KAYBOLAN HUZUR
İhsan’ın çocukluğu ve gençliği Eymir’in dağlarında, ovalarında kuzuların peşinde geçmişti. Her sabah elinde değneğiyle yola düşer, dağların sessizliğini kuzu melemeleriyle doldururdu. O gün de farklı değildi; güneş tepenin ardından batıya süzülürken kuzuları almış köye dönüyordu. Köyün meydanına geldiğinde kahvenin önünde oturan köy muhtarı uzaktan el işaretiyle onu yanına çağırdı.
İhsan merakla yanına vardığında, muhtarın elinde sarı bir zarf vardı.
“Bu sana geldi, İhsan,” dedi muhtar, yüzünde alışılmadık bir ciddiyetle.
İhsan şaşkınlıkla zarfı eline aldı.
“Ne var bunda, muhtarım?” diye sordu.
Muhtar kısa bir tebessümle, “Açınca öğrenirsin,” demekle yetindi.
Zarfın üzerindeki yazıya baktığında kalbi bir anlığına duracak gibi oldu:
“Arguvan Askerlik Şubesi Başkanlığı.”
Artık ne olduğunu anlamıştı. Günlerdir içten içe beklediği haber gelmişti.
Titreyen elleriyle zarfı açtı. Kâğıtta kısaca yazıyordu:
“En kısa sürede şubeye gelerek celp evrakını almanız gerekmektedir.”
Bir süre sessizce kâğıda baktı. Dağlarda yankılanan kuzu sesleri sanki o an biraz uzaklaşmış, yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Hayatının yeni bir sayfası açılıyordu.
İhsan, elindeki kâğıdı katlayıp cebine koyduktan sonra ağır adımlarla ve otlattığı kuzularla birlikte evin yolunu tuttu. Yolda ne dağların rüzgârını ne kuşların sesini duyuyordu artık. Aklında tek bir şey vardı: askerlik.
Yıllardır köyde askere giden gençlerin hikâyelerini dinlerdi; kimisi gururla döner, kimisi bir daha hiç dönemezdi. Şimdi sıra kendisindeydi.
Evin önüne geldiğinde kuzuları ahıra götürüp kapısını kapattı, sonra dayısının evine geçti. Yengesi Hatice Ana tandırın başında ekmek pişiriyor, dayısı Hasan ise onun yanında oturuyordu. Hatice Ana bazen ekmeğe ara verip önceden hazırladığı ıspanaklı katmerleri sacın üzerine yerleştiriyordu. Kızları Raziye çay demlemiş, çaydanlığı ocağın kenarına koymuştu. Hasan Ağa hem çayını içiyor hem de yeni pişen katmerlerden yiyordu.
İhsan’ı görünce yüzlerine alışılmış bir gülümseme yayıldı.
“Gel hele, bir bardak al da sen de katmer ye,” dediler.
Ama İhsan’ın canı hiçbir şey istemiyordu. Durgun hâlini fark eden Hasan Ağa kaşlarını çattı.
“Ne oldu oğlum, bir şey mi var?”
İhsan cebinden sarı zarfı çıkarıp uzattı.
Hatice Ana ellerini unla silip zarfı aldı, yazıya baktı. Sonra başını kaldırıp İhsan’ın gözlerine baktı; hiçbir şey söylemeden derin bir iç çekti ve zarfı kocasına uzattı.
“Demek vakit geldi ha, İhsan…”
Hasan Ağa, İhsan’ın omzuna elini koydu.
“Her yiğidin bir askerliği var oğlum. Bizim de evladımızın günü geldi demek ki. Gururluyuz.”
O akşam sofrada sessizlik hâkimdi. Kepçenin tencereye çarpan sesi dışında kimse konuşmuyordu. Hatice Ana yemeğin ortasında dayanamadı, sessizce ağladı.
“Daha dün kuzuların peşinde geziyordun, şimdi gidiyorsun. Allah seni korusun oğlum,” dedi.
Bu sırada Raziye de gözyaşlarını tutamadı. Annesi ve babası onun neden ağladığını anlamamış gibi davrandılar, ama içten içe her şeyi seziyordu ikisi de.
O gece Hasan Ağa ve Hatice Ana bir karara vardılar:
İhsan acemi birliğinden izine geldiğinde, Raziye ile nişanlayacaklardı onu.
İhsan sabaha kadar uyuyamadı. Yatağında uzanırken dışarıdan gelen rüzgârın uğultusu, sanki dağların bile ona veda edişi gibiydi.
Sabah olunca babasına ve üvey annesine askere gideceğini söyleyip gelen kâğıdı gösterdi. Onlar sadece,
“Hayırlısı olsun,” dediler.
Sonra dayısının yanına giderek elini öptü:
“Merak etme dayı,” dedi. “Ben giderim ama gönlüm burada kalır. Dönünce yine şu dağlarda kuzularla dolaşacağım.”
Hasan Ağa’nın gözleri doldu.
“Hayırlısı ile git, gel oğlum,” dedi.
Köy meydanına geldiğinde muhtar, askere gidecek diğer birkaç gençle birlikte onu bekliyordu. İhsan herkesin elini sıktı, bazılarına sarıldı.
“Sağ salim gidip gelin,” dedi muhtar.
“İnşallah muhtarım,” dedi İhsan.
Köyden ayrılırken arkasına döndü; dağlar, evler, tozlu yollar… Hepsi bir an gözünde canlandı. Bir yandan gurur, bir yandan hüzün doluydu içi.
Yavaş adımlarla köy yoluna düşerken içinden sessizce mırıldandı:
“Ben giderim, ama köy kalbimde kalır.”
Ama gerçekten sadece köy müydü kalbinde kalan?
Yoksa o sözlerin içinde kimselere açmadığı bir sevda mı gizliydi?
Belki de dağ yolunun kıyısındaki söğüt ağacının altında, yıllar önce birbirlerine söz verdikleri bir kız vardı. Gözleri ela, sesi ince, gülüşü rüzgâr gibi hafifti… Adı Raziye idi. Dayısının kızıydı.
Çoğu akşam kuzuları otlatmaktan dönerken uzaktan ona el sallardı; Raziye de utanarak başını eğerdi.
O sabah da evin önünde sessizce durmuş, İhsan’ı köy meydanına yürürken izlemişti. Elini kaldırmaya cesaret edememiş, sadece içinden “Sağ salim dön, İhsan…” diyebilmişti.
İhsan köyden uzaklaşırken, her adımında arkasında bir iz bırakır gibiydi. Köyün tozu, rüzgârın sesi, kuzuların meleyişi ve Raziye’nin sessiz bakışları… Hepsi birden kalbinde birleşmişti.
O anda anladı ki, askere giderken sadece köyünden değil, sevdiğinden ve sevdiklerinden de ayrılıyordu.
Bir yandan gurur, bir yandan yüreğinde ince bir sızı…
Vatan görevi için yola çıkmış, ardında sessiz bir sevda bırakmıştı.
İhsan, askerlik şubesinde kendisine verilen yol parasını alarak diğer köylü arkadaşlarıyla birlikte Malatya’ya gitti. Oradan İzmir’e, acemi birliğine gitmek üzere trene bindi.
Trenin düdüğü öttüğünde, bir dönemin kapandığını hissetti…
Ve o an, Eymir’in rüzgârı kadar serin bir özlem kalbine yerleşti.
Aylar geçmiş, İhsan acemi birliğini tamamlamıştı. Usta birliğine gitmeden önce verilen bir haftalık izinde köyüne döndü.
Köyün girişinde rüzgâr yine aynı yönden esiyor, dağların sessizliği onu eski günlere götürüyordu. Tozlu yolda yürürken çocukluğunun geçtiği tarlalara, otlattığı kuzulara baktı; sanki her şey yerli yerindeydi ama o, bir şekilde değişmişti artık.
İlk olarak dayısının evine uğradı.
Kapıdan içeri girdiğinde Hatice Ana’nın gözleri doldu, yüzüne sıcak bir gülümseme yayıldı.
“Hoş geldin oğlum, sağ salim dönmene çok sevindik,” dedi.
İhsan elindeki küçük paketi çıkararak dayısına uzattı.
“Bu size,” dedi, biraz utangaç bir sesle. “İzmir’den aldım, pek bir şey değil ama hatıra olsun.”
Dayısı paketi açtı; içinden sade ama zarif bir tesbih çıktı. Gözleri parladı.
“Eh, İhsan oğlum, bu senin elinden gelenin en güzeli olur. Allah razı olsun,” dedi.
Hatice Ana’ya da bir yazma uzattı. “Sana da bu yazmayı aldım yenge,” dedi.
Kadın, yazmayı eline alınca duygulanarak alnından öptü onu.
“Canım oğlum, var ol,” dedi.
Parası ancak bunlara yetmişti. Diğerlerine bir şey alamamıştı.
Aslında Raziye’ye de bir hediye almak istemişti; İzmir’in çarşısında, vitrinde bir gümüş yüzük görmüş, uzun uzun bakmıştı.
Ama sonra kendi kendine “Ne derler, yanlış anlaşılır,” deyip vazgeçmişti.
Bazen susmak, söylemekten daha güvenliydi.
İki gün sonra, Hasan Ağa onu köy meydanında görünce,
“Bu akşam bize gel, yengenle konuşacaklarımız var,” dedi.
Sesinde ciddi ama aynı zamanda içten bir ton vardı.
Akşam olduğunda İhsan, sessiz adımlarla dayısının evine gitti. Evin içinden tandırın sıcak ekmek kokusu geliyordu. Hatice Ana sofrayı toplarken, Raziye ve kardeşleri sessizce odadan çıkıp dışarı gitti.
Bir süre sonra odada sadece üç kişi kaldı: İhsan, dayısı ve yengesi.
Söze ilk Hatice Ana başladı.
“Seni kendi öz evladımızdan ayırmadık, bilirsin. Seni çok severiz, senin de bizi sevdiğini biliriz,” dedi.
Bir an sustu, ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturdu, gözleri dolmuştu.
“Biz dayınla düşündük, taşındık… Seni Raziye ile evlendirmeye karar verdik.”
O an odanın içindeki sessizlik derinleşti.
İhsan başını eğdi; kalbi birden hızla çarpmaya başladı.
Sanki yıllardır içinde gizlediği o duygu, şimdi ses bulmuştu.
Ama aynı zamanda utandı, şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi.
Hasan Ağa söze girdi:
“Bak oğlum,” dedi. “Sen bizim gözümüzün nurusun. Raziye de öyle. İkiniz de birbirinizi yıllardır tanırsınız. Biz biliyoruz, aranızda bir sevgi var. Hem gönlümüz rahat eder hem de kardeşimin emaneti emin ellerde olur.”
İhsan’ın dudakları titredi, gözleri doldu.
“Dayı,” dedi kısık bir sesle, “ben sizi mahcup etmem. Ama bu iş Raziye’nin gönlüne bağlı. Eğer o da isterse… benim için dünyalar değişir.”
Bir an durdu, gözlerini yere indirdi, sesi biraz daha titreyerek devam etti:
“Bir de babam var… Onun da rızası olmadan adım atmak istemem.”
Hasan Ağa başını yavaşça salladı.
“Doğru söylersin oğlum,” dedi ağır ağır. “Her işin bir yolu, bir adabı var. Merak etme, ben babanla da konuşurum. O da razı olur, olur olmazsa bile ben ikna ederim. Sonuçta sen onun evladısın, ben de kardeşinin emanetini gözüm gibi bilirim.”
Hatice Ana da araya girdi, gözlerinden yaş süzülürken:
“Biz senin gözünün içine bakarak büyüttük seni, İhsan. Kalbinde kötülük olmaz, ben bilirim. Allah gönlünüzü bir etsin.”
O an odanın içini derin bir sessizlik kapladı. Sadece dışarıda hafifçe esen rüzgârın uğultusu duyuluyordu. İhsan başını kaldırıp dayısına baktı; o bakışta hem minnettarlık hem de derin bir sevgi vardı.
“Allah sizden razı olsun,” diyebildi sadece.
Hasan Ağa hafifçe gülümsedi.
“Şimdi git biraz dinlen oğlum,” dedi. “Yarın erkenden konuşurum babanla. İnşallah her şey gönlümüzce olur.”
Hatice Ana hafifçe gülümsedi.
“Raziye kızımızın da gönlü var oğlum, sen merak etme,” dedi.
O an İhsan’ın içini tarifsiz bir sıcaklık kapladı.
Dağlar, rüzgâr, köyün sessizliği… her şey birden anlam kazanmıştı.
İzmir’in kalabalığında, asker ocağının soğuğunda bile aklından çıkmayan o gözler şimdi umutla doluydu.
İhsan dışarı çıktığında akşamın serinliği yüzüne vurdu. Gökyüzünde ay yeni doğmuştu, tıpkı içindeki umut gibi. Yıldızlar her zamankinden parlaktı, sanki biri ona göz kırpıyordu.
İçinden sessizce mırıldandı:
“Ben dönünce dağlar yine beni bekleyecek… ama artık yalnız olmayacağım.”
Yavaş adımlarla evin yoluna giderken, içinde hem heyecan hem de huzur vardı.
Raziye’nin adını her düşündüğünde, kalbi bir kuş gibi çırpınıyordu.
Sanki yıllardır sessiz kalan duygular, nihayet yerini bulmuştu.
Ertesi sabah Hasan Ağa erkenden kalktı. Üzerine temiz ceketini giyip İhsan’ın babasının evine gitti.
Kapıdan içeri girerken, içindeki düşünceler birbiriyle yarışıyordu.
Bu sadece bir konuşma değildi hem kardeşinin emaneti olan yeğeninin hem de kendi kızının geleceği söz konusuydu.
İhsan’ın babası, kahvaltıdan yeni kalkmış, avluda oturuyordu.
Hasan Ağa selam verip yanına oturdu.
Bir süre havadan sudan konuştular; sonra konu yavaş yavaş asıl meseleye geldi.
“Bak enişte,” dedi Hasan Ağa. “İhsan bizim evladımız gibidir. Onu öz evladımdan ayırmadım. Biz düşündük, taşındık, kızım Raziye’yi ona vermeye karar verdik. Senin de rızanı almak istedim. Bütün masrafları ben üstleneceğim, siz hiç zahmet etmeyeceksiniz.”
İhsan’ın babası önce sessiz kaldı. Üvey anne hafifçe kaşlarını çattıysa da bir şey demedi.
Sonra adam, ağır bir nefes alıp başını salladı:
“Sen nasıl uygun görürsen Hasan, ben razıyım. Hem kardeşinin emaneti, hem de senin sözün var. Allah tamamına erdirsin.”
Böylece söz alınmış, gönüller rahatlamıştı.
Hasan Ağa eve döner dönmez Hatice Ana’ya müjdeyi verdi.
“Razı oldular Hatice. Hem de hiçbir şeye karışmadan.”
O gün öğleden sonra aile arasında sade bir söz kesme yapıldı.
Ertesi gün ise köyde küçük bir nişan kuruldu.
Kadınlar evin önünde şerbet içiyor, tatlı yiyorlar, çocuklar heyecanla etrafta koşuşturuyordu.
Raziye’nin yüzü pembeleşmiş, utancından kimseye göz göze gelemiyordu.
İhsan ise beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon giymiş, sessiz ama gururlu bir halde misafirleri karşılıyordu.
Hasan Ağa nişan yüzüklerini takarken dualar okundu, alkışlar arasında iki gencin kaderi bir düğümle birleşti.
O an Raziye, başını kaldırıp bir an için İhsan’a baktı.
İhsan da hafifçe gülümsedi; o gülümsemede hem sevda hem minnet hem de veda gizliydi.
Çünkü biliyordu…
O mutluluk dolu günün ertesi sabahı, yine ayrılık vaktiydi.
Pazar sabahı erkenden kalktı İhsan. Çantasını sırtına alıp evdekilerle vedalaşıp dayısının evine gittiğinde Raziye sessizce kapı aralığından onu izliyordu.
İhsan, dayısının elini öptü, yengesine sarıldı.
“Allah’a emanet ol oğlum,” dedi Hatice Ana gözyaşlarını silerek.
“Sen de kendine iyi bak yenge,” dedi İhsan.
Köyün çıkışında bir an durdu, rüzgâr saçlarını savuruyordu.
Uzakta, söğüt ağacının dibinde Raziye vardı.
İhsan, uzaktan elini hafifçe kaldırdı ve şimdi rahatlıkla el sallayabiliyordu. Raziye başını eğip, gözyaşını gizlemeye çalışarak oda el salladı.
İhsan trene binerken içinden şu sözler geçti:
“Bir söz verdim, bir gönül bıraktım. Şimdi görev vaktidir. Ama döndüğümde, o dağlarda artık yalnız yürümeyeceğim.”
Böylece İhsan yeniden yola çıktı; ardında köyün sessizliği, yüreğinde bir sevdanın sıcaklığı kaldı.
Usta birliğinde geçecek aylar boyunca, her gece o söğüt ağacını ve Raziye’nin mahcup gülüşünü düşünecekti.
Askerliğini bir an önce tamamlamak isteyen İhsan, iznini bile kullanmadan aylarca görevine devam etti. Nihayet terhis olup köyüne döndüğünde, yorgun ama gururluydu. Aradan bir ay geçmeden düğünleri yapıldı. Artık İhsan’ın önünde yeni bir hayat, omuzlarında da evini geçindirme sorumluluğu vardı.
Geçim telaşıyla Malatya’ya giderek bir fabrikada işe girdi, küçük bir ev kiraladı. Ardından Raziye’yi de yanına aldı. Raziye, bir süre sonra açılan memuriyet sınavına girip kazandı ve bir okulda göreve başladı.
Yıllar birbirini kovalarken, evlerine önce bir kız çocuğunun neşesi, ardından bir erkek evladın sevinci doldu. Mutlulukları büyüdükçe sorumlulukları da artmıştı. Ekonomik sıkıntıları olmasa da İhsan’ın üzerindeki iş yorgunluğu ve hayatın getirdiği stres onu gitgide asabileştiriyor, en küçük meseleye bile öfkeyle tepki vermesine yol açıyordu. Raziye ise iki çocuğunu, evin düzenini ve yaşadıkları zorlukları düşünerek bu duruma sabırla katlanıyordu.
Zaman böylece tatlısıyla acısıyla akıp gitti. Kızları üniversiteyi kazandığında yol onları yeniden İzmir’e götürdü; İhsan yıllar önce acemi birliğini yaptığı şehre, bu kez baba olarak dönüyordu. Emeklilikleri geldiğinde hem o hem Raziye görevlerinden ayrıldılar. Kızları okulunu bitirene kadar İzmir’de kaldılar, ardından Malatya’ya geri döndüler.
Ancak dönüş, huzur getirmemişti. Yılların biriktirdiği yorgunluk, İhsan’ın ruhunu iyice hırçınlaştırmıştı. Öfke, artık sessizliklerin arasında bir gölge gibi dolaşıyor; evin içinde sık sık tartışmalar, kırgınlıklar yaşanıyordu. Raziye bazen geçmiş günleri anıyor, o ilk günlerdeki sevgi dolu İhsan’ı hatırladıkça içten içe üzülüyordu.
Malatya’ya döndüklerinde İhsan kendini garip bir sessizliğin ortasında buldu. Yıllarca çalışıp çabaladığı, bir ömür tükettiği günlerin ardından elinde kalan tek şeyin yorgun bir beden ve suskun bir ev olduğunu fark etti.
Fabrikadaki makine gürültüsü artık kulaklarında çınlamıyor ama onun yerini evin duvarlarında yankılanan sessizlik almıştı. Sabahları erkenden uyanıyor, alışkanlıkla pencereye gidip dışarıyı seyrediyordu. Ne aceleyle yetişmesi gereken bir mesai, ne de kendisini bekleyen bir görev vardı. İnsan bazen en çok, hiçbir şey yapmak zorunda kalmadığında yoruluyordu.
Gözlerini duvardaki eski fotoğraflara dikerdi; genç, umutlu bir yüzle bakardı oradan kendisine. “Ne ara bu kadar yaşlandım?” diye düşünürdü sık sık. Raziye mutfakta sessizce dolaşır, hiçbir şeye karşı eskisi kadar sabırlı davranamaz olmuştu.
Kendi içindeki öfkenin kaynağını çoğu zaman o da anlayamıyordu. Belki yıllarca sustuğu, içine attığı şeylerin birikmesiydi bu. Belki de gençliğinde kurduğu hayallerle bugünkü hayatı arasındaki uçurumun yarattığı kırgınlıktı.
“Ben çocukken babamın anamın yanında iken, bir gün rahat edeceğim diye hayal kurardım,” diye geçirirdi içinden. “Ama rahatlık dedikleri şey bu muydu? Sessizlik, yalnızlık ve kimsenin seni dinlememesi…”
Raziye’nin sabrı bile artık İhsan’ı rahatsız eder olmuştu. Kadının sustukça onu anlamadığını düşünür, konuşsa da bahane arardı. Bazen kendi öfkesine yenilip sonra pişman olurdu ama o pişmanlığı da kimseye söylemezdi. Erkeklik gururu, yılların yüküyle daha da ağırlaşmıştı omuzlarında.
Bir akşamüstü, İhsan elinde kendi demlediği çayıyla mutfakta oturuyordu. Güneş yavaş yavaş batarken, yakındaki camiden ezan sesi duyuldu. O an, içinde garip bir boşluk hissetti. Sanki bir ömür boyu koşmuş, ama nereye vardığını hiç anlayamamış gibiydi.
“Belki de ben hiçbir zaman mutlu olmayı beceremedim,” diye fısıldadı kendi kendine.
Raziye, kapının eşiğinde durup onu sessizce izliyordu. O sessizliğin içinde çok şey vardı: kırgınlık, yorgunluk, ama hâlâ sönmemiş bir umut da... İkisinin de yüzünde yılların yorgunluğu vardı, ama konuşacak güçleri yoktu.
Bir süre sonra Raziye derin bir nefes alıp mutfağa girdi, İhsan’ın tam karşısına, masanın diğer ucuna oturdu.
“İhsan,” dedi yavaş ama kararlı bir sesle, “artık bu suskunlukla, bu öfkeyle yaşayamayız. Ya konuşup çözüm bulalım ya da bu hali kökten bitirelim. Ben artık böyle devam edemem.”
İhsan başını kaldırdı, önce şaşırdı, sonra gözleri bir anda öfkeyle doldu.
“Yeter artık!” diye bağırdı birden ayağa fırlayarak. “Seninle her konuşmamız böyle bitiyor. Hep sen haklısın değil mi Raziye? Hep ben suçluyum!”
Sesi mutfağın duvarlarına çarparak yankılandı. Raziye başını önüne eğdi, ama bu kez ağlamadı. Sadece sessizce oturdu, yılların biriktirdiği sabrın son noktasında...
Bağırışımalar üzerine çocuklar da koşup mutfağa geldiler. Kızları, işten yeni gelmişti; yüzünden yorgunluk akıyordu.
“Nedir sizin bu haliniz?” dedi, sesindeki sitemle. “Bu yaşa geldiniz, hâlâ kavga, hâlâ tartışma... Yeter artık, gerçekten yeter!”
Mutfağa kısa bir sessizlik çöktü. Kimse konuşmuyordu; sadece dışarıdan gecenin serinliği hafifçe içeri doluyordu. İhsan, kızının sözleriyle bir an durakladı; gözleri irileşti, yüzündeki öfke daha da alevlendi. Birden yerinden fırladı, çekmeceden aldığı bıçağı havada sallayarak Raziye ve çocuklarını tehdit etti.
Raziye, paniğe kapılmadan ama kararlılıkla sandalyesinden kalktı, çocuklarını alarak salona geçti. Herkesin içinde korku ve çaresizlik vardı. O an, ikisi de biliyordu: bu kavga sadece o akşamın değil, yılların birikmiş öfkesinin dışavurumu olmuştu.
Raziye, durumu daha fazla taşımayacağını anlayarak 112’yi aradı. Polisler adrese geldiklerinde İhsan biraz sakinleşmişti; ama polisleri görünce hiddeti yeniden alevlendi. Polisler durumu kontrol altına alıp İhsan’ı karakola götürdü, Raziye ise başka bir araçla polis merkezine giderek ondan şikayetçi oldu.
Mahkeme süreci hızlı ilerledi. İhsan’a evden uzaklaştırma kararı verildi; evine dönmese de tanıdıkları aracılığıyla tehdit mesajları göndermeye devam etti. Raziye, işin sonunun gelmeyeceğini anlayınca mahkemeye başvurdu ve en kısa sürede boşandılar.
İhsan, bu süreçten sonra tamamen yalnız kaldı. Çocukluğunda ve gençliğinde kendisine anne ve baba şefkati gösteren dayısından ve yengesinden de uzaklaşmıştı; artık kimsesiz bir adam olarak yeni evinde tek başına yaşıyordu. Sessiz odasında otururken, geçmişe döndü: çocukluğunu, gençliğini, Raziye’yi ve dağlara olan tutkusunu düşündü. O günlere geri dönmeyi, o kaybolan huzuru yeniden bulmayı çok istiyordu; ama biliyordu ki, artık bu imkânsız bir istekti.

































