SON DAKİKA
Reklam

İSTANBUL'UN IŞIL IŞIL CADDELERİ

İSTANBUL'UN IŞIL IŞIL CADDELERİ
A- A+
Reklam

 

Burhan, görevli olarak gittiği İstanbul’da işlerini tamamladıktan sonra akşam vakti bir restorana uğramış, cam kenarındaki masaya oturmuştu. Garsona siparişini verdikten sonra gözlerini dışarıya çevirdi. Şehrin kalabalığı, adeta kendi hikâyesini önünden geçiriyordu.

Kimi insanlar işten çıkmış, yorgun adımlarla evlerinin yolunu tutuyor; kimileri ise telaşla akşam vardiyasına yetişmeye çalışıyordu. Bir grup genç, kahkahalar eşliğinde eğlence merkezlerine, kafelere ya da yakınlardaki birahanelere doğru ilerliyordu. Arada el ele yürüyen sevgililer, birbirlerine fısıldadıkları sözlerle ve gülüşleriyle İstanbul’un geceye hazırlanan sokaklarına ayrı bir renk katıyordu.

Mağazaların vitrinleri ise sokakların ışık şenliğini tamamlıyor gibiydi. Camların ardında, kadınlar için albenili, rengârenk elbiseler; erkekler için şık takım elbiseler ya da rahat spor kıyafetler; çocuklar içinse cıvıl cıvıl süslü giysiler sergileniyordu. Şehrin bu ışıltısı, gecenin karanlığına meydan okurcasına etrafa sıcak bir canlılık saçıyordu.

Arada sırada önünden geçen turist grupları dikkati çekiyordu. Özellikle siyahi insanlar, Burhan’ın ilgisini daha çok uyandırmıştı. Sanki dünyanın her köşesinden insanlar bu şehre akın etmiş gibiydi. Giysilerinden, yüz hatlarından hangi ülkeden geldiklerini tahmin etmeye çalışıyordu; kimisi Arap, kimisi Hintli, kimisi Avrupalıydı. İstanbul, her dili ve her yüzü içinde barındıran dev bir sahneye dönüşmüştü sanki.

Burhan, karşısında akıp giden bu kalabalığa bakarken kendisini dünyanın merkezinde gibi hissetti. Her milletten, her kültürden insanın bir arada oluşu ona büyüleyici geliyordu. İstanbul’un bu çeşitliliği, içinde garip bir sevinç uyandırıyor; sanki başka hayatların kapısı aralanmış gibi heyecanlanıyordu.

Kalabalık seyreldikçe Burhan’ın gözü, kaldırım kenarında sıralanmış seyyar satıcılara ilişti. Kimi saat, kimi oyuncak, kimi şemsiye ya da çanta satıyor; hepsi birbirinden farklı ama aynı telaşın içindeydi. Bazıları yoldan geçenlerin arkasına düşüp malını satmaya çalışıyor, kimileri ise yalnızca fiyat öğrenmek isteyenlere ballandıra ballandıra ürünlerini anlatıyordu. Bir şey almadan uzaklaşanların ardından ise sanki alay edercesine el kol hareketleri yapanlar vardı.

Burhan, tüm bunları sanki bir film perdesinde seyreder gibi izlerken yemeği masasına gelmişti. Garson başka bir isteği olup olmadığını sorduğunda nazikçe teşekkür etti ve büyük bir iştahla yemeğine başladı. O sırada aklına memleketi düştü: “Şimdi çocuklar okuldan dönmüş, anneleri sofrayı hazırlamış, hep birlikte yemek yiyorlardır,” diye düşündü. İçini tatlı bir özlem kapladı. Daha dün ayrılmıştı evinden, ama şimdiden onları özlediğini fark etti. Kendi kendine gülümseyerek, “Daha bir gün oldu, ne çabuk özledin?” diye mırıldandı.

Aslında Burhan çok uzun zamandır memleketinden ayrılmamıştı. Bu, yıllardan sonra çıktığı ilk şehir dışı göreviydi. Çoğu zaman günübirlik ilçelere gider, akşam olmadan evine dönerdi. İstanbul ise ona bambaşka bir dünyanın kapısını aralamıştı; ışıkları, kalabalığı ve karmaşasıyla hem büyüleyici hem de yabancı bir yerdi.

Yemeğini bitirmesine yakın bir anda gözü karşı kaldırıma takıldı. Çöp bidonlarının yanında, biri kız biri erkek iki çocuk oturmuştu. Küçük elleriyle çöpten çıkardıkları yiyecek artıklarını poşete dolduruyor, arada bir de ağızlarına atıyorlardı.

Burhan’ın içi burkuldu. Bu manzara karşısında elindeki çatal parmaklarının arasından kayıp yere düştü. Bir lokma boğazına düğümlenmiş, nefesi kesilir gibi olmuştu. Öksürükler içinde kıvranırken bardakta duran suya sarıldı; birkaç yudumda zor da olsa nefesini toparladı.

Tam o sırada garson yanına geldi, telaşla yeni bir çatal bıraktı ve yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Ama Burhan’ın boğazından artık yemek geçecek halde değildi. Başını sallayarak teşekkür etti, yarım kalan yemeklerin kaldırılmasını ve hesabın getirilmesini rica etti.

Burhan hesabın gelmesini beklerken gözleri yeniden karşı kaldırıma kaydı. Çocuklar hâlâ oradaydı. Küçük kızın saçları dağınıktı, üstündeki elbise yıpranmıştı. Erkek çocuk ise ablasından biraz daha büyük görünüyordu; bulduğu ekmek parçasını ikiye bölüp kardeşiyle paylaşıyordu. Yüzlerinde açlığın gölgesi vardı, ama yine de birbirlerine bakarken gülümsemeyi ihmal etmiyorlardı.

Burhan’ın içi cız etti. Lokantanın sıcak ışıkları altında, masasında duran yarım bırakılmış yemeklerle onların çöpten topladıkları kırıntılar arasında keskin bir uçurum vardı. “Ben burada tok gözle otururken, çocuklar açlıkla boğuşuyor…” diye geçirdi içinden. Yıllardır gazetelerde okuduğu, haberlerde gördüğü yoksulluk manzaraları bu kadar yakınına hiç gelmemişti.

Bir an kendi çocuklarını düşündü. Şimdi memlekette, annelerinin hazırladığı sofrada karınlarını doyuruyorlardı. Oysa bu iki masumun annesi var mıydı, varsa bile onları doyurabilecek gücü kalmış mıydı, kim bilir? İçini derin bir çaresizlik kapladı.

“İstanbul ışıklarıyla, vitrinleriyle, kalabalığıyla büyülüyor ama işte asıl gerçek burada, şu kaldırım kenarında,” dedi kendi kendine. O an boğazındaki düğüm yeniden çözüldü, ama kalbinde başka bir düğüm atılmıştı.

Burhan hesabı ödedikten sonra çocukların yanına gitmek üzere sokağa çıktı. Serin akşam havası yüzüne çarparken gözleri hemen karşı kaldırımdaki çocukları aradı. İki çocuk hâlâ çöp bidonunun yanında oturuyordu. Yanlarına yaklaşınca çocuklar ürkek bir bakışla başlarını kaldırdılar.

“Merhaba çocuklar,” dedi Burhan, yumuşak bir ses tonuyla. “Burada ne yapıyorsunuz? Sizin eviniz, anneniz babanız yok mu?”

Çocukların gözleri kocaman açıldı. Erkek olan, çekingen bir tavırla annelerinin evde hasta yattığını, babalarının ise olmadığını söyledi.

Burhan’ın içi burkuldu. Söyleyecek çok sözü vardı ama kelimeler boğazında düğümlendi. Birkaç saniye sessizce durduktan sonra, fotoğraflarını çekip çekemeyeceğini sordu. Çocuklar çekinerek de olsa kabul ettiler.

Burhan onların geleceği için bir şeyler yapmak istiyordu; ama o an aklına gelen en somut şey, bu manzarayı belgelemek ve belki de seslerini duyurmaktı. Çocuklara biraz harçlık verdikten sonra durumları hakkında epey bilgi aldı, birkaç poz fotoğraf ile video çekti ve yaşadıkları adresi de not etti. Mesleği sayesinde onlara yapabileceği en iyi yardımı yapacaktı.

Oradan uzaklaşırken adımlarının ağırlığını hissetti. İstanbul’un bütün ışıkları, kalabalığı ve gürültüsü birden anlamsızlaştı gözünde. Kafasında tek bir soru dönüp duruyordu:

“Bu çocukların suçu neydi?”

Burhan, oteline geçip odasına çıktığında aklında hâlâ kaldırım kenarında gördüğü çocuklar vardı. Hemen bilgisayarını açtı, içi burkula burkula yaşadıklarını haberleştirdi. Çektiği fotoğrafları ve videoyu da ekleyerek haberi ajansa geçti.

Sonra derin bir nefes alıp yatağa uzandı. Telefonu eline aldı ve eşini aradı. Önce çocuklarını sordu; onların sesini duymak ister gibiydi. “Onları çok sevdiğimi söyle, yanaklarından bolca öp,” dedi. “İşim biter bitmez hemen döneceğim.”

Eşi, Burhan’ın sesindeki burukluğu fark etti. “Bir şey mi oldu?” diye sordu kaygıyla. Burhan, bir an suskun kaldı, ardından, “Önemli değil… Gelince anlatırım,” demekle yetindi.

O sırada ajans, Burhan’ın haberini abonelerine geçmişti bile. Çocukların dramını anlatan bu haber kısa sürede büyük ilgi topladı; ekranlara, gazetelere taşındı. Burhan’ın telefonu sürekli çalıyordu, özellikle ajanstan müdür aramış çocukların varsa adreslerini istemiş yardımcı olmak isteyen hayırseverler olduğunu söylemişti.

Ama Burhan için asıl mesele hâlâ yüreğindeydi: O iki masum çocuğun gözlerindeki açlık ve çaresizlik. Mesleği sayesinde, çocuklara hayırseverler aracılığıyla yardım ulaştırmış ve içi bir nebze olsun ferahlamıştı.

Ama aklında hemen başka sorular belirdi: “Peki ya onlar gibi olan, bu büyük şehrin ışıl ışıl caddelerinin ardındaki gecekondularda yaşayan diğer çocuklar ve aileler?”

Burhan, İstanbul’un gösterişli vitrinleri ve kalabalık caddeleri ile yoksulluğun o karanlık yüzü arasındaki uçurumu düşünürken derin bir sessizlik içinde kaldı. İçinde, hem çaresizlik hem de yardıma ihtiyacı olanlara yardım etme arzusu iç içe geçmiş bir duygu seli vardı.

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar