EVİNİN KAPTANI OL


Zeliha gece yarısından sonra bir ara uyandı. Yanında Abidin’in olmadığını görünce salona gitti. Kanepe boştu, hazırladığı yemek ise masada hiç dokunulmamış şekilde duruyordu. Öfkeyle lambayı söndürüp yatak odasına döndü.
Artık bu böyle gitmezdi. Evleneli iki yıl olmuştu; ilk aylar mutlu bir aile hayatı sürerken zamanla Abidin’in gerçek yüzünü görmeye başlamıştı. İçki içiyor, ya geç saatte eve geliyor ya da hiç gelmeyip sanayideki dükkânında kalıyordu. Üstelik kumara da başlamış, işlerini aksatır olmuştu.
Zeliha yatağın içinde otururken kesin kararını verdi: Boşanacaktı. Artık dayanamıyordu.
Abidin o gece yine kumar oynamış, masada içki de eksik olmamıştı. Sabaha karşı oyundan kalktığında eve gitmek yerine doğruca sanayideki dükkâna gidip kanepeye uzanmış ve sızıp kalmıştı.
Sabah olduğunda kalfası ile çırağı dükkânın önüne geldiler. Daha kapının önünde beklerken ustalarının yine akşamdan kalma olduğunu anlamışlardı. Ya geç gelecekti ya da içeride yatıyordu. Pencereden içeriye baktıklarında Abidin’i kanepede uyurken gördüler. Kapıyı çaldılar ama uyanacak gibi değildi. Bunun üzerine biraz ilerideki çay ocağına gidip birer poğaça alarak kahvaltı ettiler.
Çaylarını içerken kalfa kısık sesle,
— Böyle giderse ustanın sonu kötü olacak, dedi.
Çırak da başını salladı:
— Eskiden çalışkandı, herkes sayardı. Şimdi elden gidiyor.
Kalfa derin bir iç çekti:
— Evinin hâli de kim bilir nasıldır… Yazık vallahi.
Arada bir dükkâna dönüp kontrol ediyor, ustalarının uyanıp uyanmadığına bakıyorlardı. Son gittiklerinde Abidin kendine gelmişti. Elini yüzünü yıkamış, tulumunu giyip dünden yarım kalan işine koyulmuştu. Kalfa ve çırak da sessizce içeri girdiler. Selam verdiler, hiçbir şey söylemeden işlerinin başına geçtiler. Zaten ne diyebilirlerdi ki?
Zeliha çayını demleyip akşamdan hazırladığı sofrayı topladı, yemekleri çöpe boşalttıktan sonra kendi kahvaltısını hazırlayarak mutfak masasında karnını doyurdu. Bir yandan da salim kafa ile ne yapması gerektiğini yeniden düşünmeye başladı.
Kahvaltı masasından kalkınca salona geçti, telefonu eline aldı. Babasını aradı. Babası, Ege Denizi kıyısındaki küçük kasabada yaşıyordu. Zaten Zeliha, Abidin’le orada tanışıp evlenmişti. Sabah sabah çalan telefonu açan babası, kızının sesini duyunca hemen irkildi. Son zamanlarda kulağına Abidin’le ilgili söylentiler gelmişti; içini kötü bir his kapladı.
— Hayırdır kızım? dedi endişeyle.
Zeliha önce sakin sakin başladı, sonra gözyaşlarını tutamayarak ağlamaya devam etti:
— Baba… Artık dayanamıyorum. Bu böyle yürümeyecek. Abidin’den ayrılmak istiyorum. Sizin yanınıza gelmek istiyorum.
Babası, durumun az çok farkındaydı zaten. Derin bir nefes aldı:
— Hele gel kızım, burada konuşur, bir çaresine bakarız, dedi.
Telefonu kapatan Zeliha, hemen otobüs firmasını arayarak yer ayırttı. Dolabındaki eşyaları toparlayıp iki valize doldurdu. Sonra masanın başına oturup Abidin’e uzun bir mektup yazdı. Mektubu masanın üzerine bıraktı, kapıyı çekip çıktı. Mektubunda;
Abidin,
Bu satırları yazarken ellerim titriyor ama içim çoktan kararını verdi. İki yıl önce seninle evlenirken, ömrümü huzurla, güvenle senin yanında geçireceğime inanmıştım. İlk zamanlarda da böyleydi. Ama sonra değiştin. İçki, kumar, geç saatler… Bir yuvanın, bir kadının, bir eşin hak ettiği hiçbir şeyi bana vermedin.
Ben her defasında sabrettim, belki düzelir diye bekledim. Sofralar kurdum, gelmedin. Birlikte hayaller kuralım istedim, sen hepsini dağıttın. Artık sabredecek gücüm kalmadı.
Biliyorum, bu sözler sana ağır gelecek ama ben de bir insanım, benim de bir ömrüm var. Bu hayatı böyle sürüklenerek harcayamayacağım. Bu yüzden gidiyorum. Babamın yanına dönüyorum.
Belki bir gün hatalarını görür, gerçekten değişmek istersin. Ama ben artık beklemeyeceğim. Kendine iyi bak.
Zeliha
Diyordu.
Çağırdığı taksiyle otogara vardı. Kalkmak üzere olan otobüse yetişti, biletini alıp koltuğuna geçti. Birkaç dakika sonra motor homurdandı ve otobüs hareket etti. Zeliha, gözlerinden süzülen yaşları silerken baba ocağına doğru yola koyuldu.
Amasya’dan gelen otobüsten İzmir otogarında inen Zeliha, kasabaya gidip annesiyle babasına bir an önce kavuşmak için acele ediyordu. Hemen bir taksiye binerek kasaba dolmuşlarının kalktığı garaja geçti, ilk minibüse bilet alıp yerini buldu. Amasya’nın serin havasından sonra İzmir’in bunaltıcı sıcağı üzerine çökmüştü; fakat onu asıl yoran hava değil, gelecek günlerde kendisini nelerin beklediğiydi.
Akşama doğru kasabaya vardığında, babasının kendisini beklediğini gördü. Hızla yanına koşup boynuna sarıldı, elini ve yanaklarını öptü. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Babası hemen bir taksi çağırdı, bavullarını bagaja yerleştirdiler ve evin yolunu tuttular.
Bahçe kapısına geldiklerinde bavullardan birini babası, diğerini Zeliha aldı. Annesinin kapıyı açmasını beklerken derin bir nefes çekti; denizin tuzlu ve yosun kokulu havası ciğerlerini doldurdu. Bir an için eski günlere dönmüş gibi oldu, yüreği hafifledi. Bahçe duvarını saran sarmaşıkların arasından denizi ve kızıllığa boyanmış batmakta olan güneşi seyretti.
Kapı açıldığında annesinin boynuna sarıldı ve artık tutamadığı gözyaşlarını bırakıverdi. Annesi onu hemen içeri aldı, banyoya yönlendirdi. Elini yüzünü yıkayan Zeliha biraz serinledi ve baba evinde olmanın huzurunu iliklerine kadar hissetti.
O sırada Amasya’da Abidin eve gelmiş, zile basmış ama kapıyı açan olmamıştı. Cebinden anahtarını çıkarıp kilidi çevirerek kapıyı açtı, içeri girer girmez yüksek sesle, “Zeliha!” diye seslendi. Cevap gelmeyince salona geçti. Masanın üzerinde bırakılmış bir kâğıt parçası gözüne çarptı. Elini uzatıp aldı, okumaya başladıkça içi daraldı. Son satıra geldiğinde ise kâğıdı avucunda buruşturdu, sıkıp fırlattı.
Bir an salonda öylece dikildi kaldı. Sonra banyoya yöneldi. Koridordan geçerken gözü telefona ilişti. İçinde bir anlık kıpırtı oldu; aramayı düşündü. Ama ne diyecekti? “Pişmanım, bir daha olmayacak mı?” Sözlerin hiçbir anlamı olmayacağını biliyordu. Cesaret bulamadı.
Bunun yerine içinde tuhaf bir ferahlık hissetti. Sanki bir yükten kurtulmuş, sorumluluk zincirleri çözülmüş gibiydi. Duşunu alıp üstünü değiştirdi. Ardından kapıyı sertçe çarpıp çıktı. Gideceği yer belliydi: Her zamanki arkadaşları, yeşil çuha örtülü masa ve içki dolu kadeh onu bekliyordu.
Yemekten sonra Zeliha, gece geç saatlere kadar annesiyle babasına dert yandı. Yaşadığı zor günleri, çektiği çileleri bir bir anlattı. Ardından da ayrılmaya kesin kararlı olduğunu söyledi. Annesiyle babası ne kadar nasihat etse de, onun artık dönülmez bir yola girdiğini anlamışlardı. Zeliha kararlıydı, geri adım atmayacaktı.
O gece Zeliha uyuduktan sonra anne babası uzun uzun konuştular. Birkaç gün beklemeye, gelişmeleri görüp ona göre hareket etmeye karar verdiler. Fakat aradan bir hafta geçti; Abidin ne aramış ne de sormuştu. Artık başka çare yoktu. İzmir’e giderek tanıdık bir avukatla görüştüler ve boşanma işlemlerini başlattılar.
Bir ay sonra boşanma gerçekleşmişti. Bu süre içinde Abidin iyice savrulmuş, işlerini tamamen boşlamıştı. İş yeri kapanma noktasına gelmiş, kalfası ve çırağı da dayanamayıp başka dükkâna geçmişlerdi.
Boşanmanın üzerinden birkaç hafta geçmişti. İlk günler Zeliha sadece dinlenmeye çalıştı; annesinin şefkati, babasının koruyucu sessizliği ona iyi gelmişti. Fakat günler geçtikçe içinde bir kıpırtı başladı. “Ben ne yapacağım? Nasıl ayakta kalacağım?” soruları zihnini meşgul ediyordu.
Bir sabah kahvaltıdan sonra babasıyla bahçede otururken konuyu açtı:
— Baba, ben boş durmak istemiyorum. Bir işim olmalı, kendi ekmeğimi kendim kazanmalıyım.
Babası önce şaşırdı, sonra gözlerinde gururla karışık bir hüzün belirdi. “Kızım, sen yeter ki iste. Biz yanındayız ama buralarda ne iş yapacaksın ki” dedi.
Zeliha o günden sonra kendine küçük adımlarla yeni bir yol çizmeye çalışıyordu. Kasabada onun yapabileceği bir iş yok gibiydi. Günlerce bunu düşündü, bazen sahile inip kayıkçıların yanına uğruyor, balıkçılıkla uğraşan eski okul arkadaşlarıyla biraz sohbet ediyordu. En çok da babasının arkadaşı Fevzi Amca’nın yanına gidiyordu; onunla dertleşmek Zeliha’ya iyi geliyordu.
Fevzi Amca, babacan ve tecrübeli bir adamdı. Zeliha’nın anlattıklarını dikkatle dinliyor, çeşitli nasihatlerde bulunuyor, akıl veriyordu. Zeliha, “Boş durmak istemiyorum, çalışmak istiyorum” dediğinde Fevzi Amca önce düşündü, sonra gülümseyerek yanıtladı:
— Kasabada balıkçılıktan başka iş yok, o da erkek işi. Ama eğer gözün kesiyorsa, gel benimle çalış.
Ardından ekledi:
— Ya da İzmir’e gidip kendine uygun bir iş bulursun; günlük gider gelirsin.
Zeliha, bu sözler üzerinde uzun uzun düşündü. Hem kasabada hem de İzmir’de bir yol aramak… Bu seçenekler kafasında dönüp duruyordu, ama kararlılığı hâlâ güçlüydü.
Fevzi Amca’nın şaka yollu da olsa yaptığı öneriyi ailesine de açan Zeliha, gönülsüz de olsa onların desteğini alarak birkaç gün sonra Fevzi Amca’nın yanında çalışmaya başladı. Balıkçı teknesinin etrafında yapılan işleri izliyor, ağ toplama, temizleme ve balıkları hazırlama işlerinde yavaş yavaş deneyim kazanıyordu.
İş ağır ve erkeksi görünse de Zeliha vazgeçmiyordu; her yeni gün hem bedenini hem de özgüvenini güçlendiriyordu. Kasabada kadınlar arasında Zeliha günün konusu olmuştu. Bazıları onu takdir ediyor, bazıları ise eleştiriyordu. Fakat Zeliha bu sözlerin hiçbirine aldırış etmiyordu; tek düşündüğü kendi yolunda ilerlemekti.
Fevzi Amca onun kararlılığını görünce ara sıra gülümseyerek,
— Görüyor musun kızım, pes etmeyen kazanır, dedi.
Hafta sonları Zeliha sahilde biraz yürüyüş yapıyor, denizi seyrederken kafasında İzmir planlarını kuruyordu. İzmir’de kendi başına bir iş bulmak, günlük gelirle bağımsız yaşamak… Bu fikir onu hem heyecanlandırıyor hem de korkutuyordu.
Bir akşam Fevzi Amca yanına gelip,
— Eğer gerçekten istersen İzmir’e gidip bir süre dene, dedi.
— Ama önce burada kendine güven kazan, dedi.
Zeliha başını salladı; kararını vermişti. Önce kasabada çalışarak güçlenecek, deneyim kazanacak, ardından İzmir’de kendi yolunu çizecekti. Böylece hem baba evinin desteğini kaybetmemiş olacak hem de kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiş olacaktı.
Her gün biraz daha güçleniyor, sabahları deniz kokusuyla uyanıyor, akşamları ise yorgun ama mutlu bir şekilde yatağa gidiyordu. Zeliha için artık hayat yeniden başlıyordu; hem küçük adımlarla hem de cesaretle…
Ertesi sabah, Zeliha her zamanki gibi teknede işlerine başlamıştı. Sandala doğru baktığında genç adamın yine denize açıldığını gördü. Bu sefer rüzgâr hafifti, güneş suyun üzerinden parlıyor, adamın silueti pırıl pırıl yansıyordu. Zeliha bir an durakladı; merakı gitgide büyüyordu.
Öğle vakti işler biraz durulduğunda, Fevzi Amca yanına gelip,
— Gel bakalım, biraz mola verelim, dedi.
Zeliha fırsatı kaçırmadı:
— Amca, o genç adam… Kim? Neden bazı günler balıkla dönüyor, bazen boş?
Fevzi Amca hafifçe gülümsedi, denize bakarak konuştu:
— O, Ahmet. Deniz onun dünyası. Kimi gün şanslı olur, kimi gün de eli boş döner. Ama azimli biridir.
Zeliha’nın gözleri parladı. “Azimli…” Bu kelime onu etkiledi. Bir süre sessizce sandala bakarken, içinden bir düşünce geçti: Belki de ben de böyle azimli olabilirim.
O günün ilerleyen saatlerinde Ahmet, sandalını karaya yanaştırdı ve kasaba sahiline doğru yürüdü. Zeliha’nın çalıştığı teknede bakışları karşılaştı. Genç adam hafifçe gülümsedi ve selam verdi. Zeliha da karşılık verdi. Bu kısa selamlaşma, ikisinin de içten içe merakını uyandırmıştı. Zeliha bu gizemli adamın kim olduğunu merak ediyor genç adam da bir kadının nasıl oluyor da balıkçılık yaptığını sorguluyordu.
Fevzi Amca, Zeliha’nın bakışlarını fark ederek araya girdi:
— Şimdi sus ve işine bak. Ama dikkat et, bazen denizden daha fazlasını görebilirsin, dedi ve uzaklaştı.
O andan itibaren Zeliha, hem kendi yolunu çizmeye hem de bu gizemli genç adamın hayatını biraz daha merak etmeye başlamıştı.
Balığa çıkmadıkları bir gün Zeliha tekneye gelmiş, ağları onarıyordu. O sırada denizden gelen Ahmet, yanından geçerken selam verdi:
— Zor olmuyor mu? diye sordu.
Zeliha başını kaldırıp şaşkınlıkla baktı:
— Ney, ne zor olmuyor mu?
Ahmet gülümsedi:
— Bir kadın için balıkçı ağlarını onarmak.
Zeliha elindeki iğneyi bırakmadan cevap verdi:
— Alıştım artık. Ağ onarmak da dantel örmek gibi bir şey.
Ahmet “Kolay gelsin,” diyerek yürüyüp gitti. Zeliha ise gözlerini ondan alamadı, arkasından uzun uzun baktı.
Ertesi gün Zeliha, ev işlerini bitirmiş, annesiyle birlikte yemek hazırlamıştı. Biraz hava almak için sahile doğru indi. Sahilde Ahmet’i gördü; Ahmet, sandalının boyası dökülen yerlerini boyuyordu.
— Kolay gelsin, dedi Zeliha gülümseyerek.
Ahmet başını kaldırıp karşılık verdi:
— Sağ ol. Bugün yine balığa çıkmamışsınız?
Zeliha hafifçe iç çekti:
— Fevzi amca biraz rahatsızdı, belki yarın çıkarız.
Ahmet fırçayı bırakıp doğruldu:
— Henüz tanışmadık, ben Ahmet, dedi.
Zeliha da adını söyledi. Sohbet böylece başladı. Bir süre sonra Ahmet işini bitirmişti, eve dönecekti. Zeliha da:
— Annemle babam beni bekler, ben de gideyim, dedi.
İkisi birlikte kasabanın içlerine doğru yürüdüler. Yol boyunca sohbet ettiler ama Ahmet, kendisi hakkında pek bir şey anlatmadı. Bu da Zeliha’nın gözünde onun gizemini korumasına neden oldu.
Zeliha, balığa çıktıkları günlerde ya da biraz gezmek için sahile indiğinde artık gözleri ister istemez Ahmet’i arar olmuştu. Fırsat buldukça onunla sohbet ediyor, kendinden ve geleceğe dair hayallerinden, yapmak istediklerinden bahsediyordu. Aralarındaki arkadaşlık gün geçtikçe ilerliyor, sohbetleri daha koyu ve samimi bir hâl alıyordu.
Bir gün Ahmet, uzun süre sakladığı hikâyesini Zeliha’ya açtı. Üç yıl önce evlenmişti; ancak geçen yıl eşini bir trafik kazasında kaybetmişti. Çok sevdiği karısına duyduğu özlem ve derin üzüntü yüzünden Aydın’daki babasına ait zeytinliklerde, yağ ve sabun fabrikasında çalışamayacağını anlamış, bu küçük kasabaya sığınmıştı.
Abisi, her zaman olduğu gibi, zeytinliklerden ve fabrikalardan elde edilen gelirden payına düşeni ona gönderiyor; Ahmet de bu gelirle burada yaşamını sürdürüyordu. Fakat bütün bu düzenin ardında hâlâ dinmeyen bir hüzün vardı; Zeliha da onun gözlerinde o sızıya sık sık tanık oluyordu.
Yine bir hafta sonu Ahmet, denize açılmak için sahile geldiğinde Zeliha’yı gördü. Selamlaştılar. Ahmet,
— Denize çıkacağım, belki birkaç balık yakalarım. İstersen sen de gel, dedi.
Zeliha önce çekinse de bu teklifi kabul etti. Sandala bindiler. Balık avlayacakları yere kadar hiç konuşmadılar. Ahmet kürek çektikçe, sandala vuran dalga sesleri Zeliha’nın kulaklarında yankılanıyor; denizin üzerinde parıldayan yakamozlar gözlerini büyülüyordu.
Ahmet, her zaman geldiği kayalıkların bulunduğu yere gelince kürekleri bıraktı, sandalı demirledi. Burası karaya fazla uzak değildi, ama kayalıkların arasında çoğu zaman güzel balıklar olurdu. Bir oltayı da Zeliha’ya uzattı. İkisi sabırla beklemeye başladılar.
İlk balık Zeliha’nın oltasına takılınca heyecanla sevinç çığlığı attı. Sanki teknedeyken hiç balık yakalamamış, hayatında ilk kez balık tutuyormuş gibi bir mutlulukla çırpınıyordu. Ahmet gülümseyerek onu izledi.
Bir süre sonra epey balık tutmuşlardı. Geri döndüklerinde Ahmet, balıkların en iyilerini ayırıp Zeliha’ya verdi:
— Bunları akşama pişirirsiniz, ailenle birlikte yersiniz, dedi.
Zeliha teşekkür ederek aldığı balıkları eve götürdü. Sevinçle annesine seslendi:
— Bu akşam balık yiyeceğiz, hem de benim tuttuğum balıklardan!
Annesi şaşkınlıkla baktı:
— Bu balıkları nereden aldın? Bugün balığa çıkmamıştınız.
Babası da söze karıştı:
— Sahilde avlanmıştır herhalde…
Bunun üzerine Zeliha, gün boyu yaşananları ikisine de anlattı. Babası başını sallayarak gülümsedi:
— Ahmet’i tanıyorum, dedi. Çok efendi, sessiz sakin bir gençtir.
Zeliha bir yandan balıkları pişiriyor, bir yandan da salata hazırlıyordu. Yüzündeki tebessüm, gözlerindeki pırıltı dikkat çekiciydi. O akşam mutfakta neşeyle dolaşıyor, sanki içinden taşan bir mutluluk her hareketine yansıyordu.
Annesiyle babası, kızlarının böyle keyifli ve canlı olduğunu gördükçe onlar da mutlu oluyorlardı. Ancak bu günlerdeki bu neşe ve huzurun kaynağını tam olarak kestiremiyorlardı.
Annesi, sessizce kızını izlerken içinden “Acaba bu mutluluk Ahmet’le mi ilgili?” diye geçirdi. Kızının gözlerindeki o taze ışıltıyı, gençliğinde kendi kalbinin çarpışlarına benzetti.
Babası ise belli etmeden gülümsedi. “Demek ki gönlüne bir şeyler düşmüş,” diye düşündü. Kendi kendine sevindi; çünkü Ahmet’i tanıyor, onun efendi ve dürüst biri olduğuna inanıyordu.
İçkiden nefret etmesine rağmen, dolapta duran yarım şişe rakıyı babasının önüne koyan Zeliha, yavaş yavaş kendi dünyasına dönüyordu. Babası rakıdan yudumladıkça evlilik günleri gözünün önüne geldi. “Ne vardı Abidin de az içseydi, işine gücüne bakıp yuvamızı yıkmasaydı…” diye içinden geçirdi. Sonra derin bir nefes alarak Abidin’i tamamen zihninden silmeye çalıştı; onu kalbinden söküp attı.
Artık düşünceleri Ahmet’e kayıyordu. “Ne iyi bir arkadaş,” diye geçirdi içinden. “Hoş sohbet, cana yakın, efendi bir insan…”
Aradan birkaç hafta geçti. Av sezonu kapanınca tekneler karaya çekildi. Zeliha, önümüzdeki sezona kadar kaldırılacak olan ağları onarmaya koyuldu. Fevzi Kaptan ve ekibindeki balıkçılar da teknenin bakımını yapıyorlardı. Zeliha kendini artık daha özgüvenli, daha tecrübeli hissediyordu.
Ama burada işi bitmişti. İçinde bir kıpırtı vardı; İzmir’e gidip kendine uygun bir iş aramaya karar verdi. Öyle de yaptı. Birkaç gün sonra kasabanın minibüsüne binerek İzmir’e gitti. Birkaç yere başvurduysa da olumlu bir cevap alamadı. Bu durum onu biraz hüzünlendirdi.
Kasabaya hemen dönmek istemedi. “En son arabaya binerim,” diye düşündü. Biletini aldıktan sonra deniz kenarındaki bir parka gidip oturdu. Soğuk içeceğini yudumlarken dalgaların kıyıya vuruşunu seyre daldı.
Derken gözü tanıdık bir siluete takıldı: Ahmet. Meğer o da İzmir’e gelmişti. Ahmet’te kasabaya dönmek için acele etmemiş, Zeliha gibi son arabayı beklemeyi seçmişti. Biraz kordonda dolaştıktan sonra dinlenmek için parka gelmiş, uzaktan Zeliha’yı görür görmez tanımıştı.
Bu rastlantı, ikisi için de beklenmedik ve güzel bir tesadüf olmuştu. Ahmet de kendisine soğuk bir içecek söyledi ve sohbet etmeye başladılar.
Zeliha, İzmir’e geliş amacını anlattı; iş aramış ama umduğunu bulamamıştı. Sesi biraz buruk çıkıyordu. Ahmet ise Aydın’dan abisinin gönderdiği parayı ve bazı eşyaları almak için geldiğini, kasabaya dönmek için de tıpkı Zeliha gibi son arabayı beklediğini söyledi.
Bir süre sessizce dalgaların ve rüzgârın sesini dinlediler. Ardından Ahmet,
— İstersen biraz sahilde yürüyebiliriz, dedi.
Zeliha başını salladı. İkisi birlikte sahil boyunca yavaş yavaş yürüdüler. Sohbet ederken gülüştüler, kasaba ve ailelerinden, denizden, anılarından konuştular. Her kelimeyle aralarındaki arkadaşlık daha da derinleşiyordu. Zeliha, Ahmet’in yanında kendini rahat ve güvende hissediyor; Ahmet de Zeliha’nın neşesinden ve samimiyetinden hoşlanıyordu.
Akşam üzeri, güneş ufukta kızıl bir çizgi bırakırken ikisi de kasaba meydanında minibüsten indi. Bu küçük yolculuk, onların birbirlerine daha da yakınlaşmasını sağlamış, kalplerinde tatlı bir sıcaklık bırakmıştı.
Ahmet,
— Yarın sabah yine denize açılacağım, istersen sen de gelebilirsin, dedi.
Zeliha biraz tereddüt ederek,
— Olabilir, önce bir eve gidip dinleneyim, dedi.
Ahmet gülümsedi:
— Gelecek olursan sabah dokuz gibi teknenin yanında buluşuruz.
Zeliha eve geldiğinde İzmir’de yaşadıklarını annesine ve babasına anlattı. Ardından Ahmet’in onu sabah balık avlamaya davet ettiğini söyledi.
Annesi ve babası birbirlerinin gözlerinin içine baktılar ve sessizce, başlarını hafifçe eğerek “olabilir” anlamında onay verdiler.
Ertesi sabah kahvaltısını yaptıktan sonra hazırlanarak sahile inen Zeliha, Ahmet’in teknenin yanında kendisini beklediğini gördü.
Zeliha, teknede yemek için hazırladığı sandviçlerin bulunduğu çantayı tekneye yerleştirdi. Ardından her zamanki yerlerine geçip oturdular ve Ahmet kürek çekmeye başladı.
Bir süre sonra Zeliha, kürekleri Ahmet’ten alarak kendisi çekmeye başladı.
— Şimdi tam balıkçı oldum, dedi gülümseyerek.
Suya vuran küreklerin sesi, hafif rüzgâr ve denizin tuzlu kokusu arasında tekne yavaşça ilerliyordu. Her hareketiyle Zeliha, hem denizi hem de Ahmet’le birlikte olmanın verdiği huzuru hissediyordu.
Kayalıklara gelip demir attıktan sonra ikisi de oltalarına yemlerini takıp denizin derinliklerine bıraktılar.
Zeliha bir an duraksadı, ardından gülümseyerek Ahmet’e sordu:
— Bir teknem olsa, ben de teknemin kaptanı olsam ne güzel olur, değil mi?
Ahmet hafifçe gülümsedi:
— Tekneye kaptan olacağına, evinin kaptanı olsan daha iyi olmaz mı?
Zeliha şaşırmıştı:
— Nasıl yani, dedi.
Ahmet bakışlarını Zeliha’dan ayırmadan cevap verdi:
— Gençsin, güzelsin… Evlenip evinin kaptanı olsan, yani evinin hanımı olsan…
Zeliha hafifçe gülerek,
— Bunun için önce bir damat adayı lazım, dedi.
Ahmet ise kararlı bir sesle,
— Kabul edersen o aday ben olurum, dedi.
Zeliha, oturduğu yerden kalktı, Ahmet’in boynuna sarıldı ve
— Kabul ediyorum! dedi, gözleri parıldayarak.
Zeliha’nın “Kabul ediyorum!” sözleriyle birlikte Ahmet’in boynuna sarılması, ikisinin de kalplerinde tarifsiz bir mutluluk bıraktı. O gün tekne, hafif dalgaların üzerinde sallanırken, deniz ve gökyüzü adeta bu mutluluğu kutluyordu.
Aradan zaman geçti, Zeliha ve Ahmet evlendiler. Küçük kasabada başlayan arkadaşlıkları, evlilikleriyle birlikte daha da derinleşti. Birlikte denize açıldıkları günleri, balık avlarını, sahilde yaptıkları uzun yürüyüşleri hiç unutmadılar.
Yıllar geçtikçe hayat onları zaman zaman sınadı; ama birbirlerine olan sevgileri ve saygıları, her zorluğun üstesinden gelmelerini sağladı. Zeliha, artık evde kendine güvenen bir kadın olmuştu. Ahmet ise her zaman yanında olduğu, onu anlayan ve destekleyen bir eş olarak onun mutluluğunu paylaşıyordu.
Her sabah güne birlikte başlıyor, denizin ve güneşin tadını çıkarıyor, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı bir şekilde yaşlanıyorlardı. Kasabadaki insanlar, onların sevgisini ve uyumunu örnek alıyor, Zeliha ve Ahmet’in hikâyesi, kasabada uzun yıllar boyunca anlatılan bir masal gibi kalıyordu.