BU EVDE BAŞLADIK BU EVDE BİTECEK
Gece, ansızın gelen şiddetli bir sarsıntıyla uyandı Mükremin Amca. Önce ne olduğunu anlayamadı; rüyasında mıydı, yoksa gerçekten mi sallanıyordu her şey, ayırt edemedi. Yüreği sıkıştı, kulaklarında uğultular, duvarlardan gelen çatlama sesleri... Kısa bir an sonra, büyük bir deprem olduğunu idrak etti. Yatağından kalkmak istedi ama bacakları tutmadı. Eşiyle aynı odadaydı, ona seslendi, “Hanım!” diye bağırdı, ama karşılık gelmedi.
Etraf zifiri karanlıktı, nefesi kesilir gibiydi. Üzerinde, nefesini zorlaştıran, göğsüne bastıran kocaman bir ağırlık vardı. O an, dünyanın üzerine çöktüğünü sandı.
Bir süre kıpırdayamadı. Nefesi daraldıkça kalbi daha hızlı atıyor, kulakları göğsünün içindeki bu uğultudan başka bir şey duyamıyordu. Sonra, uzaktan bir çocuğun ağladığını, ardından bir kadının “Yardım edin!” diye bağırdığını işitti. Sesler birbirine karışıyor, duvarların arasından yankılanarak geçiyordu.
Burnuna keskin bir toz kokusu doldu; kireç, toprak, is... Her nefes alışında ciğerleri yanıyordu. Elini kaldırmak istedi, ama kolu ağır taşların altında kalmış gibiydi. Gözlerini zorla araladı, hiçbir şey göremedi. Zifiri karanlık...
O an, zihninden bir görüntü geçti: Birkaç gün önce Fadime teyze ile pazara gidip alışveriş yapıp gelmişlerdi, Fadime teyze yorgunluktan kapının önüne çöküp oturuvermiş ve biraz dinlendikten sonra içeri girebilmişti. Kalbinin derininde bir sızı hissetti. “Allah’ım,” dedi kısık bir sesle, “ne olur, hanımıma bir şey olmasın...”
Bir an için sarsıntı yeniden şiddetlendi, duvarlardan tozlar döküldü. O sırada bir yerden ince bir inilti geldi. Mükremin Amca, o sesi tanımıştı.
“Hanım… sen misin?” dedi titrek bir sesle.
Bir süre sessiz kaldı. Kulağı o tanıdık iniltideydi. “Hanım, dayan!” diye bağırmak istedi ama sesi neredeyse çıkmadı. Yalnızca boğuk bir hırıltı duyuldu ağzından. Yavaşça sol kolunu oynatmayı başardı, taşların arasından sızan bir boşluk buldu. Parmağı bir yere takıldı, belki de battaniyenin kenarıydı, belki de eşinin eliydi... Ayırt edemedi ama o dokunuş bir umut gibi yüreğine düştü.
Sarsıntı yavaş yavaş dindiğinde, yerin altından gelen derin bir uğultu kaldı geriye. Sonra dışarıdan sesler yükselmeye başladı. İnsanlar bağırıyor, kimisi ağlıyor, kimisi dua ediyordu. Arada köpek havlamaları, siren sesleri, yıkılan taşların tıkırtısı... Her şey birbirine karışmıştı.
Birinin sesi duyuldu yakınlardan: Burada biri var! Ses geliyor buradan!
Mükremin Amca bütün gücünü toplayıp cevap vermeye çalıştı:
Buradayım!...
Ama boğazı kupkuruydu, sesi neredeyse hiç çıkmadı.
Dışarıdan bir başka ses yankılandı: Ses ver amca, neredesin? Dayan, geliyoruz!
O an gözlerinden yaşlar süzüldü. Bir yandan nefes almakta zorlanıyor, bir yandan da içini saran o incecik umutla tutunmaya çalışıyordu hayata. Kulağına taşların kaldırıldığı sesler geldi. Bir demir sesi, ardından bir kürek darbesi... “Dayan amca, az kaldı!” dediler.
Mükremin Amca’nın gözlerinin önünde, yıllar önce kaybettiği oğlu geldi. O da böyle bir gece vakti, bir kazada gitmişti. “Demek sıra bana da geldi,” diye geçirdi içinden. Ama sonra o zayıf inilti kesildi eşinin sesini artık duyamıyordu.
“Dayan Hanım, geliyorlar... Az kaldı...” diye fısıldadı, dudakları kanla ıslandı. Bu kez eşinden ses gelmedi birkaç kez nefesi yettiğince ismini bağırmak istedi ama sesini ancak kendisi duyabiliyordu.
Hava keskin bir soğuk taşıyordu. Fakat Mükremin Amca, üşüdüğünü ancak eşi sessizliğe gömüldükten sonra fark etti. O an, yalnızlığın soğuğu iliklerine kadar işlemişti. Bir yerlerden sızan solgun bir ışık, karanlığın içini delmeye başlamıştı. Demek ki sabah oluyordu, gün ağarıyordu... Tozların arasında belli belirsiz bir aydınlık belirmişti.
Vücudu hareketsizlikten taş gibi olmuş, eklemleri sanki pas tutmuştu. Göğsündeki ağırlığın altında nefes almak giderek zorlaşıyordu. Gözlerini kapatmak istedi, ama o an dışarıdan gelen sesleri duydu: karışık, telaşlı, ama umut dolu sesler…
Burada biri var! Sessiz olun, ses geldi!
Kulağına tanıdık nefesler karıştı; komşusu İsmail’in sesini duydu önce, ardından yabancı bir ses muhtemelen arama kurtarma ekibindendi.
Dayan amca, geliyoruz! Sesini duydum, biraz daha sabret!
Mükremin Amca bir şey söylemek istedi ama boğazı kupkuruydu. Sadece kısık bir inilti çıkarabildi. Toz ve is kokusunun arasında, sabahın serin havası sanki aralanan bir pencereden içeri sızıyordu.
Kürek sesleri, kırılan taşların tıkırtısı, birilerinin telaşlı adımları… Hepsi umudun sesi gibiydi.
“Geldiler,” diye geçirdi içinden. Dudaklarından neredeyse duyulmayacak kadar zayıf bir ses çıktı: Ben... buradayım...
O anda uzaklardan bir güneş ışığı, yıkıntıların arasına değdi. Toz bulutunun içinde, yeni bir gün başlıyordu.
Derin bir uykuya daldığını hissetti. Saatler sonra enkazdan çıkarıldığında hâlâ o derin uykunun içindeydi; son birkaç saatte neler yaşadığının farkında bile değildi.
Gözlerini araladığında yumuşacık bir yatakta olduğunu hissetti. Yavaşça doğrulup etrafına baktı. Burası kendi evi değildi. “Acaba neredeyim?” diye düşünürken oda tamamen beyaza bürünmüş gibiydi: bembeyaz duvarlar, beyaz çarşaflar, nevresimler… Yataklarda ise çeşitli yaralılar yatıyordu.
Hafızasını zorladıkça görüntüler birer birer geri gelmeye başladı. Büyük bir deprem olmuştu. Kendisi ve eşi, enkaz altında saatlerce kurtarılmayı beklemişti. Sonunda bayılmış, sonrasını hatırlamıyordu. Şimdi, onu enkazdan çıkarıp ambulansla hastaneye getirdiklerini öğreniyor, meğer dün sabahtan beri uyuyormuş olduğunu yeni fark ediyordu.
Bir süre hareketsizce yattı. Odanın içinde dolaşan hemşirelerin ayak sesleri, cihazların arada bir veren uyarı tonları kulağına doluyordu. Ama onun zihni, tek bir yere takılı kalmıştı: Eşi nerede?
Kalbi hızlandı. Yataktan kalkmaya çalıştı fakat vücudu kendisine itaat etmiyordu. Kolları uyuşmuş, bacakları sanki kendisine ait değilmiş gibiydi. Yanından geçen genç bir hemşire onun kıpırdandığını fark etti, hemen başucuna geldi.
“Lütfen yatın, daha yeni uyandınız,” dedi yumuşak bir sesle.
Adamın dudakları titredi. “E… eşim? O… nerede?”
Hemşire bir an duraksadı. Gözleri hafifçe kaçtı ama hemen toparlandı. “Merak etmeyin,” dedi, “kayıtlarınızda birlikte getirildiğiniz yazıyor. Arkadaşlarımdan bilgi isteyeceğim. Siz şimdi sakin olun.”
“Sakin olmak…” diye mırıldandı adam. Enkazın soğuk karanlığı, toz kokusu, eşinin elini tutmaya çalışırken hissettiği çaresizlik bir anda geri geldi. Gözlerinin önünde gri bir bulut gibi dolaşan anılar kalbini sıkıştırıyordu.
Hemşire uzaklaşırken odadaki diğer hastalara göz attı. Kimi ağır yaralıydı, kimi sadece derin bir uykuya dalmış gibi yatıyordu. Her bir yüzün ardında ayrı bir hikâye, ayrı bir kayıp vardı. Ve o an, yalnız olmadığını, yaşadıkları acının binlerce insana dokunduğunu fark etti.
Başucundaki serum yavaşça damlamaya devam ederken gözleri tavana dikildi. Kendini çaresizlik ile umut arasında sıkışmış hissediyordu. Eşini düşünürken boğazına bir yumru oturdu.
“Ne olur…” diye içinden geçirdi, “Ne olur iyi olsun…”
O an odanın kapısı açıldı ve içeri beyaz önlüklü bir doktor girdi. Gözleri önce hasta listesine, sonra onun yüzüne döndü. Adamın kalbi bir kez daha hızlandı.
Doktor yaklaşırken dudakları titredi: “Eşim… Eşim iyi mi?”
Doktor, onun endişeyle titreyen bakışlarını görünce bir sandalyeyi çekip yatağın yanına oturdu. Bu hareket bile adamın göğsünde yeni bir korku yarattı. Çünkü doktorlar acı haberi ayakta vermezdi; bunu herkes bilirdi.
Yutkundu, sesi boğazına düğümlendi: “Ne olur… söyleyin. Eşim yaşıyor mu?”
Doktor derin bir nefes aldı. Gözlerini bir anlığına yere indirdi, sonra adamın gözlerine baktı. “Eşinizi de enkazdan çıkarmışlar,” dedi yavaşça. “Ama maalesef yapacak bir şey yokmuş.”
Adamın yüreğine ince bir sızı oturdu, oğlundan sonra şimdi de eşini kaybetmişti.
Doktorun sesi odanın içindeki tüm uğultuyu susturdu.
Adam, söylenen kelimelerin havada asılı kaldığını hissetti. Sanki zaman bir anlığına durdu. Yatağın kenarındaki beyaz çarşaf dalgalanmayı bıraktı, odanın ışığı bile soldu sanki.
“Ne… ne demek yapacak bir şey yokmuş?” diye fısıldadı.
Sesi kendi kulağına bile yabancı geliyordu; boğazı kurumuş, kelimeler yarım çıkmıştı.
Doktor yine derin bir nefes aldı. Bu defa daha ağır, daha zorlayıcıydı. “Eşinizi çıkardıklarında… çok uzun süre enkaz altında kalmıştı. Kalbi durduktan sonra müdahale edilmiş ama geri döndürülememiş. Çok özür dilerim.”
Adam bir anda nefes alamadı. Göğsü sanki içten çökmüş, bir parçası yerinden kopmuş gibiydi. Gözleri büyüdü, bakışı boşluğa takıldı.
“Hayır…” dedi kısık bir sesle, “hayır, o… o beni bırakmaz… Bırakmazdı…”
Doktor bir şey söylemek istedi ama adamın içinden kopan sessiz çığlığa saygı duyarak sustu. Adamın dünyası bir anda karanlığa büründü. O an, enkazın altında hissettiği çaresizlik yeniden çöktü üstüne. Ama bu kez kurtulmaya dair hiçbir umut yoktu.
Gözlerinden yaşlar akmak yerine içeri doğru aktı sanki; dışarı çıkamayan bir acı, içini çepeçevre kavrayan bir yangın…
Eşinin sesi kulaklarında çınladı: “Birlikte başarırız… Hep yanındayım…”
“Yanımdaydın…” dedi adam titreyen dudaklarıyla, “yanımdayken bile… koruyamadım seni…”
Doktor hafifçe elini adamın omzuna koydu. “Bu sizin suçunuz değil,” dedi sessizce. “Hiç kimsenin böyle bir felakete karşı gücü yok. Elinizden geleni yapmışsınız.”
Ama adam duymadı. Zihni, eşinin gülüşüyle doldu. Birlikte geçirdikleri akşamlar, tartıştıkları küçük şeyler, barışırken birbirlerine sarıldıkları o anlar… Her şey bir anda çok uzak, bir daha dokunulamayacak kadar erişilmez görünüyordu.
Odanın içi ağırlaştı. Hava bile nefes alınmaz hâle geldi. Adam başını yastığa gömdü, iki eliyle yüzünü kapattı. Sessizlik… Sonra kısık bir inilti gibi döküldü dudaklarından: “Ben… şimdi ne yapacağım?”
Bir hafta sonra hastaneden taburcu edilen Mükremin amca, o süre içinde eşiyle ilgili kimsenin kendisine bir şey söylemediğini zannediyordu. Ama taburcu işlemleri yapılırken gerçeği öğrendi: Eşi çoktan defnedilmişti.
Kalbi, ikinci kez enkaz altında kalmış gibi oldu. Ayakta durmakta zorlandı. Eşinin mezar yerini kayıtlardan öğrendi; sessizce başını sallayıp oraya gitti. Mezarının başında uzun süre konuşmadan durdu. Toprağın kokusu, havanın soğukluğu, rüzgârın hafif uğultusu… Hepsi bir araya gelince içindeki boşluk daha da derinleşti.
“Ben gelemedim… Affet beni,” diye fısıldadı toprağa, gözlerinden yaş süzülürken.
Sonra eliyle toprağı okşadı. Ayağa kalktığında dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi ama yine de mahallesine doğru yürümeye başladı.
Hastaneden mezarlığa gelirken gördüklerine artık daha dikkatli bakıyordu: Yıkıntılar arasında dolaşan iş makineleri… Kamyonlara yüklenen molozlar… Evlerinden geriye kalanları kurtarmaya çalışan insanlar… Her bir yüzün üzerinde derin bir yorgunluk, bir sessiz çığlık vardı.
Mahallenin girişine geldiğinde yutkundu. Acaba kendi evi ne haldeydi? Bu soru bir haftadır zihninde dolaşıp duruyordu. Fakat cevabından da aynı ölçüde korkuyordu.
“Eşim gitti,” dedi içinden, “artık hayatta kalmamın ne manası var ki?” Ama hemen ardından bu düşünceyi bastırdı. “Allah böyle istemiş demek ki. O’ndan gelen her şey baş üstüne.”
Yavaş adımlarla mahallesine girerken, eskiden çocuk sesleriyle dolan sokaklarda şimdi yalnızca rüzgârın tozu savuran uğultusu vardı. Mükremin amcanın içi sıkıştı hem kendi evini merak ediyor hem de o evin yıkılmış hâlini görmeye dayanamayacağından korkuyordu.
Evinin önüne geldiğinde bir an nefesi kesildi. Evin yarısı hâlâ ayaktaydı; diğer yarısı ise yerle bir olmuş, duvarlar içeri doğru çökmüş, çatının bir kısmı tamamen dağılmıştı. Mükremin amca, onları o yıkıntının altından çıkardıklarını o an gerçekten idrak etti. Bir duvar parçasına dokundu; soğuk, tozlu ve paramparçaydı.
Titreyen adımlarla içeri girdi. Önce salonun bulunduğu yere baktı, sonra mutfağa… Odaları tek tek dolaştı. Ama her odada kalbine bir çivi daha çakıldı; çoğu eşyanın yerinde olmadığını fark etti.
Kırılmış camlar, devrilmiş dolaplar, darmadağın olmuş duvarlar arasında garip bir boşluk vardı. Sanki biri buralara girmiş ve ne bulduysa alıp götürmüştü.
Mükremin amcanın yüzü kızardı, boğazı düğümlendi. “Bu kadar acının içinde bile…” diye mırıldandı öfkeyle. “Hırsızlık mı? İnsanlık mı kaldı?”
Kendi kendine cevap verdi sonra: “Hayır… Bunlar insan olamaz.” Yüreğinde sarsıcı bir hüzünle birlikte başka bir duygu daha kabardı: Öfke… Şehrin yarısı yıkılmışken, insanlar acı içindeyken, bazıları hâlâ fırsat kollamış, sahipsiz evlere dadanmıştı. Bu yıkımda bile vicdanını kaybetmeyenler vardı ama bir de bu karanlığın içinde fırsat arayanlar…
Mükremin amca, yıkılmış bir duvarın kalıntısına oturdu. Elleri dizlerinde kenetlendi, gözleri evinin dağılmış kalbine daldı. “Allah büyük,” dedi derin bir nefes alarak. “Kimin ne yaptığını O bilir. Her şeyin hesabı zamanı gelince görülür.”
Yorgun bir şekilde eve son kez bakıp iç çekti. Bu ev artık ne yuva gibiydi ne de anılarını taşıyan bir sığınak… Yarı yıkık, yarı boş, içi çekilmiş bir kabuktan ibaretti.
Mükremin amca evinin kapısından ağır adımlarla çıktı. Yıkıntıların arasında ilerlerken sokakta birkaç tanıdık yüz gördü. Onlar da kendi evlerinin başında, çökmüş duvarlara elleriyle dokunarak neyi nasıl toparlayacaklarını düşünmeye çalışıyorlardı.
Mahallenin eskiden çocuk sesleriyle dolanmış olan o sokakları şimdi derin bir sessizlik içindeydi. Herkes ayakta, fakat herkes bitikti.
Tam köşe başına geldiğinde yaşlı komşusu Emine teyzenin kendisine doğru baktığını gördü. Gözleri kıpkırmızıydı, belli ki günlerdir ağlıyordu. Yavaşça ona yaklaştı.
“Emine…” dedi kısık bir sesle. Emine teyze başını kaldırdı, baktı, gördüğü an yüzünde bir acı ifadesi belirdi. “Ah Mükremin kardeşim…” dedi, titreyen sesiyle. “Başın sağ olsun. Çok zor… çok.”
Mükremin amca ne diyeceğini bilemedi. Kelimeler boğazına düğümlendi. Sanki dili var ama konuşmak istemiyordu. “Sağ ol abla,” diyebildi sadece.
Emine teyze yanındaki duvar taşını gösterdi: “Bak, bizim ev de gitti… Oğlanları gönderdim, küçükleri başka şehre götürdüler. Burada kalınmaz artık. Ama nereye gidilir onu da bilmiyorum.”
Mükremin amca başını salladı. “Her yer aynı… Herkes perişan.”
O sırada diğer komşuları Hasan amca yanlarına geldi. Yüzüne yapışmış toz tabakasıyla, çökmüş bir insan gibi görünüyordu. “Mükremin, senin evi de gördüm,” dedi. “Bir tarafı ayakta kalmış ama içi… Allah sabır versin.”
Mükremin amca gözlerini yere indirdi. “Eşyaları da çalmışlar,” dedi, acı bir tebessümle. “Yıkımdan sağ kalanları da insanlar yok etmiş.”
Hasan amca öfkeyle tükürdü. “Kapkara bir dönemden geçiyoruz. Ev yıkılır yapılır ama insanlık yıkılırsa nasıl yapılır, onu bilmiyorum.”
Bir süre üçü de sessizce, yıkıntıların ortasında durdular. Rüzgâr hafif hafif esiyor, toz bulutları havada dönüyordu. Her birinin yüzünde aynı ifade vardı: Kayıp, öfke, çaresizlik… ama içlerinde bir yerlerde, hâlâ küçük bir umut kıpırtısı.
Emine teyze sessizliği bozdu: “Mükremin, sen nereye gideceksin şimdi?”
Mükremin amca derin bir nefes aldı. “Bilmem…” dedi. “Aslında bu evde yaşanmaz. Eşim yok… kimsem yok. Ama içimden hiçbir yere gitmek gelmiyor. Sanki eşim ve oğlum buradaysa ben de buradayım gibi... Ayakta kalan odaları toparlar burada yaşamaya devam ederim”
Emine teyzenin gözleri doldu. “Allah sabır versin,” dedi. “Senin yükün hepimizden ağır.”
Mükremin amca başını salladı, ama içinde öyle büyük bir boşluk vardı ki kelimeler artık anlamını yitiriyordu. Çevresine son bir kez baktı: Yıkılmış evler, dağılan hayatlar, yüzlerinde acının çizgileri derinleşmiş insanlar…
“Bu sokak,” dedi içinden, “bizim sokağımız mıydı gerçekten?”
Bir süre öylece durduktan sonra tekrar evine döndü. Yıkık duvarların arasından geçip içeri girdi. Ayakta kalan odaları tek tek dolaşıp kullanılabilecek ne varsa bir araya getirdi. Bir odayı, hiç değilse gece başını koyabileceği kadar toparlamaya çalıştı. Tozu, kırığı, döküntüyü temizlerken içinden kopan acıyı da sanki süpürmeye çalışıyordu ama o acı hiçbir yere gitmiyordu.
Gece çöktüğünde kendini yatağa bıraktı. Yorgundu hem bedenen hem ruhen. Ama uyku ona uğramıyordu. Gözlerini kapadığında eşiyle geçirdiği yılları, yıllar önce oğlunu kaybetmesi, deprem gecesi yaşadıkları, hastanedeki sessizlik bir bir tekrarlandı. Ne zaman uykuya dalacak gibi olsa, bir çatı gürültüsü, bir rüzgâr uğultusu ya da kendi kalbinin hızlı atışıyla irkilip uyanıyordu.
Sonraki günlerde komşuların yardımıyla evin ayakta kalan kısımlarını biraz daha düzene soktu. Kimisi elinde süpürgeyle geldi, kimisi bir tas çorba ile… Omuz omuza verip yarısı yıkılmış bu evi yaşanır hâle getirmeye çalıştılar.
Mükremin amca, yıkıntılar arasında bile insanların birbirine nasıl tutunduğunu o zaman daha iyi anladı.
Devletin ve hayır kurumlarının gönderdiği yardımlar sayesinde ilk birkaç ay idare etti. Bazen bir koli erzak geldi, bazen bir battaniye, bazen sıcak yemek… Her gelen yardım ona hem yaşadığı acıyı hatırlatıyor hem de yalnız olmadığını hissettiriyordu.
Aylar sonra şehir yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı. Sokaklarda yeniden çocuk sesleri duyuluyor, iş makinelerinin yerine onarım ekiplerinin sesleri yükseliyordu. İnsanlar kaybettiklerine ağlamayı hiç bırakmasalar da hayata yeniden tutunmaya çabalıyorlardı.
Ama Mükremin amca için her gün aynıydı: Eksik, kırık, yalnız… Yine de nefes alıyordu. Yine de ayakta duruyordu. Çünkü hayat, her şeye rağmen devam ediyordu.
Depremin üzerinden üç yıl geçmişti. Üç yıl… Acının, sessizliğin ve alışmaya çalışmanın iç içe geçtiği bir zaman.
Mükremin amca hâlâ o yarısı yıkık evde yaşamaya devam ediyordu. Ne elini tamir işlerine uzatmaya gönlü vardı ne de yüreği buna izin veriyordu. Her duvarında eşinin nefesi, her köşesinde onun dokunduğu bir anı vardı.
Evin tamir edilmesi demek, sanki o anıları bozmak, değiştirmek, yeniden yazmak demekti. O ise böyle bir şeye hiç cesaret edemiyordu.
Maddi gücü zaten yoktu. Yıllarca biriktirdikleri ne varsa depremle birlikte yok olup gitmişti.
Devlet gelip eve baktığında “Yıkık ama ayakta” demişti. Bu yüzden ona yeni konut çıkmamış, yardım listesine alınmamıştı. Kâğıt üzerinde “oturulabilir” görünen ev, gerçekte rüzgârda sızlayan duvarlarla ayakta kalan bir hatıradan ibaretti.
Ama Mükremin amca için bu ev başka bir şeydi: Ömrünün bugüne kadar olan kısmını, eşinin tüm ömrünü verdiği yer.
Her sabah kalktığında gözünü eşinin yıllar önce aldığı duvar saatine dikerdi. Saatin camı depremde çatlamıştı ama hala çalışıyordu. Saniye kolunun çıkardığı hafif tıkırtı, evde duyduğu tek düzenli sesti.
Bazen oturma odasına geçip eşinin en sevdiği koltuğa bakardı. O koltuk deprem sırasında devrilmiş, bir ayağı kırılmıştı. Mükremin amca onu düzeltip eski hâline getirebilirdi belki… ama yapmadı. Çünkü koltuğu kaldırsa, eşinin kokusunun son kalan izlerini de kaybedeceğinden korkuyordu.
Geceleri rüzgâr estiğinde yıkık duvarın arasından ince bir uğultu gelir, Mükremin amca ise başını yastığa koyarken hep aynı cümleyi fısıldardı: “Sen yoksun ya… evin yarısı değil, içim yıkık aslında.”
Komşular yardım eli uzatmak istedikçe teşekkür edip geri çeviriyordu. Kimseyi yormak istemiyordu. Ve kimse dokunsun istemiyordu bu eve. Bu hâliyle bile eşine en yakın olduğu yer burasıydı.
Yıllar geçse de kararından dönmedi. “Bu evde başladık,” diyordu kendi kendine, “bu evde bitecek.”
































