SON DAKİKA
İrfan BAŞARANOĞLU

YALNIZLIĞIN SONU; HASTANE ODASI

YALNIZLIĞIN SONU; HASTANE ODASI
A- A+

Adıyaman’ın Çelikhan ilçesine bağlı dağ köyünden, sabahın erken saatlerinde yola çıkan Abuzer’in elinde ne bir çanta vardı ne de bir poşet… Üzerinde yılların yorgunluğunu taşıyan bir ceket, ayağında toz içindeki lastik ayakkabılarla Malatya’ya varmıştı. Cebinde, yaşlı babasının “işini görün de karnın doysun” diyerek verdiği birkaç banknot kalmıştı; dolmuş parasını ödedikten sonra geriye ancak üç beş kuruşu kalmıştı.

Elinde buruşturulmuş bir kâğıt parçası vardı; üzerinde, köyden hemşerisi Süleyman’ın adresi yazıyordu. Şehri ilk kez gören Abuzer, yüksek binaların, kalabalığın ve kornaların arasında yönünü bulmaya çalışıyordu. Sokaktan geçenlere kâğıdı uzatıyor, “Buraları bilirsiniz, şurası neresidir acaba?” diye soruyordu.

Otobüs durağında bekleyen genç bir delikanlı, kâğıda şöyle bir bakıp “Ben bu mahalleyi bilirim ama evi tam tarif edemem. Mahalleye gidince birilerine sor, mutlaka biri gösterir,” dedi. Abuzer, gencin tarif ettiği yönde yürümeye koyuldu.

Ana caddeden ayrılıp dar sokaklara girince şehir biraz sessizleşti. Duvar diplerinde oynayan çocukların sesleri, evlerden yükselen yemek kokularıyla karışıyordu. Üzerinde yorgunluğun ve umutla karışık bir tedirginliğin ağırlığı vardı. Nihayet, adresin yazılı olduğu mahalleye geldiğini anlayınca bir bakkal dükkânına girdi.

Bakkal, Abuzer’in elindeki kâğıda baktı, sonra karşıdaki sokağı işaret etti:
“Şu köşeyi dön, üçüncü ev orası. Süleyman usta orada oturuyor,” dedi.

Abuzer, derin bir nefes aldı. İçinde hem sevinç hem de biraz çekingenlik vardı. Yabancı bir şehirde, tanıdık bir kapının önüne varmanın huzuruyla adımlarını hızlandırdı.

Süleyman’ın evinin kapısını çaldığında, kapıyı yedi sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu açtı. Çocuk ürkek bir sesle, “Babam evde değil amca, inşaata gitti. Akşama gelir,” dedi.

Tam o sırada içeriden bir kadın sesi duyuldu. Süleyman’ın eşi, elindeki önlüğü silkeleyerek kapıya çıktı. Abuzer’i görünce önce kısa bir an duraksadı, sonra yüzüne tanıdık bir gülümseme yerleşti.

“Sen bizim köyden Abuzer değil misin? Hoş gelmişsin oğlum!” dedi.
Abuzer, mahcup bir edayla başını eğdi.

“Hoş bulduk yenge. Süleyman abiyi görecektim, bir iş bakınmaya geldim Malatya’ya.”

Kadın, eşinin akşamüstü altı gibi işten geleceğini söyleyerek, “İstersen içeri gir, dinlen biraz,” dedi. Fakat Abuzer, ilk defa geldiği şehirde tanıdık bir evin kapısında bile çekingenlik hissediyordu.

“Yok yenge, ben az ileride bir kahvehane gördüm. Orada oturayım, akşama gelirim,” diyerek kibarca izin istedi.

Evden ayrılıp az önce önünden geçtiği kahvehaneye girdi. Saat öğleyi çoktan geçmişti. İçeride tütün dumanı, çay kokusu ve mahallelinin alçak sesli sohbetleri vardı. Abuzer bir köşeye oturup, cebindeki son parayla bir çay söyledi. Bardaktan yükselen buharın içinde düşüncelere daldı hem geçmişi hem de önünde uzanan belirsiz geleceği düşündü. Süleyman’ın gelmesine birkaç saat kalmıştı, ama o birkaç saat Abuzer’e bir ömür kadar uzun geldi.

Hava kararmaya yüz tutmuş, sokak lambaları birer birer yanmaya başlamıştı. Gün boyu inşaatta çalışmanın yorgunluğunu taşıyan Süleyman, toz içinde kalmış iş elbiseleriyle kahvenin önünden ağır adımlarla geçiyordu.

Cam kenarındaki masada oturan Abuzer, onu görür görmez yerinden fırladı. Kalbi sevinçle çarpmaya başladı.

“Süleyman abi!” diye seslendi, heyecanla dışarı fırlayarak.

Süleyman sesin geldiği yöne dönüp baktığında, karşısında köyden tanıdığı o mahcup, genç yüzü görünce önce bir an durakladı, sonra şaşkın bir gülümseme belirdi yüzünde.

“Abuzer? Oğlum sen misin, ne işin var burada?” dedi.

Abuzer, saygılı bir edayla başını öne eğdi.

“Abi, çalışmaya geldim. Senin adresini babamdan almıştım… Sana uğrayayım dedim,” diye yanıtladı.

Süleyman, bir yandan Abuzer’in omzuna dostça vururken diğer yandan yüzündeki yorgunluk biraz olsun dağıldı.

“İyi etmişsin be oğlum, keşke haber etseydin. Hadi, eve gidelim, karnını doyururuz,” dedi.

O an Abuzer’in içini sıcak bir güven duygusu kapladı. Gün boyu yabancı bir şehirde hissettiği yalnızlık, birden silinmiş gibiydi.

Süleyman ve Abuzer, dar sokaklardan geçerek mütevazı evin kapısına vardılar. Evden yemek kokuları yayılıyordu; tencerenin fokurtusu, uzaktan duyulan çocuk seslerine karışıyordu. Süleyman kapıyı çaldığında içeriden hemen eşi çıktı. Kapıda Abuzer’i görünce yüzüne sıcak bir tebessüm yerleşti.

“Hoş geldin Abuzer oğlum, Süleyman’la buluşmuşsunuz.” dedi.
“Sağ olun yenge, buluştuk. Allah razı olsun,” dedi Abuzer, mahcup bir sesle.

Kadın, “Yorgunsunuzdur, buyurun içeri,” diyerek kapıyı ardına kadar açtı. İçeride küçük bir masa kurulmuş, ortasında buharı tüten bir tencere, yanına da birkaç tabak turşu ve ekmek konmuştu. Abuzer, ayağındaki tozu silkeleyip eşiğin önünde durakladı; içeriye girmeye çekiniyordu. Süleyman gülerek,
“Ne duruyorsun oğlum, sanki yabancı mısın? Geç otur,” dedi.

Abuzer, “Sağ ol abi,” diyerek usulca içeri girdi.

Sofraya oturduklarında evin küçük oğlu hemen yanlarına gelip merakla Abuzer’e baktı. Süleyman çocuğun başını okşadı,

“Bu, bizim köyden Abuzer amcan. Sen daha küçüktün, hatırlamazsın,” dedi.

Yemek boyunca Süleyman, köyden haberleri sordu.

“Bizim yayla yolu hâlâ bozuk mu? Hani şu yıllardır yapılmayan köprü...”
Abuzer başını salladı:

“Aynı abi. Babam hâlâ o yolu her gün söylenerek geçiyor.”

Süleyman bir an sustu, derin bir nefes aldı.

“Ah köy… Ne zordu orada yaşamak ama yine de insanın yüreği hep orada kalıyor,” dedi.

Kadın, çayları getirirken araya girdi:

“Burası da kolay değil Süleyman. Gün boyu inşaatta, gece yorgunlukla uyuyorsun. Ama hiç değilse bir iş var, bir lokma ekmek var.”

Abuzer, onların konuşmalarını sessizce dinliyordu. O an, bu küçük evde, şehirdeki soğuk kalabalıktan uzak bir sıcaklık hissetti. Uzun zamandır hissetmediği “ait olma” duygusu yavaş yavaş içini ısıtıyordu.

Sofra kaldırıldığında Süleyman,

“Abuzer, artık senin de burada bir yerin olacak. Yarın birlikte inşaata gider patrona söyleriz, seni de işe alır,” dedi.

Abuzer’in gözleri doldu. Boğazı düğümlendi, sadece,

“Allah senden razı olsun abi, bende sana bunu nasıl söyleyeceğim diye düşünüp duruyordum” diyebildi.

O gece, evin bir köşesinde yere serilen yatağa uzandığında, yorgun bedenine rağmen uzun süre uyuyamadı. Dışarıda rüzgâr hafif hafif esiyor, uzaklardan bir köpek havlıyordu. Abuzer, gözlerini tavana dikip içinden fısıldadı:
“Belki de kaderim burada değişecek...”

Sabah ezanıyla birlikte Süleyman’ın evinde bir hareketlilik başladı. Küçük çocuk okul hazırlığındaydı, Süleyman ise elindeki eski iş çantasına aletlerini yerleştiriyordu. Abuzer, daha hava tam aydınlanmadan uyanmış, yatağını toplamıştı. Oda soğuktu ama içinde tuhaf bir heyecan vardı; yıllardır köydeki tarlalardan başka bir yerde çalışmamıştı.

Süleyman gülümseyerek,

“Hazır mısın Abuzer?” dedi.

“Hazırım abi,” diye yanıtladı Abuzer, ellerini ovuşturarak.

Süleyman’ın eşi kapıdan uğurlarken, “Allah işinizi rast getirsin,” dedi.

Sokaklar henüz tam uyanmamıştı; sabah serinliği yüzlerine vuruyor, ayaz ellerini üşütüyordu. Dolmuşa bindiklerinde Abuzer, şehrin sabah halini pencereden izliyordu: Fırınlardan yükselen sıcak ekmek kokusu, işine yetişmeye çalışan insanların telaşı, uzaktan duyulan şehrin gürültülü havası… Bütün bunlar ona hem yabancı hem de büyüleyici geliyordu.

İnşaat alanına vardıklarında kocaman bir beton yığını karşıladı onları. Vinçler ağır ağır dönüyor, demirlerin birbirine çarpan sesi havada yankılanıyordu. Süleyman, Patrona yaklaşıp Abuzer’i tanıttı.
“Bizim köylü, çalışmak ister. Elinden iş gelir,” dedi.

Patron, baştan ayağa Abuzer’e baktı, sonra kısa bir sessizlikten sonra,
“Peki, bugün başlasın bakalım. El becerisine bakarız,” dedi.

Abuzer hemen kolları sıvadı. Önce harç taşıdı, sonra demir bağladı. Ellerinin nasır tutmasına, omzuna saplanan ağrıya aldırmadı. Gün ilerledikçe yorgunluğu artıyor, ama içinde garip bir huzur hissediyordu. Her kürek darbesinde, sanki köydeki yoksullukla, çaresizlikle, alın yazısıyla hesaplaşıyordu.

Öğle arasında Süleyman yanına oturdu, eski kola şişesinden su uzattı.
“Zor değil mi ilk gün?” diye sordu.

Abuzer hafifçe gülümsedi.

“Zor abi… ama ben zorlukla büyüdüm. Bu bana koymaz,” dedi.

Süleyman onun omzuna dokunup,

“Helal olsun sana. Azmine bakılırsa burada tutunursun sen,” dedi.

Akşamüstü güneş yavaşça batarken, gökyüzü turuncuya büründü. Abuzer, inşaatın yüksek duvarlarının arasından o ışığa baktı. İçinde bir ses fısıldıyordu:

“Belki de bu şehirde yeniden doğacağım.”

O gün, eve döndüklerinde Süleyman’ın eşi onları sıcak bir çorbayla karşıladı. Abuzer’in elleri nasırlaşmış, kolları ağrımıştı ama yüzünde tarifsiz bir memnuniyet vardı.

Yatağa uzandığında göz kapakları ağırlaşırken, içinden şunu geçirdi:
“Yarın yine çalışacağım… Ama kalacak bir yer bulmalıyım, artık bir umudum var.”

Ertesi sabah, gün doğmadan yine yola koyuldular. Hava serindi; şehrin sokakları henüz uykusundan yeni uyanıyordu. Dolmuşa bindiklerinde Abuzer, bir süre sessizce camdan dışarı baktı. Sonra tereddütlü bir sesle,
“Abi,” dedi, “benim bir kalacak yer bulmam lazım. Sürekli sizde kalmam olmaz. İstersen inşaatta da yatıp kalkabilirim, bana fark etmez.”

Süleyman, dostça bir tebessümle başını salladı.

“Sen dert etme oğlum, hallederiz. Önce işini bir sağlamlaştıralım,” dedi.

İnşaata vardıklarında her zamanki koşuşturma başlamıştı. Beton karıştırıcıları dönüyor, işçilerin bağırışları, demir sesleri birbirine karışıyordu. Abuzer, terini silip harç taşırken, Süleyman bir fırsatını bulup patronun yanına gitti. Ona Abuzer’den bahsetti; çalışkan, sessiz, güvenilir bir delikanlı olduğunu anlattı.

Patron başını sallayıp, “Tamam,” dedi. “Çalışmaya devam etsin. Kalacak yer meselesini de çözeriz.”

Öğle arasında Süleyman, Abuzer’i yanına çağırdı. Elinde bir çay bardağıyla hafif gülümseyerek,

“Bak oğlum,” dedi, “patronla konuştum. Artık burada çalışmaya devam edebilirsin. Kalacak yerini de ayarladık. Şantiyenin bekçisi karavanda kalıyor. O iyi bir adamdır, sana da yer açar. Bundan sonra orada yatarsın.”

Abuzer, elindeki ekmeği yavaşça bıraktı. Gözlerinde hem sevinç hem de minnettarlık vardı.

“Allah razı olsun abi, ne desem azdır,” dedi.

Süleyman, onun omzuna hafifçe dokunup gülümsedi:

“Biz köylüyüz Abuzer. Burada birbirimize sahip çıkmazsak kim çıkar?”

O an Abuzer, içinde bir huzur hissetti. Artık bu şehirde yalnız olmadığını, tutunacak bir dal bulduğunu anlamıştı.

Akşam paydos zili çaldığında, işçiler yavaş yavaş dağıldı. Süleyman, “Hadi gel, seni bekçi ile tanıştırayım ve kalacağın karavanı göstereyim,” diyerek Abuzer’i şantiyenin arka tarafına götürdü. İnşaatın gürültüsünden uzak, sessiz bir köşede paslanmış bir karavan duruyordu. Yan tarafında küçük bir soba borusu uzanıyor, önünde iki tahta iskemle duruyordu.

Kapı açıldığında içeriden yaşını almış, sakallı bir adam çıktı. Üzerinde eski bir hırka, başında yıpranmış bir bere vardı. Süleyman gülümseyerek,
“Selamünaleyküm Bekir Ağa,” dedi.

“Ve aleykümselam Süleyman,” diye karşılık verdi adam. Gözlerini Abuzer’e çevirdi, ölçer gibi baktı.

Süleyman devam etti:

“Bu bizim köyden, Abuzer. İşe yeni başladı. Patron, karavanda ona da yer açabileceğini söyledi.”

Bekir Ağa bir an sustu, sonra başını hafifçe eğip,

“Olur, gelsin. Genç adam iyidir, yalnızlık da çekilmez zaten,” dedi.

Karavanın içi küçük ama düzenliydi. Bir köşede dar bir ranza ve alt bölümünde bir yatak, diğer köşede eski bir soba ve çaydanlık duruyordu. Pencerenin önündeki rafta birkaç kitap, biraz da ekmek ve peynir vardı. Abuzer eşyası olmadığı için ayakta öylece karavanın içini seyre dalmıştı.

Süleyman, akşam karavanın önünde bir süre durup düşündü. Sonra Abuzer’e dönerek,

“Ben artık eve geçeyim,” dedi. “Sen de benimle gel, sana yatak yorgan ayarlayalım. Birkaç da kap kacak buluruz, burada lazım olur.”

Abuzer önce tereddüt etti. “Abi, zahmet olmasın,” dedi utangaç bir sesle.
“Ne zahmeti oğlum, biz de böyle başlamadık mı? Hadi yürü,” dedi Süleyman, kararlı bir edayla.

Eve vardıklarında Süleyman’ın eşi hemen işe koyuldu. Abuzer’in iki gecedir yattığı döşeği, yorganı ve yastığı özenle balya yaptılar. Süleyman, “Şunlar da lazım olur,” diyerek bir sepetin içine tabak, kaşık, çatal, bardak ve küçük bir tencere koydu. Kadın, sepete bir parça sabun ve havlu da ekledi.

“Hiç değilse el yüzünü rahat yıkarsın,” dedi gülümseyerek.

Abuzer’in içi doldu. “Allah sizden razı olsun, ben böyle iyiliği unutamam,” diyebildi sadece.

Süleyman, “Bırak şimdi minneti, herkes birine el uzatırsa dünya dönmeye devam eder,” dedi. Sonra balyayı ve sepeti alıp birlikte dolmuş durağına kadar yürüdüler. Hava serinlemiş, sokak lambaları sarı bir ışıkla yolları aydınlatıyordu.

Dolmuş gelmeden önce Süleyman cebinden birkaç banknot çıkarıp Abuzer’in eline sıkıştırdı.

“Al oğlum, lazım olur. Sabah inşaatta görüşürüz,” dedi.

Abuzer, parayı almak istemedi ama Süleyman’ın ısrarı karşısında sessiz kaldı. Elleriyle Süleyman’ın elini sıkarak öptü, gözleri dolmuştu.
“Allah senden bin kere razı olsun abi,” dedi.

Dolmuş uzaklaşırken Süleyman, yol kenarında el salladı. Abuzer, arka koltuktan dışarı bakarken içinden bir ses fısıldadı:

“İyi insanlar hâlâ var bu dünyada…”

O gece, karavana vardığında içi hem hüzünle hem de minnetle doluydu. Kendine ait birkaç eşyası, sıcak bir yatağı ve artık tutunabileceği bir dostu vardı.

Karavanda Bekir Ağa sobayı yakarken, aralarındaki sessizliği bozan ilk söz ondan geldi:

“Adıyamanlıymışsın ha? Buralar yabancıdır ama alışılır. Ben de Sivaslıyım, kırk yıldır memleket yüzü görmedim.”

Abuzer hafifçe gülümsedi.

“İnsan alışır mı Ağa?” dedi.

“Alışır evlat… ama memleket kokusu burnundan hiç gitmez.”

Gece ilerledikçe rüzgâr karavanın teneke duvarlarına vuruyor, sobadan arada bir çıtırtı yükseliyordu. Abuzer yorganı üzerine çekip duvara yaslandı. Uykusu yoktu; aklında babasının yüzü, köyün tozlu yolları, annesinin tarlada giydiği başörtüsü vardı. Gözlerini kapadı, içinden sessizce dua etti:

“Allah’ım, bana da bir yer nasip et bu şehirde…”

Dışarıda rüzgâr uğuldarken, Abuzer ilk kez şehirde kendine ait bir köşe bulduğunu hissetti — dar, soğuk ama umut dolu bir köşe.

Süleyman bir gün Abuzer’i yanına çağırıp usulca bir zarf verdi. “Muhasebeden aldım,” dedi, “içinde bankamatik kartınla sigorta kartın var. Maaşın buraya yatmış — bankanın para çekme makinesinden çekebilirsin.” Bir an durdu, Abuzer’in gözlerine baktı. “Bunları sakın kaybetme. İstersen iş çıkışı beraber gideriz, nasıl çekeceğini gösteririm.”

Süleyman ve Abuzer, paydos saatinde birlikte şehir merkezine indiler ve banka şubesinin bulunduğu caddeye doğru yürüdüler. Süleyman, Abuzer’e parayı çekerken yapması gereken adımları sakin ve detaylı bir şekilde anlattı. Abuzer’in yüzü heyecan ve sevinçle parlıyordu; ilk maaşını alacak olmanın gururu gözlerinden okunuyordu.

Maaşını aldıktan sonra geri dönerken, Abuzer, Süleyman’ın kendisine verdiği parayı geri vermek istedi. Ama Süleyman, hafifçe gülümseyip, kararlı bir sesle “Hayır, almam. Senin emeklerinle ilk kazandığın para bu,” dedi. Abuzer’in içinde minik bir burukluk olsa da gönlü rahatladı; onun yanında yaptığı iyiliğin bir karşılığı olmadığını biliyordu.

Yolda yürürken Abuzer bir oyuncakçı dükkanına girdi ve Süleyman’ın oğluna oyuncak bir kamyon seçti. Kasadan çıktığında, heyecanla Süleyman’a uzattı: “Oğlum bunu görünce çok sevinecek. Teşekkür ederim.”

Abuzer, gözleri dolu dolu, samimi bir sesle karşılık verdi: “Senin yaptıklarının yanında bir oyuncağın lafı mı olur? İleride daha güzellerini alırım.” Süleyman, içten bir gülümsemeyle başını salladı; o an, hem minik bir mutluluğun hem de güçlü bir güven bağının paylaşıldığını hissetti.

Abuzer, merakla babasına parayı nasıl gönderebileceğini sordu. Süleyman, gülümseyerek, “Yarın biraz erken çıkarız, PTT havalesi ile göndeririz,” dedi.

Abuzer’in yüzünde rahatlamış bir ifade belirdi; içinde hem sorumluluk hem de babasına yardım etmenin verdiği küçük bir gurur vardı. Süleyman, Abuzer’in omzuna hafifçe dokundu ve ekledi: “Merak etme, her şey yolunda olacak.”

Aylar geçtikçe Abuzer, Malatya’ya ve işine iyice alıştı; işinde ustalaşıyordu. Her ay maaşını aldıkça hem babasına para gönderiyor hem de birikim yapıyordu. İnşaat sezonu ara verildiğinde ise köye gidip annesini ve babasını ziyaret ediyordu.

Çalıştığı firma, önceki inşaatı tamamlayıp teslim etmiş ve şimdi yeni bir projeye başlamıştı. Abuzer de bu projede usta olarak çalışmaya başladı; maaşı da artmıştı. Yeni inşaat büyük bir projeydi: birkaç yıl sürecek, villalardan oluşan bir site inşaatıydı. Temeller atılmış, kalıplar çakılmış ve kaba inşaat işleri başlamıştı.

Abuzer, kendi küçük evini kiralamış ve artık orada kalıyordu. Annesini ve babasını yanına çağırıp beraber yaşamalarını teklif etti, fakat onlar kabul etmediler. “Biz köy hayatına alışkınız, şehirde yapamayız,” demişlerdi.

Abuzer ara sıra Süleyman abisiyle birlikte onların evine gidiyor, giderken de eli boş gitmiyordu. Pastalar, çikolatalar, küçük oyuncaklar götürerek Süleyman’a ve eşine olan minnettarlığını göstermeye çalışıyordu.

Bir gün inşaatta çalışırken midesine bir ağrı girdi. “Dün pişirdiğim yemekten olmuştur,” diyerek önemsemedi. Fakat ağrılar ertesi gün de devam edince hastaneye gitmeye karar verdi. Bu şehirde ilk kez bir hastaneye gidecekti ne yolunu biliyordu ne de yerini. İnşaattan izin alıp yola çıktı.

İnşaat, depremden sonra sağlam zemine yapılması için şehrin biraz dışında, tepelik bir bölgedeydi. Abuzer, ilk geldiği günkü gibi yine kendini yabancı hissetti. Yoldan geçen birine hastanenin yerini sordu. Öğrendiği şekilde belediye otobüsüne binip hastane durağında indi. Süleyman daha önce ona, “Acil servisten gir, daha çabuk muayene olursun,” demişti. O da öyle yaptı.

Muayene sonucu ağrısının mideden değil, apandisitinden kaynaklandığını ve patlamak üzere olduğunu öğrendi. Hemen ameliyata alındı ve operasyon başarıyla tamamlandı. Narkozun etkisi geçince Süleyman’ı arayıp durumu anlattı. Süleyman hiç vakit kaybetmeden hastaneye geldi. Bir süre onunla ilgilendikten sonra Abuzer’in evinin anahtarını alıp gerekli birkaç giyecek eşyayı getirdi.

Abuzer, hastane odasında yalnızlığını daha derinden hissetmişti. Fakat Süleyman’ın varlığı bu duyguyu hafifletti. Birkaç gün sonra Süleyman eşi Fadime’yle birlikte ziyarete geldi. Fadime, ev yapımı yemekler getirmişti.
Abuzer, “Niye zahmet ettin yenge? Sizin hakkınızı nasıl öderim bilmem,” diyerek teşekkür etti. Tüm bu iyilikler karşısında içten bir mahcubiyet duydu.

Ziyaret öncesinde Abuzer hastanenin verdiği yemeği yemişti. “Akşama da bunu yerim,” diyerek yemeği kenara koydu. Tam o sırada, hastane odasının kapısı aralandı. İçeri, boş yemek kaplarını almak için genç bir bayan girdi. Üzerinde hastane şirketinin görevli önlüğü vardı.

Fadime, genç kadını görünce dikkatle baktı ve birden yüzü aydınlandı.
— Meryem, sen misin? diye sordu.

Kadın şaşkınlıkla başını kaldırdı. Fadime gülümseyerek Abuzer’i gösterdi:
— Bu da bizim köylümüz Abuzer. Annesi Zeliha, babası da İsmail. Onu ziyarete geldik.

Meryem, adları duyar duymaz mahcup bir gülümsemeyle başını salladı.
— Kusura bakmayın, tanıyamadım. Biliyorsun babam yıllar önce köyden ayrılmış, ben de burada doğdum zaten, köyle fazla bağımız kalmadı,dedi.

Fadime, kısa bir sohbetin ardından Meryem’i Abuzer’le tanıştırdı. Onun ailesi hakkında kısaca bilgi verdi ve aynı köyden olduklarını özellikle vurguladı.

Bir süre köyden, geçmişten ve tesadüfün garipliğinden söz ettiler. Meryem, “Geçmiş olsun,” diyerek boş tabakları topladı ve kibarca odadan ayrıldı.

Ziyaret saati sona ermek üzereydi. Süleyman ve Fadime, Abuzer’e bir isteği olup olmadığını sordular. “Yok, sağ olun, her şeyim var, zaten iki gün sonra taburcu olacağım” diyen Abuzer’e iyi dileklerini iletip odadan ayrıldılar.

Aradan birkaç gün geçti. Abuzer’in yarası iyileşmiş, doktoru taburcu olabileceğini söylemişti. Süleyman sabah erkenden gelerek onu evine bırakacağını söyledi. Fadime de yine boş durmamış, sabah kahvaltısı için ev yapımı çörekler getirmişti.

Abuzer, eşyalarını toplarken kapı yeniden aralandı. İçeri giren Meryem, boş yatak çarşaflarını değiştirmek için gelmişti. Göz göze geldiler.
— Demek bugün çıkıyorsunuz, dedi Meryem, gülümseyerek.
— Evet, çok şükür, dedi Abuzer. Sayenizde buradaki günler kolay geçti.

Meryem hafifçe başını eğdi.

— Benim bir katkım olmadı ama yine de geçmiş olsun, dedi.

Süleyman o sırada eşyaları topluyordu. Fadime ise Meryem’e dönerek,
— Meryem kızım, fırsat bulursan bir gün uğra, bizim ev burada uzak sayılmaz, dedi.

Meryem teşekkür edip hastane işleriyle ilgilenmek üzere ayrıldı.
Abuzer, onun arkasından kısa bir an baktı. Yabancı bir şehirde, bir dost yüzü görmek insana iyi geliyordu.

O gün taburcu edildi. Süleyman’la birlikte evine dönerken pencereden otobüsün penceresinden dışarıya baktı; yol kenarındaki ağaçların sararan yaprakları arasında hastanedeki o birkaç günü düşündü.
Kendi kendine mırıldandı:

— İnsan, kiminle nerede karşılaşacağını hiç bilemiyor…

 

Taburcu olduktan sonra Abuzer birkaç gün evinde dinlendi. Ameliyat yarası hızla iyileşiyor, kendini her geçen gün daha iyi hissediyordu. Süleyman sık sık arayıp hâlini soruyor, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını öğrenmeye çalışıyordu.

Kendini toparladıktan birkaç gün sonra Abuzer yeniden işe başladı. İnşaattaki arkadaşları onu görünce sevinmişti. “Geçmiş olsun Abuzer, sensiz buralar sessizdi,” diyen Süleyman’ın sözleri içini ısıttı.

O hafta sonu, Abuzer işten çıkınca eve uğradı duş alıp üzerindeki elbiseleri değiştirdikten sonra çarşıya indi. Küçük bir pastane vitrininin önünde durdu; tatlı bir şeyler alıp Süleyman abisine ve Fadime yengesine teşekkür etmeye karar verdi. Birkaç pasta, çikolata ve taze meyve aldı.

Akşam üstü Süleymanların evine vardığında içeriden neşe dolu sesler geliyordu. Zili çaldı. Kapıyı açan Fadime gülümseyerek,

— Aaa Abuzer! Hoş geldin oğlum, buyur içeri, dedi.

Abuzer içeri adım attığında şaşırdı. Salonun ortasında oturan çiftle göz göze geldi. Yanlarında da tanıdık bir yüz vardı: hastanedeki görevli Meryem.

Fadime gülümseyerek tanıştırdı:

— Bak Abuzer, bu da Meryem’in annesiyle babası. Köyümüzden olduklarını söylemiştim ya, bugün onlar da bize uğradı.

Meryem hafifçe başını eğdi, utangaç bir tebessümle,

— Demek siz de geldiniz, hoş geldiniz, dedi.

Abuzer, elindeki paketi Fadime’ye uzatarak,

— Ben de size teşekkür etmeye gelmiştim, dedi

O akşam Süleymanların evinde sıcak bir sohbet başladı. Köyden, geçmişten, Malatya’nın eski günlerinden konuştular. Meryem’in babası, köyü yıllar önce terk ettiğini ama hâlâ rüyalarında o toprakları gördüğünü anlattı.
Abuzer sessizce dinliyor, bir yandan da içinden geçen bir hissi bastıramıyordu:
Yıllar sonra köyden biriyle bu şehirde karşılaşmak, sanki kaderin bir cilvesiydi.

Aradan haftalar geçti. Abuzer yeniden işine başlamış, eski gücüne kavuşmuştu. Her sabah şantiyeye giderken içinden şükrediyor, akşam olunca da evine dönüp sessizce günün yorgunluğunu atıyordu.
Ama o akşam Süleymanların evinde karşılaştığı Meryem’i arada bir hatırlamadan edemiyordu. Onun o sakin sesini, güler yüzünü, gözlerindeki tanıdıklık duygusunu düşündükçe içini bir sıcaklık kaplıyordu.

Bir gün öğle molasında şehir merkezine indi. İlaçlarını almak için eczaneye girmişti. Eczaneden çıkarken kaldırımda duran birini fark etti — elinde birkaç poşet, aceleyle bir otobüs bekliyordu. Yanına yaklaşınca tanıdı: Meryem’di.
— Meryem Hanım, merhaba! dedi şaşkın bir sevinçle.
Meryem döndü, bir an tereddüt etti, sonra gülümsedi.

— Abuzer Bey! Ne güzel rastlantı bu, nasılsınız?

— İyiyim çok şükür, iş güç aynı. Siz?

— Ben de iyiyim. Hastanede işler yoğun, ama alıştım artık.

Kısa bir sessizlik oldu. Abuzer, elindeki poşetleri fark etti.

— İsterseniz taşıyabilirim, dedi.

— Gerek yok, sağ olun, zaten otobüsüm geliyor, dedi Meryem, ama bu zarif teklifi reddederken bile sesinde bir yumuşaklık vardı.

Otobüs yaklaşınca Abuzer, elini uzatıp vedalaştı.

— Görüşürüz Meryem Hanım, yolunuz açık olsun.

— Sağ olun Abuzer Bey, size de kolay gelsin, dedi Meryem ve otobüse bindi.

Otobüs uzaklaşırken Abuzer, bir süre ardından baktı. Şehir kalabalığı içinde kaybolan bir tanıdık yüz, yüreğine garip bir huzur bırakmıştı.
O gün eve dönerken içinden şöyle geçirdi:

“Bazen insanın hayatına öyle insanlar girer ki, ne zaman ve nasıl girdiklerini bile fark etmezsin… Ama bir kere girdiler mi, bir daha çıkmazlar.”

O günden sonra Abuzer’in aklından Meryem’in gülümseyişi çıkmadı.
İş dönüşlerinde aynı durağın önünden geçerken istemsizce oraya bakar olmuştu. Her bakışında sanki o yüzü bir daha görecekmiş gibi içinden bir umut geçerdi.

Ama şehir kalabalıktı, insanlar aceleciydi; o tesadüf bir süre tekrarlanmadı.

Bir akşamüstü Süleyman, “Abuzer, hafta sonu misafirliğe gel, Meryem’in ailesi de uğrayacakmış,” dediğinde kalbi hafifçe kıpırdadı. Bunu belli etmedi, sadece gülümseyip,

— Olur abi, gelirim, dedi.

Cumartesi günü elinde bir kutu tatlıyla Süleymanların kapısını çaldı. Kapıyı bu kez Meryem açtı.

Üzerinde sade, açık renkli bir elbise vardı; yüzünde her zamanki o huzurlu ifade.
Bir an göz göze geldiler.

— Hoş geldiniz, buyurun, dedi Meryem, sesi yumuşak ve çekingen.
Abuzer’in yüreğinde tarifsiz bir sıcaklık dolaştı.

— Hoş bulduk Meryem Hanım, dedi alçak sesle.

O akşam herkes evin bahçesinde bir sofranın etrafında toplandı. Fadime yemekleri servis ederken, sohbet köyden, geçmişten, gençlik yıllarından açıldı. Meryem’in babası, “Senin babanı iyi bilirim Abuzer,” dedi. “Çok çalışkan adamdı, toprağı severdi.”

Abuzer başını eğip gülümsedi.

— Evet amca, babam hâlâ tarladan ayrı duramaz, dedi.

Sohbet ilerledikçe Meryem’le gözleri birkaç kez kesişti. Her defasında Meryem hemen başını çeviriyor, ama o kısa anlarda bile Abuzer kalbinin hızlandığını hissediyordu.

Yemekten sonra Meryem çayları getirerek herkese servis etti ve Abuzer’in yanındaki boş sandalyeye oturdu. Bu sandalye sanki özellikle boş bırakılmıştı. Meryem elindeki fincandan çayını yudumlarken sessizliği bozan Abuzer oldu:

— İnsan bazen uzaklarda aradığı huzuru, hiç beklemediği bir yerde buluyor, dedi.

Meryem başını kaldırdı, gözleri hafifçe doldu ama gülümsedi.
— Belki de huzur insanın yanında kimin olduğuna bağlıdır, dedi.

O an aralarındaki sessizlik, söylenmemiş sözlerden daha çok şey anlatıyordu.
Abuzer o gece eve dönerken uzun bir süre yürüdü.

Kafasında hep aynı ses yankılanıyordu:

“Belki de kader, insanın kalbine önce bir ışık düşürür… sonra o ışığın peşinden gitmesini ister.”

Günler birbirini kovalarken Abuzer’in yüreğinde tarif edemediği bir sıcaklık büyüyordu. İş dönüşlerinde, yorgun argın şantiyeden çıktığında aklına hep Meryem’in sesi, o sakin gülüşü geliyordu.

Bir akşam evinde otururken, elindeki çay bardağına uzun uzun baktı ve o akşamı ve Meryem’in söylediklerini hatırladı.

Kendine bile itiraf etmekten çekindiği duygular kalbinde ağırlaşıyor, sessizce kıpırdanıyordu.

Ertesi gün iş çıkışında Süleyman’la birlikte yürürken dayanamayıp söze girdi:
— Abi, sana bir şey soracağım ama garip bulmazsın değil mi?
Süleyman hafifçe gülümsedi.

— Ne demek oğlum, söyle bakalım.

Abuzer biraz durdu, gözlerini yere indirdi.

— Şu Meryem var ya… senin misafirlerin… Ben ona karşı bir şeyler hissediyorum sanki. Ne olduğunu tam adlandıramıyorum ama, kalbim başka atıyor onu gördüğümde.

Süleyman, durup Abuzer’in yüzüne baktı. Gözlerinde anlayış vardı.
— Evlat, bu dünyanın en doğal hâli. Kalbin kimde huzur buluyorsa, orada bir hayır vardır. Ama acele etme. Meryem iyi bir kız, ailesi de öyle. Önce onu tanı, kalbinin ne dediğini iyice dinle.

Abuzer başını salladı.

— Haklısın abi. Ben de zaten hemen bir şey yapmak istemiyorum. Sadece içimdeki bu hisleri bastıramıyorum.

— Bastırma da zaten, dedi Süleyman. Ama unutma, duygular toprak gibidir. Ne kadar sabırla beklersen, o kadar kök verir.

O akşam her ikisi de kendi evlerinin yolunda sessizlik içinde yürüdüler.
Ama bu sessizlik, iki insanın kalbinde farklı anlamlar taşıyordu:
Süleyman, evladı gibi sevdiği Abuzer’in olgunlaşan duygularını gururla fark ediyordu.

Abuzer ise artık biliyordu — o sessiz, içten gülümseyen kız, yüreğinde derin bir iz bırakmıştı.

O gece uyumadan önce pencereden dışarı baktı.

Gökyüzü açıktı, yıldızlar belirgindi.

Kendi kendine fısıldadı:

“Eğer kader buysa, ben bu duyguyu taşıyacak kadar yürek sahibiyim.”

O günden sonra Meryem de kendini garip bir duygunun içinde buldu.
Hastanedeki işine giderken, aklı sık sık Süleymanların evindeki o akşamda kalıyordu. Abuzer’in sessizliği, konuşurken gözlerini kaçırışı, teşekkür ederken bile yüzündeki içtenlik…

Bütün bunlar Meryem’in yüreğinde bir yankı bırakmıştı.

Bir sabah işe gitmek üzere evden çıktığında, sokak köşesinde bir inşaat şirketinin otomobili durdu. Şoför koltuğundan inen Abuzer’di. Elinde birkaç evrakla şantiyeye gidecekti. Göz göze geldiler.

Abuzer, şaşkın ama sevinçli bir ses tonuyla:

— Meryem Hanım! Tesadüfe bakın, siz buradan mı geçiyorsunuz? dedi.
— Evet, hastane şu tarafta. Siz de işe mi gidiyorsunuz?

— Evet, tam oradan geçecektim. İsterseniz sizi hastaneye bırakayım, dedi tereddütle.

Meryem önce düşünür gibi oldu ama Abuzer’in yüzündeki samimiyeti görünce gülümsedi.

— Olur, sağ olun.

Kısa bir yolculuktu ama ikisi için de uzun sürdü.
Otomobilin içini sessizlik doldurmuştu; sadece motorun uğultusu duyuluyordu. Arada bir göz göze geldiklerinde, ikisi de kelimesiz bir yakınlık hissediyordu.

Hastane önünde araç durduğunda Meryem döndü:

— Teşekkür ederim Abuzer Bey, dedi.

— Rica ederim, dedi Abuzer. Sesinde bir sıcaklık, bir çekingenlik vardı.
Meryem indiğinde elini kalbine götürüp hafifçe nefes aldı. İçinde ilk kez tanımlayamadığı bir şey kıpırdıyordu.

O akşam eve döndüğünde annesi fark etti:

— Ne oldu kızım, bugün dalgınsın.

Meryem gülümsedi ama bir şey söylemedi.

Pencereye gidip dışarı baktı; şehir ışıkları arasında uzaklarda bir yerde, Abuzer’in olduğunu biliyordu.

Kendi kendine fısıldadı:

“Bazı insanlar vardır, sessizce gelir kalbine oturur. Ne ses eder ne iz bırakır… Ama bir bakarsın, onsuz düşünemez olmuşsun.”

Aradan aylar geçti. Zaman hem Abuzer’in hem Meryem’in duygularını olgunlaştırmıştı.
Artık birbirlerini görünce çekinmiyor, kısa sohbetlerde bile aynı dili konuşmanın huzurunu buluyorlardı.

Süleyman ile Fadime ise çoktan her şeyi anlamıştı.

Fadime bir gün Meryem’in annesini ziyarete gitmiş mutfakta Meryem’le baş başa kaldığında gülümseyerek,

— Kızım, bazı insanlar vardır, Allah onları karşımıza sınamak için değil, tamamlamak için çıkarır, dedi.

Meryem başını önüne eğdi, yüzü kızardı ama gülümsemekten kendini alamadı.

O günlerde Süleyman, Abuzer’le konuşurken aynı konuyu açtı.
— Oğlum, hayatın kıymeti iyi insanlarla bir araya gelmektir. Eğer kalbin doğru söylüyorsa, arkana bakma.

Abuzer, gözlerinde bir kararlılıkla,

— Abi, ben o kızı tanıdıkça kendimi buluyorum, dedi. “Sanki yıllardır içimde eksik bir parça vardı, o tamamladı.”

Birkaç hafta sonra Süleyman’ın evinde küçük ama anlamlı bir akşam yemeği hazırlandı.

Sofrada yalnızca Abuzer’in köyden gelen annesi ve babası, Meryem’in ailesi ve birkaç yakın dost vardı.

Birkaç gün önce Abuzer’in anne ve babası köyden gelmiş, Süleyman ile Fadime’nin aracılığıyla Meryem’i oğullarına istemiş ve aralarında söz kesilmişti.

Süleyman, iki ailenin bir araya gelmesinin mutluluğunu paylaşmak için onları akşam yemeğine davet etmişti.

Fadime elinde kahve fincanlarıyla içeri girdiğinde, gözleri Meryem’e kaydı. Genç kızın utangaç gülümseyişi, odadaki sıcaklığı artırıyordu.

Süleyman gülümseyerek söze başladı:

— Biz, iki iyi kalpli insanın yollarının kesişmesine şahit olduk. Meryem kızımızla Abuzer oğlumuz, hayatlarını birleştirmeye karar verdiler.

O an odada sessizlik çöktü. Fadime’nin gözleri doldu, Meryem’in annesi kızının elini tuttu.

Abuzer, Meryem’e dönüp alçak bir sesle:

— Allah nasip etti, bu şehir bana hem ekmeğimi hem de kaderimi verdi, dedi.

Meryem’in gözleri parladı; dudaklarından neredeyse fısıltı gibi bir cevap döküldü:
— Kader, bazen en sessiz yollardan gelir…

O gece Süleymanların evi ışıkla doluydu.

Dışarıda kar taneleri sessizce düşüyor, rüzgâr hafifçe uğulduyordu.
Ama içeride, bir köyden çıkıp bu şehre umutla gelen bir gençle, o şehirde kök salmış bir kızın yürekleri birbirine dokunmuştu.

Abuzer pencereye yaklaşıp dışarı baktı, yavaşça gülümsedi.
“İnsan,” diye düşündü,

“Yolun sonunda mutluluğu bulmaz; doğru insanla yürürken yolun kendisi mutluluğa dönüşür.”

Ve o gece, Malatya’nın sessiz sokaklarına yeni bir başlangıcın hikâyesi yayıldı.
Abuzer ile Meryem’in hikâyesi, bir hastane odasında yalnızlığını düşünürken bu yalnızlığı sona erdirecek başlangıç kaderin en sade ama en güzel satırlarından biri olarak yazılmıştı.

 

 

 

 

 

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar