SON DAKİKA
Reklam

SARI AĞANIN SARI TRAKTÖRÜ

SARI AĞANIN SARI TRAKTÖRÜ
A- A+

Terden sırılsıklam olmuş gömleği sırtına yapışmış, sıcak, kavurucu güneş altında eski traktörün üzerinde toz, toprak ve traktörün egzoz dumanı içinde kalmıştı.  Motorun homurtusu birden kesildi; lanet olası traktör tarlanın orta yerinde öksüz kalmış gibi öylece durdu. Direksiyondaki elleri nasır tutmuş adam bir an şaşkınlıkla motoru yeniden çalıştırmaya uğraştı ama nafile… Kontak çevriliyor, marş dönüyor, motor ise inatla susuyordu. Oysa işin henüz yarısı bile bitmemişti; tarlanın sürülmemiş toprakları göz alabildiğine uzanıyor, güneş toprağı kavururken sırtından terler sicim gibi akıyordu. İçinde öfkeyle karışık bir çaresizlik kabarıyor, “Yine mi, Şimdi tam zamanı mıydı?” diye homurdanıyordu. 

Ne kadar uğraştıysa da nafileydi; traktör bir türlü çalışmıyordu. Direksiyona yaslanıp derin bir iç çekti, sonra kendi kendine söylenmeye başladı. “Parası yok sanki yeni bir traktör alsaydı bizi bu hurda ile uğraştırıp durmazdı,” diye homurdanıyor, çiftlik sahibine olan öfkesini bastıramıyordu. 

Traktörün çalışacak gibi olmadığı artık belliydi. Sonunda direksiyondan atlayıp tarlanın ortasından yola doğru yürümeye başladı. Kavurucu güneşin altında şapkasını çıkarıp alnındaki teri mendiliyle siliyor, bir yandan da şapkayı yüzüne sallayarak serinlemeye çalışıyordu. Çiftliğe doğru ağır adımlarla ilerlerken alnından süzülen ter damlaları gözlerine kaçıp sızlattıkça siniri daha da artıyor, kendi kendine söylenmeyi sürdürüyor, “Olmazsa bir çift öküz alsın ya da bizi çifte salsın da biz tarlayı sürelim!” diye homurdanıyordu.

Yarım saatten fazla yürüdükten sonra nihayet çiftliğe vardı ve kâhya Selim’i aramaya başladı. Onu kuyunun başında görünce önce bir kova su çekti, sonra başından aşağı boca ederek serinlemeye çalıştı. Selim meraklı gözlerle ona bakıyor, “Ne oldu Kerim? Erken geldin… Tarlayı ne çabuk sürüp bitirdin? Dur hele, sen sinirli gibisin,” diyordu.

Kerim, serin suyun etkisiyle biraz sakinleşmişti. “Ne olacak, hurda traktör yine bozuldu; bir türlü çalışmıyor işte. Tarlanın orta yerinde öylece kaldı, sanki heykelini dikmişler gibi,” dedi.

Selim önce bir an duraksadı, sonra gülmemek için kendini zorladı. “Yine mi? Daha geçen hafta tamirci gelmişti, bu sefer de neyi bozuldu acaba?” diye sordu. Kerim öfkeyle ellerini iki yana açtı. “Neyini bilmem ki… Hurda, motoru inat etti işte. İş yarım kaldı, güneşin altında yürümekle canım çıktı!” Selim kuyunun kenarına oturup başını salladı. “Ağa duysun bakalım, belki bu defa ciddi bir şey yapar. Yeni bir traktör alır. Yoksa tarlalar böyle kalacak.” Kerim, alnındaki teri tekrar silerek, “Hele bir gitsin de görsün bakalım tarlanın orta yerindeki o ‘heykel’i…” diye homurdandı.

Selim, Kerim’e sakin olmasını söyledikten sonra çiftlik sahibi Süleyman Ağa’nın yanına gitmek için konağa yöneldi. Kapıdan girerken Süleyman Ağa’nın kızı Zeynep’le karşılaştı. Zeynep, merakla ne olduğunu sordu. Selim, olanları kısaca anlattıktan sonra, “İkna edebilsek yeni bir traktör alsak bütün bunlar başımıza gelmezdi. Ama babanız her seferinde ‘öbür harmana’ deyip erteliyor. Sanırım o eski traktörden artık hayır gelmeyecek,” dedi.

Zeynep bir an düşündü, sonra kararlılıkla, “Dur, ben de geleyim. Babamla bir de ben konuşayım. İkimiz birden sıkıştırırsak belki ikna olur,” dedi.

Süleyman Ağa sarışın, mavi gözlü bir adamdı; kızı da ona benziyordu. Zeynep’in sarı, örgülü saçları; mavi gözleri ve başındaki çiçekli yazmasıyla, konağın avlusunda ışıldayan bir güzelliği vardı. Selim onun gözlerine sevgiyle bakarak, “Olur, beraber gidip konuşalım,” dedi.

Süleyman Ağa’nın oturduğu odaya girdiklerinde, Ağa bir an afalladı; kızını ve Selim’i birlikte görünce kaşlarını kaldırarak, “Hayırdır?” diye sordu. Selim derin bir nefes alarak olanları bir kez daha anlattı. Traktörün artık hurdaya çıktığını, yeni bir traktör alınmasının şart olduğunu söyledi. Süleyman Ağa, her zamanki gibi “Tamir ettiririz… Gelecek harman çaresine bakarız,” diyecek oldu ama Zeynep atılarak,

“Baba, kaç yıllık traktör, artık hurda hâline geldi. Boş yere tamir parası verip masraf ediyorsun. Onun yerine yenisini alsan çok daha iyi olacak,” dedi.

Odaya bir anlık sessizlik çöktü. Süleyman Ağa kaşlarını çatıp düşündü; elindeki tespihi ağır ağır çevirdi. Sonunda derin bir iç çekerek, “Pekâlâ,” dedi. “Selim, sabah ilçeye git. Kerim’i de yanına al, birlikte bakın ne gerekiyorsa yapın. Bu arada Zeynep de gelsin; bankadan para çeker, acenteye verir, ruhsat muhsat işlerini halleder.”

Ertesi sabah güneş daha yeni doğmuştu. Kerim, Selim ve Zeynep çiftlik avlusunda buluştular. Hava serindi ama günün ilerleyen saatlerinde kavurucu sıcağın bastıracağı belliydi. Kerim, bir gün önceki yorgunluğuna rağmen erkenden kalkmış, üstünü başını toparlamıştı. Selim arabayı hazırlarken, Zeynep de küçük çantasının içine not defteri, kalem ve gerekli evrakları yerleştiriyordu.

Süleyman Ağa avluya çıkıp onlara kısa talimatlar verdi:
“Ne gerekiyorsa bakın. Pazarlık edin, en iyisini en uyguna alın. Zeynep, sen bankaya uğrayıp ne kadarsa parayı çek, sonra acenteye ver. Peşin para vereceksiniz, ona göre pazarlık yapıp indirim yaptırın.”

Yol boyunca arabanın tekerlekleri toprak yolda ilerliyor, arkada toz bulutu bırakıyordu. Sabah serinliğinde uzanan ekin tarlaları rüzgârla hafif hafif dalgalanıyordu. Arka koltukta oturan Kerim, hâlâ önceki günün yorgunluğu ve traktöre olan öfkesini içinde taşıyor, ama yeni bir traktör alma ihtimali ona umut veriyordu. Selim direksiyonda sessizdi; hesaplarını kafasında yapıyordu. Zeynep ise bir yandan çantasını sıkıca tutuyor, bir yandan da içinden babasına kızgınlığını tekrarlıyordu:
“Yıllardır böyle idare ediyoruz, bu sefer bitecek bu iş…”

Yan gözle Selim’i süzen Zeynep’in bakışları arasında, ikisi de birbirine karşı sevgi dolu duygular besliyordu; ama bunu birbirlerine söyleyemiyorlardı. Selim yakışıklı, uzun boylu, okumuş ve olgun bir gençti. Zeynep ise geçen sene liseyi bitirmiş, babasının ısrarı üzerine üniversiteye gitmemiş, çiftlikte kalarak babasına yardımcı oluyordu. Babasına yardım edecek ne bir erkek kardeşi vardı ne de başka bir kardeşi.

İlçenin girişine vardıklarında, çarşının üzerindeki tabelalar yeni yeni parlıyordu. Acente henüz açılmamıştı, ama önünde sıra sıra traktörler dizilmişti. Arabadan hep birlikte inip traktörleri incelemeye başladılar. Kerim bütün traktörleri tek tek inceledi ve en iyisini seçtiğini düşünerek bir traktörü gösterdi: sarı ve kocaman bir traktör. “Bunu alalım,” dedi. Zeynep, “Önce fiyatını öğrenelim, pazarlığımızı yapalım,” dedi. Selim de ona hak verdi.

Acente çalışanları ve sahibi o sırada gelmiş, onları içeri davet ederek hoş geldiniz demiş ve çaylarını ısmarlamıştı. Üçü birlikte Kerim’in işaret ettiği traktörün detaylarını öğrendi. Sonunda pazarlık bitmiş, anlaşmaya varılmıştı. Acente sahibi, Süleyman Ağa ve Zeynep’i tanıyordu; çevredekiler sarı saçlı olması nedeniyle Süleyman Ağa’ya “Sarı Ağa” diyorlardı. Peşin paraya traktörü satan acente sahibi, sabah sabah keyiflenmişti. Kendince bir espri yaparak, “Sarı Ağa’ya ve onun sarışın güzel kızına sarı traktör yakışır,” dedi. Biraz çekinerek de olsa gülüştüler.

Sonra Selim ve Zeynep bankaya gittiler; bu arada Kerim, traktörle ilgili epeyce bilgi aldı. Bankaya girdiklerinde içerisi serin ve kalabalıktı. Zeynep para çekim işlemini hallederken, Selim kenarda oturup onu bekledi.

Traktörün bedelini acente hesabına havale ettikten sonra aracı teslim alıp ruhsat ve plaka işlemlerini de hallettiler. Bu işlemler sürerken saat öğleyi geçmişti. Yemek için bir lokantaya girdiklerinde Kerim, “Ben yolda yemek üzere bir paket yaptırayım; malum, yolum uzun ve traktörle de yavaş yavaş gitmem gerekiyor. Siz nasılsa arkadan yetişirsiniz” diyerek yemeğini paketletip yeni traktörüyle yola koyuldu.

Kerim’in traktörle uzaklaşmasını uzun uzun seyrettikten sonra Selim ve Zeynep, lokantanın gölge düşmüş köşesindeki bir masaya geçtiler. Sıcaktan bunalmış ahşap kapının gıcırtısı ve içeriye dolan yemek kokuları, onların yorgun ama huzurlu hâline karışıyordu. Siparişlerini verdikten sonra konuşmaları önce temkinli, sonra giderek daha samimi bir hâl aldı. Zeynep, gözlerinde bir parıltıyla “Babam da bu traktörü çok beğenecek,” dedi. Bunu söylerken Selim’in bakışlarına takılıp kaldı; dudaklarının kenarında beliren çekingen gülümseme, gözlerinin içine saklanmış heyecanı ele veriyordu.

Bu sırada garson tabakları masaya bıraktı. Buharı tüten yemeklerin kokusu, havadaki sessizliği biraz daha yumuşattı. Zeynep, küçük bir tereddütle Selim’e dönerek “Tuzluğu uzatır mısın?” dedi. Selim, önünde duran tuzluğu alıp ona uzattı. Elleri anlık bir dokunuşla birbirine değdi; kısa ama sarsıcı bir temas… O an dışarıdaki uğultu bile sustu, içlerinde tarif edemedikleri bir sıcaklık yayıldı. İkisi de başlarını eğip yemeklerine dönerken, dudaklarının kenarında yakalanan bir tebessümle birbirlerine bakmamaya çalışıyorlardı.

Yemeklerini sessiz ve yavaş lokmalarla bitirdiler. Arada bir tabakların kenarına düşen çatal sesleri, masanın üzerindeki gergin ve tatlı havayı bozmak için yetersiz kalıyordu. Zeynep, yemeğini bitirdiğinde ellerini kucağında kenetledi; göz ucuyla Selim’e bakıp hafifçe gülümsedi. Selim ise bir an dalgın, bir an kararlı bir bakışla Zeynep’e döndü, sanki söylemek istediği bir şey varmış gibi dudaklarını araladı, sonra vazgeçip başını öne eğdi.

Garson hesap için masaya yaklaştığında Selim eliyle “Ben hallederim” dedi. Masadan kalkarken kapının önünden içeriye dolan sıcak rüzgâr saçlarını hafifçe savurdu. Zeynep o an Selim’in gölgesinin yanında kendini güvenli bir limandaymış gibi hissetti.

Dışarı çıktıklarında öğleden sonra güneşi her şeyi altın bir renge boyamıştı. Selim arabanın kapısını açarken “Hazır mısın?” diye sordu. Zeynep içten bir tebessümle başını salladı.

Arabaya binip yola çıktılar. Bir süre konuşmadılar; yalnızca motorun uğultusu ve camdan giren rüzgârın sesi vardı. Sonra Selim, direksiyona sıkıca tutunup bakışlarını yoldan ayırmadan “Kerim bizden önce gitti ama yetişiriz” dedi. Zeynep ise yan koltukta gözlerini yoldan çekip Selim’in profiline kaydırdı; onun yüz hatlarını, direksiyonu kavrayışındaki güveni izledi. İçindeki sıcaklık daha da büyüdü.

O an, sadece gidecekleri yol değil, önlerinde açılan yeni bir hikâye de vardı. Zeynep, tüm cesaretini toplayarak Selim’e döndü ve yavaş bir sesle, “Beni… güzel buluyor musun?” diye sordu. Bu ani soru karşısında Selim’in yüreği hızla çarpmaya başladı; ne diyeceğini bilemedi, kısa bir süre düşündü. İşte tam zamanı, diye geçirdi içinden, artık söylemeliyim.

Derin bir nefes aldı ve “Evet…” dedi. Ardından arabada kısa bir sessizlik oldu. Zeynep başını eğip dudaklarının kenarında bir tebessümle beklerken, Selim sözlerine devam etti:

“Seni sadece güzel bulmuyorum… seni çok beğeniyorum. Seni seviyorum, Zeynep. Uzun zamandır sana söylemek istediğim şeyleri şimdi söylemek istiyorum.” Bir an durdu, gözlerini yoldan ayırmadan yutkundu ve ekledi: “Baban da kabul ederse… sen de istersen… seninle evlenmek istiyorum.”

Bu sözler havada yankılanırken araba ilerlemeye devam ediyor, dışarıda güneş ışıkları tarlaların üzerinden akıp geçiyordu. İçlerinde ise bambaşka bir sıcaklık yükselmişti.

Zeynep, elini direksiyonu tutan Selim’in ellerinin üzerine koyarak tuttu. Bu, kelimelerden daha güçlü bir “evet” ti. İkisi de çok mutluydu; yürekleri kıpır kıpır, dudaklarında beliren gülümsemelerle yola devam ettiler.

Bir süre sonra köy yoluna saptıklarında ileride traktörün yolda çıkardığı toz bulutunu fark ettiler. Selim önde, Kerim arkada, çiftliğin kapısından içeri girdiler. Konağın balkonundan Süleyman Ağa onları izliyordu. Biraz sonra aşağı inerek traktörü dikkatle incelemeye başladı.

Zeynep, gülümseyerek traktörü nasıl aldıklarını, nasıl pazarlık yaptıklarını, plakayı ve ruhsatı nasıl çıkardıklarını tek tek anlattı. Sonra küçük bir espriyi de eklemeden duramadı:
“Ha bir de… acente sahibi Ömer, ‘Sarı Ağa’ya sarı traktör yakışır’ dedi!”

Süleyman Ağa, Zeynep’in bu sözleri karşısında gülümseyerek başını salladı; avludaki herkesin içini tatlı bir neşe kaplamıştı.

Süleyman Ağa, Kerim’e dönüp gülümseyerek,
“Kerim, bin şu traktöre de tarlaya gidelim bakalım. Dedikleri kadar becerikli miymiş, görelim!” dedi.

Kerim hiç vakit kaybetmeden yeni traktöre atladı ve yola koyuldu. Selim, Süleyman Ağa ve Zeynep de arabayla arkasından takip ettiler. Tarlaya vardıklarında Kerim eski traktörü zincirle yeni traktöre bağladı. Selim eski traktörün direksiyonuna geçerek onu tarla dışına çıkardı. Böylece Kerim hem kendi maharetini hem de yeni traktörün gücünü sergileme fırsatı buldu.

Süleyman Ağa, Kerim’in çalışmasını bir süre izledikten sonra gülerek,
“Sen bu yeni traktörün hevesiyle tarla sürme işini gece yarısına kadar bitirirsin artık,” dedi ve konağa dönmek üzere Selim’le birlikte arabaya geçti. Kerim ise tarlada kalarak işini o gece bitirecekti. Sabah Selimle tekrar gelip eski traktörü konağa götürecekti.

Süleyman Ağa yeni traktörden memnun kalmıştı. Selim’in yanında ön koltukta keyifle geriye yaslanarak oturuyordu. Selim de ara sıra aynadan arka koltuktaki Zeynep’in gözlerine bakıyor, göz göze geldiklerinde belli etmemeye çalışsalar da dudaklarının kenarında aynı tebessüm beliriyordu.

Selim ve Zeynep, fırsat buldukça kimseye belli etmeden gizlice buluşup konuşuyorlardı. Birileri kendilerini görecek olursa, Zeynep hemen çiftlik işleriyle ilgili sorular soruyor ya da talimatlar vererek durumu doğal göstermeye çalışıyordu.

Yeni traktörle ekilen tarlaların hasadı tamamlanmış, buğdaylar ambara taşınmıştı. Artık kış hazırlıkları başlamış, işler epeyce toparlanmıştı. Selim, bu sakinliği fırsat bilerek Süleyman Ağa’nın yanına gitti. İçinde uzun zamandır taşıdığı duyguları artık saklayamaz hâle gelmişti. Derin bir nefes alarak, “Ağa… Zeynep’e karşı beslediğim sevgiyi saklayamadım. Eğer müsaade ederseniz onunla evlenmek istiyorum,” dedi.

Bu sözleri duyan Süleyman Ağa’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Yüzü bir anda kasıldı; öfkeyle ayağa fırlayarak bağırdı:
“Ne diyorsun sen? Demek koynumuzda yılan beslemişiz! Hemen çiftliğimden defol! Bir daha da buralarda görünme. Yoksa ben yapacağımı bilirim!”

Selim’in yüreği bir anda buz kesmişti. O an, hayalini kurduğu her şey bir çırpıda yıkılmış gibiydi. Sessizce başını öne eğdi, Süleyman Ağa’nın gözlerindeki öfkeye son bir kez bakıp çiftlikten ayrılmak üzere geri çekildi.

Selim, Süleyman Ağa’nın öfkesinin ağırlığı altında sessizce kapıya yöneldi. Avludan çıkarken geride bıraktığı her şeyin –emeğinin, umutlarının, Zeynep’le hayal ettiği geleceğin– bir anda dağıldığını hissediyordu. Ayakları adeta toprağa gömülmüş gibiydi; bir yandan gitmek zorundaydı, bir yandan da kalmak istiyordu.

Zeynep, içeriden koşarak çıktığında Selim’in sırtını görür görmez olan biteni anlamıştı. Yüzü bir anda bembeyaz kesildi, nefesi düzensizleşti. Süleyman Ağa ise balkonun taş korkuluklarına dayanmış, dişlerini sıkarak hâlâ öfkeyle Selim’in arkasından bakıyordu.

“Selim!” diye fısıldadı Zeynep, ama sesi rüzgârda kayboldu. Koşmak istedi, ama babasının sert bakışlarını görünce durakladı. Gözlerinden yaşlar süzülürken sessizce geri çekildi.

Selim elinde valizi avludan çıkıp on kilometre ilerideki köyüne gitmek için yolun kenarına geldiğinde, güneş batmaya başlamıştı. İçinde öyle bir acı vardı ki, yolun tozu dahi ona ağır geliyordu. Kendi kendine, “Bu iş burada bitmeyecek,” diye mırıldandı.

O gece Zeynep odasında ağlarken babası bir süre koridorda volta attı. Süleyman Ağa’nın içi içini yiyordu; bir yanda kızının geleceği, bir yanda yıllardır yanında olan Selim’in sadakati… Ama öfke ve gurur, vicdanın sesini bastırıyordu.

Selim, köye gece yarısına doğru vardı. Evin kapısını çaldığında babası uykulu bir hâlde kalktı ve kapıyı açtı. “Bu saatte ne işin var burada? Bir şey mi oldu?” diye sordu.

Selim, yaşananları ağır ağır babasına ve annesine anlattı. Annesi, başını okşayarak, “Hayırlısı ne ise olur evlat, hadi yat ve uyu,” dedi. Babası da sessizce onayladı. O gece, hepsi yataklarına çekilip sessizliğin içinde düşüncelere gömüldüler. Selim Sabaha kadar uyuyamadı ne yapacağını düşündü durdu. Sabah güneşinin ilk ışıkları köyü aydınlatırken, Selim sessizce yatağından kalktı. Yatağını toparlarken kalbi hem heyecan hem hüzünle çarpıyordu. Evde kimse uyanmamıştı; bu sessizlik, onun adımlarını daha da dikkatli atmasına neden oluyordu.

Selim, sabaha kadar uyuyamadı yatağın kenarına oturdu; kafasında binlerce düşünce dönüp duruyordu. Ne yapacağını, nasıl bir yol izleyeceğini çözmeye çalıştı. Buralardan gitmesi gerekiyordu, ama gideceği yer çok uzak olmalıydı… Gerçekten uzaklara, kendi hayatını kurabileceği bir yere.

Aklına, Avustralya’da yaşayan bir akrabası geldi. O, izne geldiğinde görüşecek, Selim’in gitmesi için neler yapması gerektiğini öğrenecek ve ondan yardım isteyecekti. Bu düşünce, ona küçük de olsa bir umut ışığı verdi; yavaş yavaş plan yapmaya başladı.

Kış boyunca köyde kaldı ve Avustralya’daki akrabasına mektup yazmayı da ihmal etmedi; mektupta ne zaman ve hangi koşullarda oraya gelebileceğini, yardım isteğini anlatıyordu. Selim ondan gelecek cevabı bekledi. Akrabası şimdiden hazırlık yapmasını, pasaport vize gibi işlemlerini tamamlamasını kendisinin de mayıs ayında izine geleceğini işlemlerini tamamlamış olursa kendisini de alarak Avustralya’ya dönebileceklerini yazıyordu.

Bu arada Süleyman Ağa, Zeynep’i bir an önce evlendirmek, baş göz etmek ve Selim’den uzak tutmak niyetindeydi. Süleyman Ağa’nın ısrarları her geçen gün artıyordu; akşamları yemek sırasında, sabah kahvaltılarında, hatta tarlada iş başındayken bile evlilik konusunu açıyordu. Ama Zeynep, babasının öfkesine ve baskısına karşı dimdik duruyordu. “Ben evlenmeyi düşünmüyorum; hiç kimseyle de evlenmeyeceğim,” diyerek iradesini korudu.

Günün çoğunu çiftlik işleriyle geçiriyordu; sabahın ilk ışıklarında tarlada çalışıyor, öğle sıcağında hayvanları kontrol ediyor, akşamüstü ambar ve depo işlerini tamamlıyordu. İş, ona sadece zaman doldurmak için bir uğraş değil, aynı zamanda kendi özgürlüğünün, kararlarının ve geleceğinin simgesiydi.

Bir ara üniversiteye gitmeyi de düşündü; hayalini kurduğu yeni bir dünya, farklı bilgiler ve fırsatlar çekici geliyordu. Ancak çiftliği bırakıp gidemeyeceğini fark edince bu düşüncesinden vazgeçti. İçinde, kendisine ve ailesine karşı sorumlulukla harmanlanmış bir özgürlük duygusu ve Selim’i göremese de ona yakın olmanın verdiği bir haz vardı. Her işini bitirdiğinde yorgun ama huzurlu bir şekilde evine dönüyor, kendi ayakları üzerinde durmanın verdiği tatlı gururu hissediyordu.

Zeynep, babasının baskısına rağmen kendi yolunu çizmeye kararlıydı; kalbinin sesini dinliyor, yaptığı her işi kendi iradesiyle yapmanın verdiği güçle günü tamamlıyordu. Ancak Selim’in Avustralya’ya gideceğini öğrenmiş, bunun üzüntüsünü yaşamaya başlamıştı.

Bir gün Selim’e haber göndererek gizlice onunla buluştu. Gözlerinde kararlılık ve sevgiyle, “Hiç kimseyle evlenmeyeceğim. Ne zaman olursa olsun, yıllarca da sürse seni bekleyeceğim,” dedi.

Kış ve bahar ayları geçtikçe Selim, gitmek için tüm hazırlıklarını tamamlamış, akrabasının izine gelmesini beklemeye başlamıştı. Mayıs ayının sonlarına doğru akrabası geldi; izinini geçirmiş, geri dönerken Selim ile birlikte Avusturalya ya gelmişlerdi.

Akrabası sayesinde Selim büyük bir çiftlikte iş bulmuş çalışkanlığı ile göz doldurmuş ve kısa sürede çiftliğin önemli bir elemanı olmuştu. İşvereni tarafından seviliyor ve kendisine güveniliyordu.

Birkaç yıl sonra, izinli olarak yurda gelen Selim, köyüne gitmek üzere şehirde bir araba kiralamıştı. Anne ve babasına kavuşmanın mutluluğunu yaşadıktan birkaç gün sonra arabasına binerek çiftliğe doğru yola çıktı. Yol boyunca eski günlerini düşündü: Zeynep’i, Kerim’i, Sarı Ağayı ve Sarı Traktörü…

Arabayı yol kenarına çekip bir söğüt ağacının gölgesinde otururken, yaklaşan bir arabanın sesini fark etti. Araba gelip yanında durdu ve biraz sonra Kerim indi. İkisi birbirine sarılarak hasret giderdi ve uzun süre sohbet ettiler.

Selim, Kerim’den Zeynep’in durumunu sordu. Kerim, Zeynep’in gününü çiftlik işleriyle geçirdiğini, babasının tüm ısrarlarına rağmen hâlâ evlenmediğini ve Selim’i beklediğini söyledi. Bu sözler Selim’i hayallere daldırdı; gözlerini kapatıp yıllardır biriktirdiği özlemleri düşündü.

Bir süre sonra Kerim gitmek için ayağa kalktı. Selim ona, “Zeynep’e bir haber götür, yarın öğlen burada beni beklemesini söyle,” dedi. Kerim de “Tamam,” diyerek yanından ayrıldı ve çiftliğe yöneldi.

Çiftliğe vardığında Zeynep, traktörün lastiklerini kontrol ediyordu. Kerim hemen Selim’in mesajını iletti. Selim’in geldiğini ve kendisiyle buluşmak istediğini öğrenen Zeynep’in gözleri ışıl ışıl oldu; yarın öğlen olması için saatleri saymaya başladı.

Ertesi gün öğlen vakti yaklaştığında, Zeynep traktöre binmiş söğüt ağacının oraya gitmiş ve Selim’in gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Gözleri sık sık yola doğru kayıyor, gelen araba veya yaya var mı diye inceliyordu. Saatin tik takları bile ona uzun geliyordu. Nihayet, uzak yolda bir araba tozu yükseldi; Selim geliyordu.

Selim arabayı yavaşça durdurdu ve indi. Adımlarını hızlıca atarak Zeynep’in yanına geldi. İkisi de birbirine bakakaldı; yılların özlemi, hasreti ve bekleyişi gözlerinden okunuyordu. Derin bir nefes alıp birbirlerine sarıldılar; sanki zaman durmuş, dünya sadece ikisi için dönüyordu.

“Zeynep…” dedi Selim, sesi titreyerek ama gözlerinde kararlılıkla.

“Selim…” Zeynep de karşılık verdi, dudaklarında gülümseme, gözlerinde sevinç ve huzur vardı.

Bir süre sadece sarıldılar; kelimelere gerek yoktu. Her biri yılların özlemini, geçen tüm zorlukları ve birbirine duydukları sevgiyi bu sessizlikte paylaştı. Ardından Selim elini Zeynep’in yüzüne götürüp nazikçe saçlarını geri itti. “Artık seni hiç bırakmayacağım, beni beklediğin için… sabrettiğin için teşekkür ederim” dedi.

Zeynep, gözlerinden süzülen birkaç damla yaşla ve gülümseyerek karşılık verdi: “Beni bırakma.”

O an, geçmişte yaşanan tüm zorluklar, süren ayrılıklar ve engeller sanki geride kalmıştı. Sadece bugünün, birbirlerine kavuşmanın mutluluğu vardı ve artık ikisi de geleceğe birlikte yürüyeceklerinin farkındaydı.

Selim bir anda ileride duran sarı traktörü gördü ve yüzüne istemsiz bir gülümseme yayıldı. “Bunu satın aldığımız günü hatırlıyor musun?” diye sordu, sesi hafif titriyordu. “Birbirimize sevgimizi söylediğimiz o ilk günü…”

Zeynep de gözlerini Selim’den ayırmadan, tebessüm ederek, “Evet,” dedi. Ardından o günün ve ondan önceki günlerin anıları bir bir canlandı zihninde. Birbirlerine hislerini açamadıkları o sessiz, çekingen zamanlar… Ama işte traktör, onların sessiz köprüsünü yıkmış içlerinde sakladıkları duygularını kelimelere taşımıştı. O anı anlatırken ikisi de istemeden birbirine yaklaştı, gülümsemeleri hafifçe bulutlandı ama gözleri hiç ayrılmadı.

Zaman su gibi akıp gidiyordu, ama ikisi de o anın sonsuza dek sürmesini istiyordu. Ardından sessizlik çöktü; yalnızca rüzgârın hafif uğultusu ve uzaktan gelen kuş sesleri vardı. Zeynep bir an durdu, sonra Selim’e dönerek fısıldadı:
“Babamla ve annemle konuşacağım. Onları ikna edeceğim… Gelip beni isteyeceksiniz. Sana haber gönderirim.”

O sözler, Selim’in içinde hem bir umut hem de hafif bir titreme uyandırdı. Zeynep’in gözlerindeki kararlılık ve minik gülümsemesi, kalplerini aynı ritimde attırıyordu.

Zeynep, sarı traktöre binip çiftliğe doğru yol alırken, kendi kendine gülümseyerek, “Bu traktörü gelin arabası yapacağım,” dedi. Kararlılığıyla hem kendine hem de geleceğe dair cesaretini ispatlıyordu.

Akşam olduğunda önce annesiyle, sonra babasıyla konuştu. Babası, Selim’in geldiğini duymuş ve olayların böyle gelişeceğini önceden tahmin etmişti. Artık elinden bir şey gelmiyordu; kızının mutluluğu için bütün bu duruma katlanmak zorunda olduğunu biliyordu.

“Ya çiftlik… Zeynep gelin olup giderse çiftlik ne olacak?” diye geçirdi içinden. Ama ardından derin bir nefes alarak, “Bunu zamanı gelince düşünürüz,” dedi ve kafasından o kaygıyı sıyırıp attı.

Zeynep, büyük bir sevinçle annesi ve babasının boynuna sarıldı, ellerini öperek onlara minnetini gösterdi. Ardından aşağı indi, Kerim’i yanına çağırdı ve Selim’e haber götürmesi için onu görevlendirdi.

Kerim, arabaya atlar atlamaz Selim’in köyüne gitti ve onu kahvede bulup haberi verdi. Bu güzel haber karşısında Selim’in sevinci tarif edilemezdi; Kerim’in boynuna sarılarak, gülümsemesiyle etrafına duyurmaya çalıştı: “Herkese benden kahve! Zeynep’le evleniyorum!”

Birkaç gün sonra Selim, annesini, babasını ve aile büyüklerini de alarak Zeynep’i istemeye gitti. Ardından kısa bir süre içinde kına, nişan ve görkemli bir düğün gerçekleştirildi.

Zeynep, sarı traktörü özenle süsleyerek gelin arabası hâline getirmişti. Traktörle köyde Selim’in evine doğru yol alırken, traktörü kullanan Selime bakarken, yüzünde hem heyecan hem de mutluluk vardı. Artık onun için yeni yuvanın kapıları açılmıştı; şimdilik hayatının bu sıcak, sevgi dolu köşesi evleri olacaktı.

Birkaç gün sonra Selim ile birlikte çiftliğe gittiler. Süleyman Ağa ile uzun uzun konuştular ve çiftliğin geleceği hakkında kararlar aldılar. Çiftliği Kerim idare edecek, yanına birkaç yardımcı da alacaktı. Selim ise gerekirse maddi destek sağlayacaktı.

Planlar netleşmişti: Bazı yıllar Selim ve Zeynep memlekete gelecek, bazı yıllarda ise Süleyman Ağa ve eşi Avustralya’ya, kızlarının yanına gideceklerdi. Böylece hem çiftlik hem de aile bağları güvence altına alınmış olacaktı.

Her şeyi yoluna koyan ve yola çıkmaya hazır olan Selim ile Zeynep, son bir kez daha çiftliğe gidip vedalaştılar. Selim, hafifçe gülümseyerek, “Elimde olsa, mutluğumuza vesile olan bu sarı traktörü de yanımızda götürürdüm,” dedi. Zeynep de gülerek karşılık verdi. Ardından, gülüşmeler eşliğinde yeni hayatlarının kapılarını aralayarak yola çıktılar.Formun Altı

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar