SON DAKİKA
Reklam

BÖYLE EVLAT OLMAZ OLSUN

BÖYLE EVLAT OLMAZ OLSUN
A- A+
Reklam

Uzun yıllar boyunca bekar kalan kızlarını sonunda nişanlayan Cemile ile Turan’ın içi huzurla dolmuştu. Fatoş’un yüzündeki gülümseme, evlerinin havasını değiştirmiş, yıllardır süren sessiz kaygıların yerini umut almıştı. Kızlarının mutlu olması için ne gerekiyorsa yapıyor, her detayı ince ince düşünüyorlardı.

Ancak altı ay süren nişanlılık döneminin ardından, Fatoş’un yüzündeki o ışık yavaş yavaş sönmeye başladı. Gün geçtikçe içine kapanıyor, gözleri dalgınlaşıyor, suskunluğu derinleşiyordu. Bir akşam, titreyen sesiyle nişanı bitirmek istediğini söylediğinde, Cemile’nin elindeki tepsi yere düşmüş, Turan ise sessizce başını öne eğmişti. Her ikisi de nedenini sormaya cesaret edememiş, sadece kızlarının aldığı karara saygı duymayı seçmişlerdi.

Nişan bozulduktan sonra Fatoş uzun süre toparlanamadı. Günlerce odasından çıkmadı, aynalara bakmaktan kaçındı. Cemile geceleri gizlice kapısına kadar gelip kızının sessiz ağlayışlarını dinlerken yüreği parçalanıyor, Turan ise evin dışına çıkıp sokaklarda yürüyordu. İkisi de bir tek şey istiyordu: kızlarının yeniden gülümsemesi.

Zamanla Cemile’nin sabrı, Turan’ın sessizliği ve sevgi dolu çabaları Fatoş’un yüreğindeki kırıkları onarmaya başladı. Birlikte yaşadıkları bu acı, aile bağlarını daha da güçlendirdi. Artık hepsi biliyordu; her şey gelip geçerdi ama bir anne babanın sevgisi, en derin yaraları bile sarmaya yeterdi. Turan kızına bir ev alarak onun isterse ayrı bir evde tek başına da yaşayabileceğini düşünmüştü. Alınan bu ev kiraya verilerek de ayrıca bir gelir elde edilmeye başlandı.

Aradan bir yıl geçmişti. Zaman, Fatoş’un yüreğindeki sızıları bir nebze hafifletmiş, yerini dingin bir kabullenişe bırakmıştı. Tam her şey yavaş yavaş yoluna giriyor derken, hayat yeniden beklenmedik bir kapı araladı. Fatoş, çocukluk yıllarından tanıdığı Tufan’la karşılaştı.

Tufan, bir dönem evlenmiş, ancak mutsuz bir evlilik sonrası boşanmış, küçük bir oğluyla yaşamını sürdürüyordu, diğer çocuğu ise annesindeydi. Aralarındaki tanışıklık, eski günlerin sıcak anılarıyla harmanlanarak yeniden filizlenmişti. Önce masum sohbetlerle başlayan bu görüşmeler, zamanla derinleşti. İkisi de geçmişin yorgunluğunu birbirlerinde unutur gibi oluyor, hayatın onlara ikinci bir şans verdiğini hissediyorlardı.

Gün geçtikçe bu dostane buluşmalar, yavaş ama kararlı adımlarla bir evliliğe doğru ilerlemeye başladı. Fatoş’un yüzüne yeniden umut dolu bir ifade yerleşmişti. Cemile ile Turan, kızlarının bu defa gerçekten huzur bulacağına inanmak istiyordu; içlerinde hem bir temkin hem de tarifsiz bir sevinç vardı.

Sonunda Fatoş ile Tufan evlenmeye karar verdiler. Bu haberi ilk olarak ailesiyle paylaşan Fatoş, içinde yeniden filizlenen umutla konuşuyordu. Ancak Cemile ile Turan’ın yüzüne düşen gölgeyi fark etmemişti. Anne ve baba, kızlarının bu kararını duyunca büyük bir endişeye kapıldılar. Tufan’ın geçmişi, yaşadığı evlilik ve iki çocuğunun olması, onları tereddüde sürüklüyordu.

Cemile, “Kızım, bir kere canın yandı, aynı acıyı yeniden yaşamanı istemeyiz,” derken, Turan sessiz ama kararlı bir sesle, “Biz sadece senin mutlu olmandan yanayız ama bu yol doğru mu, emin olmalısın,” diye ekledi. Fatoş ise artık kararını çoktan vermişti. Anne babasının sözleri, içinde büyüyen isteğin önüne geçemedi.

Kısa bir süre sonra nikah kıyıldı. Fatoş ve Tufan, ailelerinin dışında sadece yakın arkadaşlarının katıldığı mütevazı bir kafede küçük bir kutlama yaptılar. Düğün ne şatafatlıydı ne de gösterişli; ama Fatoş’un gözlerinde sanki bir hayatın yeniden başladığına dair bir parıltı vardı.

Cemile ile Turan, her ne kadar bu evliliğe içten içe razı olmasalar da kızlarının mutluluğu uğruna sessiz kalmayı seçtiler. “Madem böyle istiyor, biz de yanında oluruz,” dediler. Bundan sonra tek dilekleri, Fatoş’un bu evliliği huzur içinde yürütebilmesiydi. Onun arkasında durdular, her sıkıntısında destek oldular, hatta içleri kan ağlasa da yüzlerine hep bir tebessüm kondurdular. Çünkü onlar, anne babalığın bazen susmak, bazen de kaderi kabullenmek olduğunu çok iyi biliyorlardı. 

Aylar geçtikçe Cemile ile Turan’ın yüreğine yeniden eski bir korku çökmeye başladı. Ne yazık ki endişe ettikleri şeyler birer birer gerçekleşiyordu. Fatoş’un evliliği, daha ilk yıl dolmadan sarsılmaya başlamıştı. Evin içinde huzursuzluklar artıyor, tartışmalar birbirini kovalıyor, en küçük meseleler bile büyüyüp kavgaya dönüşüyordu.

Fatoş, her küskünlükten sonra soluğu baba evinde alıyor, gözyaşları içinde dert yanıyordu. Cemile kızının omzuna başını yaslayıp sessizce ağlarken, Turan bir köşede sessizce düşünüyor, ne diyeceğini bilemeden sadece iç çekiyordu. Her defasında kızlarını sakinleştirip evine dönmesini sağlıyorlardı. Çünkü onların gözünde, evlilik yıkılmaması gereken bir müesseseydi; ama kalpleri de biliyordu ki bu böyle uzun süre devam etmeyecekti.

Sonunda beklenen oldu. Fatoş ile Tufan boşanmaya karar verdiler. Ancak bu karar da kolay alınmadı. Günlerce süren tartışmalar, kırıcı sözler ve paylaşılamayan eşyalar derken, birde Fatoş’un adına olan evden Tufan da hak talep eder olunca bir zamanlar birbirine sevgiyle bakan iki insan, artık birbirine düşman olmuştu.

Boşanmanın ardından ev sessizliğe büründü. Cemile’nin gözleri, her sabah kızının çocukluk fotoğrafına takılıyor, Keşkelerle dolu iç çekişleri odalarda yankılanıyordu. Turan ise her zamanki gibi sessizdi; ama o sessizliğin içinde derin bir yorgunluk, bir babanın çaresizliği saklıydı.

Boşanmanın ardından Fatoş yeniden baba evine taşındı. Cemile ile Turan, kızlarının yaşadığı yıkımı biraz olsun unutturabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Turan, hayatı boyunca büyük kızlarına göstermediği ölçüde maddi ve manevi destek veriyor, Fatoş’un yüzünü güldürebilmek için adeta seferber oluyordu. Moral bulsun, yeniden hayata karışsın diye bu seferde ona bir araba bile aldı.

Ne var ki bütün bu çabalar, beklenen huzuru getirmedi. Fatoş, baba evinde de gergin, kırılgan ve huzursuzdu. En küçük mesele bile büyüyor, evin içinde sık sık tartışmalar yaşanıyordu. Cemile ne söylese Fatoş’un kalbine dokunuyor, Turan ise her defasında sessizliğe sığınıyordu.

Kızlarının yeniden eski neşesine kavuşacağı umudunu yitirmeyen Turan, son bir umutla iki yıl önce satın aldığı evi sattı. Başka bir semtten yeni bir ev alarak taşındılar; belki yeni bir çevre, yeni bir düzen Fatoş’un iç dünyasını da değiştirecekti. Ama olmadı. Ne ev değişikliği işe yaradı ne de zamanın geçmesi. Fatoş’un içindeki fırtına dinmiyor, evin duvarlarına sinen huzursuzluk her geçen gün biraz daha artıyordu.

Zaman geçtikçe Fatoş’un içindeki karanlık büyüyordu. Boşanmanın yarattığı kırgınlık, yerini belirsiz bir öfkeye bırakmıştı. Ne kendini affedebiliyor ne de etrafındakilerin sözlerine tahammül edebiliyordu. Aynaya her baktığında geçmişin gölgesini görüyor, “Nerede yanlış yaptım?” sorusu zihninde yankılanıp duruyordu.

Cemile, kızının halini gördükçe yüreği paramparça oluyordu. Her sabah sessizce odasının kapısına kadar geliyor, Fatoş’un uyuyor gibi duran hâline uzun uzun bakıyor, sonra iç çekip mutfağa dönüyordu. Dualar ediyor, “Allah’ım, yeter ki bu çocuğuma da sabır ver,” diyordu.
Turan ise duygularını belli etmezdi. O, yorgun sessizliklerin adamıydı. Kızına hiçbir şey söylemez, ama her akşam yemeğinde tabağına bir parça fazla koyar, bir şey demeden önüne bırakırdı. Bu onun sevgisini gösterme biçimiydi.

Fakat evdeki hava her geçen gün ağırlaşıyordu. Artık ne Cemile’nin sabrı ne de Turan’ın suskunluğu bir işe yarıyordu. Fatoş’un ruhundaki fırtına, evin huzurunu da beraberinde sürüklüyordu. Kızlarını kaybetme korkusu, anne babayı sessizce içten içe eritmeye başlamıştı.

Bir zamanlar neşeyle dolu olan o evde artık kimse yüksek sesle konuşmaz, kahkahalar atılmaz olmuştu. Geceleri herkes kendi odasına çekiliyor, duvarların ardında farklı acılarla baş başa kalıyordu. Fatoş’un gözlerinde tükenmişliğin, Cemile’nin yüzünde çaresizliğin, Turan’ın omuzlarında ise yılların yükü vardı.

Bir akşam Fatoş, arkadaşlarıyla buluşacağını söyledi. Üzerinde özenle seçtiği elbisesi, yüzünde uzun zamandır görülmeyen bir gülümseme vardı. Araba ile gideceğini duyunca, Turan da fırsatı değerlendirmek istedi. “Kızım, bizi de eski mahalledeki dostlara bırak, dönüşte alırsın,” dedi. Fatoş tereddüt etmeden kabul etti. Onları gidecekleri yere bıraktıktan sonra arabayı sürüp uzaklaştı.

Gece yarısına doğru Cemile ile Turan, evlerine dönmek üzere Fatoş’u aradılar. “Bizi al, kızım,” dedi Cemile yorgun bir sesle. Fatoş ise arkadaş ortamından ayrılamadığını, kendilerinin dolmuşla dönmelerini rica etti. O an kimse, bu küçük isteğin hayatlarını kökten değiştireceğini bilemezdi.

Cemile ile Turan, usulca vedalaşıp duraktan geçen dolmuşa bindiler. Hava serin, sokaklar sessizdi. Dolmuştan indiklerinde caddenin karşısına geçmeleri gerekiyordu. Turan, eşinin elini tuttu, “Dikkat et,” dedi hafif bir tebessümle. Ancak bir anda, karanlığı yaran bir far ışığı ve ardından kulakları delen bir fren sesi duyuldu.

Hızla gelen bir otomobil Turan’a çarptı. Bedeni, asfaltın üzerinde metrelerce sürüklendi. Cemile’nin çığlığı geceyi yardı, ayakları titredi, dizlerinin bağı çözüldü. Etraftan koşan insanlar yaralının başına toplandı, biri titreyen sesiyle ambulans çağırdı. Karanlık, o an sanki daha da koyulaşmıştı.

Turan, olay yerine kısa sürede gelen ambulansla devlet hastanesine kaldırıldı. Cemile, yaşadığı şokun etkisiyle titreyen elleriyle telefonunu aradı, önce Fatoş’u sonra büyük kızı Filiz’i arayarak kazayı haber verdi. Sesi çatallıydı, nefesi kesik kesikti. “Babanız... araba çarptı... hastanedeyiz, çabuk gelin!” diyebildi yalnızca.

İki kız da haberi alır almaz hastaneye koştu. Filiz, doktor olan oğlunu da yanına almış, eşiyle birlikte büyük bir telaş içinde acil servise ulaşmıştı. Koridorlarda siren seslerinin yankısı sürerken, herkesin yüzünde aynı endişe vardı.

Fatoş, hastaneye diğerlerinden biraz önce varmıştı. Annesiyle göz göze geldiğinde ağlamakla susmak arasında kalmıştı. Filiz telaşla, “Ne oldu, babam nasıl?” diye sorduğunda, Fatoş derin bir nefes alarak, “Hastanede çalışan bir arkadaşım ilgileniyor, doktorlarla da konuştu, babamla yakından ilgileniyor,” dedi. Sesi titriyordu ama kelimeleri dikkatle seçiyordu.

Günler sonra, gerçeğin gölgesi yavaş yavaş ortaya çıktı. Meğer Fatoş’un o gece buluştuğu “arkadaşı”, hastanede görev yapan Abdulvahap adında bir adamdı. Fatoş kaza anında onunla bir kafede oturuyordu. Bu durum aile içinde kimsenin dile getiremediği, ama herkesin yüreğinde ağır bir sızı olarak yer eden bir gerçeğe dönüşecekti.

Cemile, kızının gözlerine bakamıyor, Filiz ise öfkesini yutkunarak bastırıyordu. O an sadece Turan’ın değil, tüm ailenin dengesi sarsılmıştı. Hastane koridorlarında zaman adeta donmuştu. Turan’ın durumu oldukça ağırdı; doktorlar ellerinden geleni yapıyor, aile ise her geçen dakikada biraz daha umuda tutunmaya çalışıyordu.

Turan yoğun bakıma alındı. Yaşamını sürdürebilmesi için cihazlara bağladılar, kalbinin atışları artık makinelerin ritmine emanet edilmişti. Ancak bu da yeterli olmadı. Günler süren sessiz bir bekleyişin ardından, o güçlü adamın kalbi daha fazla dayanamadı. Turan birkaç gün sonra hayata gözlerini yumdu.

Hastaneden yükselen ağıt, o gece sanki bütün şehre yayıldı. Cemile yere yığıldı, Fatoş başını duvara yaslayıp ağladı, Filiz kendinden iki yaş küçük kız kardeşi Nilüfer’in omzuna sarılıp “Bitti artık…” diyebildi yalnızca. Tüm kızların ablası Özden ise uzaktan aile üyelerini izliyordu. Ailenin direği yıkılmış, herkesin içinden bir parça eksilmişti.

Cenaze günü, kızlar babalarının ardından gözyaşları içinde toprağa bir avuç toprak daha attılar. Ardından uzun bir sessizlik… Evde kimse konuşamıyor, herkes kendi içinde bir şeylerle hesaplaşıyordu.

Günler geçtikçe hayat, yavaş yavaş eski ritmine dönmeye başladı. Cemile, acısına rağmen ayakta kalmaya çalışıyor, evin düzenini korumak için çabalıyordu. Fatoş ise yeniden kendi dünyasına çekilmişti. Hafta sonları ya da bazı akşamlar, “Arkadaşlarımla buluşacağım,” diyerek dışarı çıkıyor, annesini evde yalnız bırakıyordu. Cemile, kızının geçimsizliğini, içindeki yalnızlığı düşünerek fazla ses etmiyor, sadece sessizce dua ediyordu. Çünkü o, artık kızının ne kadar hırçın ne kadar asabi bir mizaca sahip olduğunu biliyordu.

Turan’ın vefatının üzerinden tam iki yıl geçmişti. Fatoş, annesini alarak babalarının trafik kazası geçirdiği gün gittikleri dostlarının evine götürmek için evden çıkardı. Asansöre bindiler, ardından merdivenlerden inmeye başladılar. Tam o sırada Cemile’nin ayağı kaydı ve acıyla bağırarak yere düştü; bacağını kırmıştı.

Fatoş, gözlerine inanamadı. İki yıl önce, aynı dostları ziyaretleri dönüşü, babasını trafik kazasında kaybetmişti. Şimdi ise tarih sanki kendi kendini tekrarlıyor, acı farklı bir biçimde ama aynı yoğunlukta geri dönüyordu. Annesinin bacağını kırması, Fatoş için hem korkutucu hem de yürek burkucuydu. O an, hayatın bazen ne kadar adaletsiz ve tesadüflerle dolu olduğunu bir kez daha acı bir şekilde görmüştü.

Cemile acı içinde soluklanırken, Fatoş hemen yanına koştu; elleri titriyordu. “Anne, korkma… bir şeyin yok, hemen ambulans çağırıyorum,” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştı. Fakat içindeki panik, sesine sinmişti. Ambulans kısa sürede geldi, Fatoş da babasının zamanında ona aldığı arabayla siren seslerini takip ederek hastaneye gitti.

Koridorlar, iki yıl öncesini hatırlatacak kadar tanıdıktı. Cemile ameliyata alınırken Fatoş’un yüreği yerinden çıkacak gibiydi. Tam o sırada, geçmişten bir gölge yeniden beliriverdi: hastanede çalışan o “gizemli arkadaş” —Abdulvahap— bir kez daha ortaya çıkmış, bu kez Cemile’yle yakından ilgilenmeye başlamıştı. Fatoş ne düşüneceğini bilemedi; şaşkınlık, huzursuzluk ve belki de pişmanlık duygusu birbirine karışmıştı.

Ameliyatın ardından Cemile uzun bir fizik tedavi sürecine girdi. Ancak yapılan yanlış bir müdahale sonucu bacağı tam olarak iyileşmedi; artık baston yardımıyla yürüyebiliyordu. Yaşam, ondan bir parça daha almıştı. Gün geçtikçe içine kapanıyor, sık sık kendi kendine mırıldanıyordu:
“Bu uğursuzluk bizim peşimizi neden bırakmadı? Kızımın yüzü mü uğursuzdu, yoksa o dostların evi mi?”

Cemile artık kaderine razıydı. Fatoş’un sık sık yükselen sesi, sinirli tavırları, sabırsızlığı… Hepsine sessizce katlanıyordu. Kendince başka gidecek yeri yoktu, zaten evini bırakıp nereye gidebilirdi ki? Tek sığınağı, acılarına rağmen hâlâ kızına duyduğu annelik duygusuydu. Yüreğinde biriken kırgınlık, sabah bastonuna yaslanarak yürürken gözlerinden süzülen bir damla yaşta kendini belli ediyordu.

Fatoş bir gün annesini karşısına alarak, “Seninle konuşmak istiyorum,” dedi.
Annesi, yine bir evlilik ya da nişan meselesi olduğunu sanarak, “Olur, konuşalım kızım,” diye karşılık verdi.
Fatoş, bir süre sustuktan sonra, “Anne, bu evi almak istiyorum,” dedi.
Sözünü ettiği ev, şu an oturdukları ve babasının adına kayıtlı olan evdi.
Annesi kısa bir sessizlikten sonra, “Ablalarınla da konuş, onlar ne derse benim de kabulüm,” dedi.
Fatoş durumu ablalarına açtı; onlar da kardeşlerinin isteğini anlayışla karşıladılar.
Herkesin payına düşen bedeli ödeyen Fatoş, böylece babasının yadigârı olan evin yeni sahibi oldu.

Aradan yıllar geçtikçe Fatoş, annesinin hem maddi hem de manevi yükünü yavaş yavaş üstlenmeye başlamıştı. Artık banka hesaplarıyla, birikimleriyle bile o ilgileniyordu. Yaşlı kadın, kızına sonsuz bir güven duyuyor; onun her söylediğini tereddütsüz kabul ediyordu.

Bir gün Fatoş annesini arabasına bindirerek hastaneye götürdü. “Anne,” dedi, “senin sürekli kullandığın ilaçları almak için heyet raporu almamız gerekiyor.” Gün boyu hastane koridorlarında dolaştılar, doktor doktor gezdiler. Fatoş sabırla tüm işlemleri halletti; annesi de kızının bu ilgisine minnetle baktı.

Birkaç hafta sonra Fatoş, annesinin yanına oturup sanki büyük bir müjde verecekmiş gibi konuştu:
“Bizim firmada yeni bir inşaat projesi başladı anne. Çok güzel bir proje, üstelik çalışanlara özel ödeme kolaylığı da sağlıyorlar. Düşündüm ki, bu fırsatı değerlendirelim. Alacağımız ev senin adına olur, kim bilir, yarın ne getirir…”

Yaşlı kadının gözleri parladı. Eşi hayattayken bir ev sahibi olmanın hayalini kurmuş, ama o hayal hep yarım kalmıştı. Şimdi, yıllar sonra kızının sayesinde gerçekleşeceğini sanıyordu. Hiç düşünmeden, kocasından kalan ve yıllardır bankada duran tüm birikimini çekti. Parayı titreyen elleriyle Fatoş’a uzattı.

Oysa yapılan sözleşmelerin, ödemelerin tamamı Fatoş’un kendi adına düzenlenmişti.
Annesi hiçbir şeyden habersiz, sevinçle “Allah senden razı olsun kızım,” derken, Fatoş’un içinden kısa bir sızı geçti. Ama hemen bastırdı.
“Bu durumu ablalarıma söyleme anne, sürpriz olsun,” dedi sessizce.

Yaşlı kadın o gece uyuyamadı; gözlerinin önünde hep yeni evin hayali vardı.
Fatoş ise kendi içinde büyüyen sessiz bir suçlulukla baş başaydı.

Aylar geçtikçe yaşlı kadının gözlerinde umut, evlat güveninin sıcaklığıyla birlikte daha da parladı. Arada bir, “Kızım inşaattan bir haber var mı?” diye soruyor; Fatoş ise her defasında gülümseyerek, “Az kaldı anne, evin kaba inşaatı bitti, yakında senin adına tapu işlemlerini başlatacağız,” diyordu.

Kış mevsimi çoktan bastırmış, kar yolları örtmüş, soğuk duvarların içine işlemişti. İnşaat sezonuna ara verilmişti ama Fatoş, annesinin moralini yüksek tutmak için onu bir gün dışarı çıkardı. “Hadi anne, evin nasıl olduğunu göstereyim sana,” dedi.

Beraberce inşaat alanına gittiler. Hava keskin ve soğuktu, toprağın üzerinde buz parçaları parlıyordu. Fatoş, kalın mantosuna sarılmış annesini arabadan indirerek koluna girdi. Kadıncağızın ayağı eskisi kadar tutmuyordu, bu yüzden içeri giremiyor, yalnızca dışarıdan bakabiliyorlardı.

Fatoş eliyle binayı işaret etti:
“Bak anne, gördün mü? Bizim ev şurası olacak. Balkonu ne kadar geniş, duvarları da neredeyse tamamlanmış.”

Yaşlı kadın başını kaldırıp beton yığınına baktı. Onun gözünde orası bir şantiye değil, umutla, sevgiyle örülmüş bir yuva gibiydi. Yüzüne yıllar sonra ilk kez içten bir gülümseme yerleşti.
“Ne güzel olmuş kızım,” dedi. “Allah emeğini zayi etmesin.”

O gün eve dönerken içi sevinçle doluydu; bir yandan kızına minnet duyuyor, bir yandan da vefalı bir evlat yetiştirmiş olmanın huzurunu hissediyordu.

Aradan yaklaşık bir ay geçmişti.
Bir sabah, henüz saat sabahın dördünü gösterirken, evin sessizliğini delen korkunç bir gürültüyle uyandılar.
Sanki yer sallanıyor, camlar zangırdıyor, dışarıdan gelen bir uğultu duvarları titretiyordu.

Yaşlı kadın korkuyla Fatoş’un eline sarıldı.
“Ne oluyor kızım?” diye bağırdı titreyen sesiyle. Fatoş, sakin ol deprem oluyor birazdan durur bizde aşağı ineriz dedi. 

Büyük bir deprem olmuştu. Yer sanki köklerinden kopmuş, gökyüzü uğultuyla inliyordu.
Fatoş ve annesi panikle yataklarından fırladılar. Duvarlar çatlıyor, dolap kapakları çarparak açılıyordu. Yaşlı kadın korkudan dua etmeye başlamıştı:
“Allah’ım sen bize yardım et…”

Fatoş, titreyen elleriyle annesinin mantosunu giydirdi, kendi kabanını da kaptığı gibi onu koluna aldı.
“Anne, sakin ol. Hemen çıkıyoruz,” dedi.

Altı Şubat sabahının o karanlık saatinde, artçıların hâlâ sürdüğü bir anda evden çıktılar.
Asansör kapısına vardıklarında binanın sallantısı biraz hafiflemişti. Korku ve panikle düşünmeden butona bastılar.
Asansör kapısı açıldı; birbirlerine sarılarak on birinci kattan aşağı inmeye başladılar.

Her kat geçtikçe yankılanan sesler, insanların çığlıkları, uzaklardan gelen siren sesleri karanlığı dolduruyordu.
Aşağı indiklerinde karla karışık soğuk hava yüzlerine çarptı. Dışarıda herkes gibi onlar da şaşkın, korku dolu gözlerle birbirine bakıyordu.
Bina ayaktaydı ama şehir artık sessiz değildi; sokaklardan gelen çığlıklar, sirenler, dualar birbirine karışıyordu.

Fatoş annesinin elini sıkıca tuttu. Hayatta kalmışlardı, ama içlerinde bir şey ağır bir sessizlikle yıkılmıştı.

Herkes gibi onlar da ne yapacağını bilemiyordu.
Kimi zaman dışarıda, kimi zaman arabada oturarak günün ağarmasını beklediler.
Artçı sarsıntılar hâlâ devam ediyordu; eve girmek neredeyse imkânsızdı.

Sabah olduğunda şehirde büyük bir kargaşa hakimdi. Siren sesleri, ağlayan insanlar, yıkılmış binalar... her şey birbirine karışmıştı.
Fatoş, artçıların azaldığı bir anı kollayarak annesine döndü:
“Anne, sen arabada bekle. Ben eve çıkıp birkaç parça giysiyle bazı eşyaları alıp hemen dönerim,” dedi.
Sonra da ekledi:
“Altınların nerede saklı olduğunu da söyle anne, onları da alayım. Bu belirsizlikte lazım olur.”

Yaşlı kadın korkuyla etrafına bakındı, sesi titreyerek,
“Gardırobun alt çekmecesinin arkasında, beyaz bir kutunun içinde,” dedi.
Sonra kızının arkasından uzun uzun baktı. Kalbi sıkışıyordu ne sarsıntılar ne soğuk onu bu kadar ürkütmüştü, sadece kızının yeniden o yüksek binaya girmesi içini kemiriyordu.

Dakikalar geçmek bilmedi. Fatoş sonunda elinde birkaç torbayla geri döndü.
Annesi, hemen sordu:
“Altınları bulabildin mi kızım? Mal canın yongasıdır derler ne olur ne olmaz.”

Fatoş, gözlerini kaçırarak, “Evet anne, buldum, yanımda,” dedi ve arabaya bindi.
Annesinin içi biraz olsun rahatladı; Fatoş’un elindeki torbalarda birkaç giysi ve birkaç resmî belge ve altınlar vardı.

“Şimdi ne yapacağız kızım?” diye sordu annesi.
Fatoş bir süre düşündü, sonra telefonla birkaç kişiyle konuştu.
Direksiyona geçerken, “Yakın bir köye gideceğiz anne,” dedi. “Bir arkadaşımın ailesi orada, onlar bizi misafir edecek. Şehir tehlikeli, orada daha güvende oluruz.”

Yaşlı kadın sessizce başını salladı.
Zaten bu durumda başka çareleri de yoktu.
Arabaları ağır ağır sokak ve caddelerden geçerken, her şeyin bir gecede nasıl değiştiğini düşünüyordu.
Bir yanda kurtulmanın şükrü, diğer yanda içini kemiren bir huzursuzluk...
Sanki yıkılan sadece binalar değil, aralarındaki güvenin temelleriydi.

Birkaç gün boyunca o köyde kaldılar. Köy halkı, depremin yıktığı şehirden gelen bunlara ve bunlar gibi olanlara ellerinden geldiğince yardım ediyordu. Soğuk gecelerde sobayı yakıyor, sıcak çorba ikram ediyor, “Allah beterinden saklasın,” diyerek dua ediyorlardı.

Bu sırada diğer kızları da annelerini arıyor, durumlarını soruyordu. “Anne, neredesiniz, iyi misiniz? Gelin bize,” diyorlardı.
Yaşlı kadın, telefonda sakin olmaya çalışarak, “Biz iyiyiz kızım, merak etmeyin. Burası çok güvenli, insanlar da çok iyi,” diyordu.
Oysa içinde bir huzursuzluk vardı; Fatoş’un tavırlarında bir tuhaflık hissediyor, ama sebebini anlayamıyordu.

İki gün sonra kaldıkları eve bir adam geldi. Orta yaşlarında, ölçülü giyimli, tanıdık bir yüz...
Cemile –artık yaşlı kadın olarak anılan anne– onu görünce bir an durakladı. Hafızasını zorladı, sonra birden hatırladı:
Bu adam, hastanede her gidişlerinde kendilerine yardımcı olmaya çalışan, Fatoş’un “iyi bir insan” diye bahsettiği o adamdı — Abdulvahap.

O andan sonra Cemile’nin aklını bin bir düşünce kurcalamaya başladı.
“Bu adam burada ne arıyor? Tesadüf mü, yoksa başka bir şey mi?”

Birkaç gün sonra Fatoş, yüzünde kararlı bir ifadeyle annesinin yanına geldi. Abdulvahap da yanındaydı.
Oturup sessizliği bozan Fatoş oldu:
“Anne,” dedi, “Bu ev Abdulvahap’ın babasının evi, biz Abdulvahap’la birbirimizi seviyoruz. Yıllardır görüşüyorduk. Şimdi evlenmek istiyoruz.”

Cemile, bu sözleri duyunca sanki dili tutuldu. Gözleri bir ondan bir kızına kayıyordu.
Bir şey diyemedi, boğazı düğümlendi. Sonunda yalnızca,
“Ne diyeyim kızım… hayırlı neyse o olsun,” diyebildi.

Ama o an içinden bir şey koptu.
Yıllardır yaşadığı her acının üstüne bir yenisi daha eklenmişti.
Kızının bu kararı, yorgun kalbinde yeni bir endişenin kapısını aralamıştı.
Fatoş yine bir çıkmaza giriyordu, hem de bu kez annesinin gözleri önünde…

Birkaç gün daha orada kalan Fatoş ve Cemile sonunda evlerine döndüler. Ancak o yüksek katta oturmaktan ve aralıksız süren artçılardan korkan Cemile, kızı Nilüfer’in yanına Mersin’e gitmeye karar verdi. Nilüfer’in evine gittiğinde, yaşadıkları her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattı.
Bu sırada, Fatoş’un ablaları onunla konuşarak bu kararından vazgeçirmeye çalıştıysa da başarılı olamadılar.

Mahalli seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte Nilüfer, annesinin ikametgâhını kendi yanına aldırdı; fakat bunun, Fatoş’un işine yarayacağından habersizdi. Fatoş, evde kalmadığını, işyerinin yakınına yerleştirilen konteynerde kaldığını söylüyordu. Ancak gerçek çok geçmeden ortaya çıktı: Fatoş, Abdulvahap’la imam nikâhı kıymış ve bir ev kiralayarak aynı evde yaşamaya başlamıştı.

Cemile’nin kalbi bu gerçekle parçalanmış gibi hissetti; güven ve sadakat duygusu bir anda sarsılmıştı. Nilüfer’in masumiyetinin farkında olmadan rol oynadığı bu durum, Fatoş’un ihanetiyle birleşince, evin içinde sessiz bir fırtına kopmuştu. Her köşe, her oda, geçmişin ve şimdinin acı dolu yankılarını taşır olmuştu.

Annesi ve kardeşleriyle büyük tartışmalar yaşayan Fatoş, artık onlarla tüm bağını kopardığını ilan etti. Annesine bir daha Malatya’ya gelmemesini söyledi; çünkü o ev artık kendi evi olmuş, eşyalarını yeni evine taşımış ve eski evi kiraya verecekti. Tartışmalar günlerce sürdü; anne ve kardeşler, annesinin paralarını ve Fatoş’un üzerinde olan altınlarını talep ettiler. Ancak Fatoş, bunların artık kendisine ait olduğunu ve bunun evlatlık hakkı kapsamında meşru olduğunu belirterek, ailesiyle tüm irtibatını tamamen kesti. Hastaneden ilaç için alıyorum dediği raporda annesinin akli dengesinin yerinde olduğunu gösterir rapor olduğunu söyleyerek bundan sonra hiçbir hak iddia edemeyeceklerini de sözlerine ekledi. 

Annesinin birkaç parça elbisesini bir çuvala koydu. Elbiselerin arasına sinmiş yılların kokusu, sanki onu durdurmak ister gibiydi. Bir an elini çekti, sonra kararlılıkla çuvalı kapattı. Site güvenliğine götürüp “Biri gelsin, alsın” dedi. Sesi ne sertti ne yumuşak; sanki içinde hiçbir şey kalmamış gibiydi. Bir parça merhamet duygusu bile yoktu.

Bu durumu duyan annesinin dostları araya girdi. “Kadıncağız bari evinde kalsın, ölene kadar orada yaşasın,” diye yalvardılar. Yaşlı kadının gözleri bunu duyunca dolmuştu. “Ev eşyası yoksa bile yerde yatar kalkarım,” dedi, titreyen sesiyle. Ne gururundan vazgeçebiliyordu ne de kızına kırgınlığından.

Ama o, annesinin dostlarından gözlerini kaçırarak başını iki yana salladı. “Kesinlikle buralara yaklaşmasın,” dedi. Sözleri, kapı gibi ağır ve kapanmıştı. O anda, aralarındaki son bağ da kopmuş gibiydi; ne eşya kalmıştı aralarında, ne de umut.

Bir annenin, kendi kızından böylesi bir ihanete uğraması neredeyse görülmemiş bir şeydi. Şimdi, diğer kızının yanında bir sığıntı gibi yaşıyordu. Her sabah uyandığında, Fatoş’a duyduğu güvenin kendisini nasıl uçurumun kenarına getirdiğini hatırlıyor, içini kaplayan boşluğu bir türlü dolduramıyordu. Gözyaşları sessiz bir nehir gibi yanaklarından süzülürken, aklından Fatoş’a söylenecek binlerce lanet geçiyordu; ama hiçbir kelime, içindeki kırgınlığı ve ihaneti tamamen ifade edemiyordu. Kendine soruyordu: “Nasıl olur da kendi evladın böylesine kalbini paramparça eder?” Her damla yaş hem geçmişin hayallerini hem de güvenin kırılmış parçalarını taşıyor, annenin ruhunda tarifsiz bir boşluk bırakıyordu.

Annenin sabrı taşmıştı. Fatoş’un evden, ailesinden ve geçmişten kopuşunu izlemek, kalbini her gün biraz daha parçalıyordu. Bir gün, diğer kızının evinde, Fatoş’a seslenir gibi bağıra bağıra:
“Sen… sen benim kanımdan, etimden bir insansın! Nasıl böylesine acımasız olabilirsin? Nasıl kendi anana ihanet edersin?”

Annenin gözlerinden yaşlar boşandı; öfke ile çaresizlik birbirine karıştı. İçinden Fatoş’a söylenmemiş sözler, lanetler ve haykırışlar yükseldi; ama bir yandan da kızıyla artık hiçbir bağı kalmadığını kabullenmek zorunda olduğunu biliyordu. O an, annelikle öfke arasındaki sınır tamamen silinmişti: hem kızına lanet okuyordu hem de kaybettiği her şeyi için yas tutuyordu.

Annenin yüreği öfke ve çaresizlik arasında parçalanıyordu. İçinden binlerce sözcük, lanet, haykırış yükseldi; ama dudaklarından çıkan tek şey, titreyen bir fısıltı oldu:
“Tanrı seni… Tanrı sana hakkını versin…Senin gibi evlat olmaz olsun…”

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar