇEDENE
A- A+
Reklam

Her yıl olduğu gibi bu yıl da köye gidecekti. Zaten bu sene köyde iş yoktu; nisan ayındaki o don olayından sonra kayısı olmamıştı. Ülkenin birçok yerinde olduğu gibi Malatya da bu felaketten etkilenmiş, tabii Namık’ın köyü de nasibini almıştı. Ama olsun, bu sene köye gittiğinde eskisi gibi yoğun iş olmayacağından çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yerleri dolaşacak, geçmişin hasretini giderecekti.

Hem artık emekliydi; öyle eskisi gibi izin alıp gitmesine gerek yoktu. İstediği zaman köye gidip istediği zaman dönebilecekti. Ailesini de yanına alarak yola çıktığında Sivas’ı geçmiş, “Yağdonduran” denen –kışın aşılması zorlu– o mevkîye gelmişlerdi. Ama zaman ilerledikçe yollar da düzelmiş, artık yaz kış rahatça ulaşım sağlanabiliyordu.

Burada, yolun sağ tarafında soğuk ve tatlı suyu olan bir çeşme vardı. Arabayı kenara çekip kana kana su içtiler, ardından yeniden yola koyuldular. Köye varmak için az bir mesafe kalmıştı. Öğleden sonra köye girerken, her yıl olduğu gibi bu yıl da içini garip bir duygu kapladı. Bu duygu; geçmişe özlem, köy hayatına bağlılık ve hatıraların ağırlığıydı.

Köye girmeden önce emmi oğlu Deniz’e uğramak istedi. Deniz’in evi köyün girişinde, köyden biraz uzakta bir tepenin üzerindeydi. Arabayı yolun kenarına çekerek eşi ve çocuklarla birlikte kestirme olsun diye yoldan değil, tepeyi tırmanarak çıktılar. Deniz, kapının önünde oturmuş dinleniyordu. Gelenleri görünce hemen ayağa kalktı; emmi oğluna ve yeğenlerine sarıldı, hal hatır sordular.

İçeri geçmek yerine kapıda oturmayı tercih eden misafirlere Deniz’in eşi yemek hazırlamak istese de onlar kabul etmedi. Bunun yerine soğuk bir tas ayran içmeyi tercih ettiler. Deniz de bostandan birkaç taze salatalık toplayıp getirdi.

Namık, Deniz salatalık toplarken bostanın bir köşesinde epey uzamış olan kenevir bitkisini fark etti.
Namık, bostanın köşesindeki uzun kenevir saplarına bakarken başını kaldırdı:
— Şu kenevirler yasak değil miydi?

Deniz hafif gülümseyerek ellerini yıkadı:
— Eskiden öyleydi, ama şimdi izinli ve kontrollü üretim var. Kayısı olmayınca ben de araştırdım, izin aldım. Tıbbî kenevir yetiştiriyorum.

Namık kaşlarını kaldırdı:
— Doğrusu şaşırdım. Geçenlerde okumuştum; bir dönümlük kenevirin, 25 dönümlük orman kadar oksijen ürettiğini söylüyorlardı.

Deniz onaylayarak:
— Aynen öyle. Hem kâğıt verimi de çok yüksek. Bir dönüm kenevirden, dört dönüm ağaçtan alınacak kadar kâğıt çıkıyor. Üstelik kenevir sekiz kez kâğıda dönüştürülebiliyor; ağaç ancak üç kez.

Namık şaşkınlıkla:
— Dört ayda yetiştiğini de duydum, doğru mu?

Deniz başını salladı:
— Doğru. Dört ayda yetişiyor; bir ağacın olgunlaşması 20-30, hatta 50 yıl alıyor. Bir de radyasyonu temizleme özelliği var. Dünyanın her yerinde yetişebiliyor, az su istiyor ve tarım ilacına gerek duymuyor.

Namık:
— Şimdi sen böyle anlatınca hayret ediyorum. Meğer ne kadar faydalıymış.

Deniz:
— Daha bitmedi. Kenevir tohumu protein açısından çok zengin; içindeki bazı yağ asitleri başka hiçbir bitkide yok. Hayvanları kenevirle beslersen hormon takviyesi gerekmiyor. Hatta plastik ürünlerin tamamı kenevirden yapılabiliyor ve doğada kolayca çözünüyor.

Namık:
— Yani hem doğaya hem insana faydası var.

Deniz gülerek:
— Aynen öyle. Araba gövdeleri bile kenevirden yapılıyor artık; çelikten on kat daha dayanıklı olduğu söyleniyor. İnşaatta yalıtım malzemesi olarak da kullanılıyor. Kenevir sabunları ve kozmetikler ise suyu kirletmiyor, doğa dostu.

Namık derin bir nefes aldı, gözlerini ufka dikti:
— Demek bu kadar zamandır biz bu bitkinin kıymetini bilememişiz.

Deniz tebessümle:
— Aynen öyle Emmi oğlu. Bizim topraklarda bu bitki yeniden doğuyor diyelim.

Deniz böyle söylerken Namık’ın çocukluk günlerinde yaşadığı bir olay aklına geldi;

Kışın sert yüzü geride kalmış, güneş yavaş yavaş toprağa gülümseyerek baharın gelişini müjdeliyordu. Karın altında aylarca uyuyan toprak artık yeniden nefes almaya başlamıştı. Yama dağından ve karşı tepelerden eriyen kar suları köyün iki yakasındaki dereleri coşturuyor, tepeler yavaş yavaş yeşile bürünürken çiçekler sarı ve mor renklerle yamaçları süslemeye hazırlanıyordu. Bu müjde, köylüler için yalnızca bir mevsim değişikliği değil, alın teriyle yoğrulacak yeni bir yılın başlangıcı demekti. Evlerin önünde sabanlar, pulluklar ve tohum torbaları birer birer yerini alıyor; kadınlar tohumları ayıklıyor, erkekler ise tarlaların sınırlarını dolaşıp toprağın durumunu kontrol ediyordu. Doğa uyandıkça, insanlar da toprağa yeniden hayat verme telaşına kapılıyordu.

Şahin de evinin kenarındaki kayısı, elma ve ceviz ağaçlarını tek tek dolaşıyor, budanması gereken dalları belirliyordu. Geçen yıl yonca ektiği yerin aşağı tarafındaki bir evlek yerin toprağını yoklayarak bu yıl fasulye ekmeyi planlıyordu. Gözlerinde hem toprağın bereketine duyduğu güven hem de baharın getirdiği heyecan vardı.

Ertesi gün çocuklarıyla birlikte bahçeye geldi. Şahin budanması gereken dalları birer birer keserken, çocuklar da yere düşen dalları toplayıp bir köşeye yığıyordu. Budama işi bittiğinde epeyce dal birikmişti.
‘Bunları eve götürmek gerekiyor; ocakta ya da tandırda yakarız,’ dedi. Ardından küçük oğlu Mesut’a seslenerek ahırdan eşeği ve kendir ipini alıp gelmesini istedi.
Mesut’un gelmesini beklerken Şahin, fasulye ekeceği yeri gözden geçirip işaretledi. Çok geçmeden Mesut, eşeği ve kendir ipini getirdi. Şahin’in aklına o an, babasından ve dedesinden öğrendiği bir yöntem geldi: fasulyelerin arasına kendir tohumu da atmak…

Budanan dalları eşeğe yükleyip sıkıca bağladıktan sonra eve döndüler. Şahin, eşeğin üzerindeki dalları kapının önüne boşalttı ve büyük oğlu Namık’a seslenerek ‘Büyükçe bir kütük ile balta ve dehreyi getir,’ dedi.

Namık istenenleri getirince Şahin ona, ‘Şimdi kütüğün başına geç ve dalları tandıra sığacak şekilde doğra ki annenler yemek ya da ekmek yaparken yaksınlar,’ dedi. Namık söyleneni yaparken Mesut da kütükten etrafa sıçrayan dal parçalarını toplayıp bir araya getiriyordu.

Birkaç gün sonra Şahin, fasulye ekeceği araziyi ekime hazır hâle getirmişti. Kadınlar fasulye tohumlarını hazırlamış, çuvallara doldurmuştu. Çuvallar eşeğin üzerine yüklendi; sıkıca sarmak için de kalınca bir kendir ipi kullandılar.

Şahin, çuvalları bağlarken elindeki kendir ipine baktı, ipi parmaklarının arasında hafifçe gezdirdi:
— Hanımlar, yanımıza biraz da kendir tohumu alalım, dedi.

Fasulyelerle birlikte kendir tohumları da toprağa karıştı. Geriye sadece zamanında sulamak ve hasat etmek kalmıştı.

Yaz gelip de güneş kavurucu sıcaklığını göstermeye başladığında fasulyeler çiçek açtı; ardından yeşil yeşil taneler kendilerini belli etti. Bu arada kendirler de fasulyelerle birlikte sulanmış, dipleri çapalanmış; boyları bir insanı geçecek kadar uzamıştı.

Birkaç hafta sonra çoluk çocuk hep birlikte fasulye toplamaya gittiler. Büyük oğlu Oğuz, bir ara fasulyeler arasındaki boylu poslu kendir saplarına bakarak şaşkınlıkla sordu:
— Baba, bunları ne yapacağız?

Şahin, oğlunun elindeki yaprağı inceleyip gülümsedi:
— Onlar kendir oğlum. Eskiden köylerde herkes ekerdi. İp, çuval, sicim, halat… Ne lazımsa ondan yapılırdı. Şimdi de tıbbî amaçlı, kumaş ve kâğıt yapımında kullanılıyor. Biz de fasulyeyle birlikte ektik; zamanı gelince onları da biçeceğiz.

Oğuz, babasının anlattıklarını dinlerken gözleri kocaman açıldı. Şahin toprağın nemine, bitkilerin boyuna bakarak gururla iç geçirdi:
— “Toprak bereketli oğlum, yeter ki nasıl değerlendirileceğini bilelim,” dedi Şahin. Sonra sözlerine devam etti:

“Bir de kışın anan kavurga yapıyor ya, içine siyah siyah tohumlar katıyor. İşte onlar bu bitkiden elde edilir. Bu bitkinin diğer adı kenevirdir ama biz o adı pek kullanmayız. Çünkü kenevir deyince insanın aklına kötü amaçla kullanılan şeyler geliyor. Biz hep ‘kendir’ deriz.

Babamın, onun babasının zamanında hasat zamanı toplanan kenevirler yani kendirler evlerin saçaklarına asılır, kurutulurdu. Bu kuşlar için de büyük bir ziyafet demekti; tohumlarına üşüşen kuşların cıvıltısı köyü doldururdu.

Ürünleri alınan kendir sapları bağ bağ yapılır, bu iş için özel hazırlanmış bataklık havuzlarına gömülürdü. Yaklaşık bir ay boyunca bataklığın içinde bekletilen bu bağlar, çıkarıldıktan sonra zayıf sonbahar güneşi altında tekrar kurutulmaya bırakılırdı.

Kuruyan saplar evlerin önlerine serilir; kızlı erkekli gençler türküler eşliğinde kenevir saplarını döverek liflerini çıkarırlardı. Çekiç ve tokmak sesleriyle karışan o türküler, köyün sonbahar havasına ayrı bir canlılık katardı.”

Günler sonra kadınlar, hasat edilip kurutulan fasulyelerin bir kısmını eleyip ayıklıyor, aralarındaki taşları tek tek temizliyorlardı. Kapının önünde oturan Şahin ise onları sessizce izliyordu. Ağızlığındaki sigaradan derin bir nefes çekip dumanı ağır ağır havaya bıraktı; ardından ince belli bardaktaki çayını yudumladı. Güneşin öğle ışığı, kadınların başörtülerine ve ayıklanan fasulyelerin beyazına vuruyor, o küçük avluyu dingin bir sonbahar tablosuna çeviriyordu.

Şahin, açık avlu kapısından Oğuz’un nefes nefese koşarak geldiğini gördü.
— Ne oldu oğlum? diye sordu.

Oğuz, telaşla:
— Baba, muhtar emmim seni çağırıyor. Nahiyeden jandarmalar gelmiş, dedi.

Şahin şaşkınlıkla:
— Hayırdır? diye mırıldandı. Sonra bardağın dibinde kalan çayın son yudumunu içti, ökçesi ezilmiş ayakkabılarını ayağına geçirip ağır adımlarla dışarı çıktı. Yol boyunca sigarasının dumanını ciğerlerine çekerek muhtarın evine doğru yürüdü. Ağızlığında kalan tütünün pöçüğünü attı, ağızlığı ise yeleğinin cebine koydu.

Muhtarın evine vardığında içeri girdi, selam vererek muhtar ve jandarmaların oturduğu odaya geçti. Muhtar, Şahin’e oturacak bir yer gösterdi. Şahin oturduktan sonra:
— Hayırdır? diye sordu.

Muhtar “Hayır hayır…” diyerek söze başlayacakken jandarma çavuşu sert bir ifadeyle araya girdi:
— Şahin, senin bostanda kenevir ekiliymiş. Şimdi derhâl gidip sökeceksin ve buraya getirip bizim yanımızda yakacaksın. Biz de bir tutanak tutup bostanını tekrar kontrol ettikten sonra karakola döneceğiz, dedi.

Odanın içindeki hava bir anda ağırlaştı; Şahin’in yüzü gerildi, sigara kokusu ve çayın demi birbirine karıştı.

Şahin’in parmakları dizlerinde kilitlendi. Jandarma çavuşunun sözleri kulağında yankılanırken odadaki sessizlik daha da koyulaştı. Muhtarın gözleri yere bakıyor, biraz önce kadınların fasulye elediği kalburun sesi Şahin’in zihninde uğultuya dönüşüyordu.

İçinden, “Ben yıllardır bu toprakla uğraşırım, dedemin babamın yaptığı işten başka ne yaptım ki… Bunca emek, bunca alın teri… Her zaman ektiğimiz kendiri şimdi suçmuş gibi söküp yakacaklar mı?” diye geçirdi.

Derin bir nefes aldı, sigarasız dudakları titredi. Bütün bir yaz fasulyelerle birlikte büyüyen, toprağı canlandıran o kendir saplarını gözünün önüne getirdi; çocuklarının koşuşturmasını, kadınların ayıklama seslerini düşündü. Sanki hepsi bir anda, jandarmanın sert sesiyle ellerinden kayıp gidiyordu.

Başını kaldırdı, sesini olabildiğince sakin tutmaya çalışarak konuştu:
— Çavuşum, onlar çedene ve ip yapmak için ekilen kenevirdir. Babam onun babası her zaman ekerdi bu sene bende ekeyim dedim yoksa başka amaç için değildir.

Çavuş hiç yumuşamayan bir ifadeyle:
— Ne olursa olsun, emir böyle. Önce biz göreceğiz, söküp getireceksin, dedi.

Şahin’in boğazı düğümlendi. Yine de ayağa kalktı, muhtarın gözlerine baktı. Muhtar mahcup bir edayla başını eğdi. Yeleğinin cebindeki ağızlığı sıkıca kavradı, ardından ağır adımlarla kapıya yöneldi.

Dışarı çıktığında öğle güneşi bir anda gözünü aldı. Yeni sardığı sigarasını ağızlına yerleştirip yaktıktan sonra derin bir nefes çekip dudaklarının arasından yavaşça bıraktı. Eve vardığında avluya, kadınlara, Oğuz’a baktı. Hepsinin yüzünde meraklı bir ifade vardı. Şahin ahırdan eşeği ve kendir ipini aldıktan sonra bostana doğru yürümeye başladı.

Şahin içinden "Bir daha hiç kendir ekemeyecek miyiz?" "Biz bundan sonra ipi, çulu, çuvalı neden yapacağız?" "Çedenesiz hedik, kavurga olur mu? Ya o kuşlar ne yiyecek"... diye geçirdi ve kendirleri birer birer söküp eşeğe yükleyerek kendir ipi ile sıkıca bağlayarak muhtarın evine, jandarmaların yanına doğru giderken "Bu kendir ipi bundan sonra kıymetli çünkü onu yapacak kendiri bir daha bulamayabiliriz". dedi. 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar