KÜÇÜK JANDARMA


Kayseri’nin Tomarza ilçesinde sabahın altı buçuğu… Evde herkes derin uykudaydı. Ben ise sabırsız bir çocuk gibi çoktan uyanmıştım. Sessizce elbiselerimi giydim; annemin ve babamın uyanmaması için nefesimi tutarak kapıya yaklaştım. Dış kapıyı usulca araladım, soğuk sabah havası yüzüme vurdu. Kapıyı yine aynı sessizlikle kapatıp sokağa adım attım. Henüz kimseler yoktu; ilçenin sabahı, taze bir ekmek kokusu gibi insanın içine işleyen bir dinginlik taşıyordu.
Adımlarım yavaşça caddeye doğru ilerledi. Uzaklarda Erciyes’in zirvesi göz kırpıyordu. Yaz günü olmasına rağmen hâlâ karlıydı; kışın her yanı örten o beyazlık, yazın bile dağın en yüksek noktasında saklı bir sır gibi parıldıyordu. Zirveye baktıkça içimde hem bir merak hem de bir özlem uyanıyordu; orası benim için hep uzak ama ulaşılabilir bir rüyaydı.
Yaklaşık on dakika yürüdükten sonra Jandarma Karakolu’nun önüne geldim. Askerler beni tanıyorlardı; neredeyse her sabah burada biten küçük bir çocuğun macerasıydım. Nöbetçi asker beni görünce gülümsedi:
— “Gene evden kaçtın, değil mi seni yaramaz?”
Sesinde kızgınlıktan çok şefkat vardı. Elimden tutup koğuşa götürdü.
Koğuşun içinde bambaşka bir dünya vardı. Kimisi tıraş olmuş, yeni uyanmış yüzleri hâlâ uykunun buğusunu taşıyan askerler vardı. Kimisi botlarının bağcıklarını sıkı sıkı bağlıyor, bir diğeri dolabını düzenliyordu. Köşede bir asker, dalgın gözlerle pencereden dışarı bakarak hüzünlü bir türkü söylüyordu. O an koğuşun kokusu, sabahın serinliği ve askerlerin telaşı bana hem çok uzak hem de garip bir şekilde tanıdık gelmişti. Çocuk aklımla orada kendimi güvende hissediyor, onların arasındaki gizli kardeşliği sezebiliyordum.
Bu görüntülere çoktan alışmıştım. Çünkü fırsat buldukça kaçıp kaçıp buraya gelir, askerlerle zaman geçirirdim. Onların telaşı, sohbetleri, bir yandan gülüşmeleri bir yandan hüzünlü türküler söylemeleri bana hem merak hem huzur verirdi.
Bazen o kadar erken çıkardım ki evden, uykumu bile almadan gelirdim. Göz kapaklarım ağırlaşır, başım düşmeye başlardı. O zaman askerler gülerek, “Gel bakalım küçük misafir” deyip beni ranzalardan birine yatırır, üstüme ince bir battaniye örterlerdi. Ben de koğuşun hafif deterjan ve tıraş kolonyası kokan havasında, dışarıdan gelen sabah içtiması ve talim seslerini duyarken derin bir uykuya dalardım.
Uyandığımda çoğu zaman askerler kahvaltılarını yapmış olurdu. Bir asker bana gizlice bir dilim ekmek arası peynir ya da reçel getirip verir, bir diğeri “Dikkat et, komutan görmesin” diye göz kırpardı. Onların arasında kendimi küçük bir kardeşleri, gizli bir sırdaşı gibi hissederdim.
Bazısı memleketindeki bağlarını, özlediği annesini, sevdiği kızı anlatırdı. Ben de onları can kulağı ile dinler anlattıklarını kafamda canlandırmaya çalışırdım, anlattıklarına bazen üzülür bazen gülerdim. Onların yüzündeki gülümseme bana cesaret verirdi. Askerlerin dertlerini ve hayallerini dinledikçe büyüyormuşum gibi hissederdim.
Koğuşun içinde zaman bambaşka akardı. Dışarıda Erciyes’in zirvesi karla parıldar, içeride ise sıcacık bir insanlık hâli yaşanırdı. Askerlerin bana gösterdiği bu şefkat ve sıcaklık, çocukluğumun en güvenli limanlarından biri gibiydi.
Babam her zamanki gibi mesaisine başlamış nöbetçi çavuşundan tekmili almış ve askerler eğitimlerine ya da varsa görevlerine gitmişti. Koğuşa gelerek beni orada bazen uyurken bazen koğuş nöbetçisi ile konuşurken bulurdu ve fazla belli etmese de bana kızar ve hemen eve gönderirdi. Annemde alışmıştı benim bu kaçıp kaçık karakola gitmelerime. O yüzden fazla merak etmezler yine de karakola telefon edip beni sorarlardı.
İşte o gün de o günlerden biriydi. Ben koğuşun içinde koğuş nöbetçisiyle sohbet ediyordum. Nöbetçi asker bana çay uzatmış, gülümseyerek “Bu sırrımız olsun” demişti. O sırada kapı açıldı, babam telaşla içeri girdi. Yüzündeki ifade ciddiydi; hiç görmediğim bir aceleyle “Hemen eve git” dedi. Sesinde hem kızgınlık hem de endişe vardı.
Tam o anda başka bir asker içeri girdi. Adımlarında acele, yüzünde gerginlik okunuyordu. “Komutanım,” dedi, “bir kız kaçırma olayı olmuş… Yerleri biliniyor. İhbarda bulunan kişi az önce söyledi.” Koğuşun içindeki hava birden değişti. Biraz önceki sohbet ve gülüşmeler yerini sert bir ciddiyete, kısa emir cümlelerine bıraktı.
Ben ise küçücük bir çocuk olarak o an askerlerin yüzlerinde gördüğüm değişimi hiç unutamadım. Az önce şakalaşan eller, şimdi tüfek askısı düzeltiyor, bot bağlarını hızla çekiyordu. O dakikalarda koğuşun içinde başka bir dünyanın kapısı aralanmış gibiydi; gerçek, sert ve ürkütücü bir dünya…
Ben de koğuştan ve karakolun bahçesinden ayrılıp eve doğru yürümeye başladım. Bu sırada ihbar yerine gitmek üzere olan araçta babam pikabın ön koltuğundaydı; arka tarafta ise üzeri tenteli, açık kasalı araçta askerler oturuyordu. Pikap, biraz ilerideki benzinliğe girdi. Şoför asker inip yakıt almaya başladı.
O sırada içimden gelen bir dürtüyle birden koşmaya başladım. Kalbim hızlı atıyordu. Pikabın yanına varır varmaz arka tarafta oturan askerlere yalvardım:
— “Ne olur beni de yanınıza alın!”
Askerler şaşırmıştı, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Tam o sırada şoför asker yakıtı bitirip aracın içine geçti ve pikap hareket etti. Ben ise çoktan kasaya tırmanmaya başlamıştım. Askerler, çaresizce beni kollarımdan tutarak yanlarına oturttular. Araç yavaş yavaş hızlanırken içlerinden biri homurdandı:
— “Şimdi bir komutana ne diyeceğiz?”
Diğerleri de fısıldaşarak tartışmaya başladılar. Ben ise hem korku hem heyecan içindeydim. Yüzüme vuran rüzgâr, motorun uğultusu, askerlerin gergin bakışları ve pikabın kasasındaki o metal ve benzin kokusu hâlâ burnumda… O an, çocuk kalbimle büyük bir maceranın içine girdiğimi biliyordum ama olan olmuştu.
Köye geldiğimizde babam, kaçakların saklandığı ihbar edilen evin neresi olduğunu soruşturuyordu. Yanımda oturan onbaşı sessizce yanına gidip benim de arabada olduğumu söyleyince babam hızla pikabın arkasına gelip bana çok fena kızdı ve beni yanına oturttu. Sesindeki öfke, içten içe duyduğu korkudan besleniyordu.
Bir süre sonra aranan eve vardık. Babam ve askerler araçtan indi. Bana dönerek, “Arabada kal, hiçbir yere kıpırdama” diye tembih etti. Ben ön koltuğa gömülüp nefesimi tuttum. Askerler eve girerken tozlu kapı gıcırdadı. Ahır, samanlık, depo… her köşe didik didik aranıyordu. Ama kaçaklardan eser yoktu. Babam, ev halkına dönüp sert bir sesle, “Söylemezseniz hepinizi karakola götürürüm!” diye çıkışıyordu. Evdekilerin yüzleri korku ve inat arasında bir şeydi; kimisi yemin ediyor, kimisi gözlerini yere indiriyordu.
Ben pikabın içinde hem olanları izliyor hem de çevremi süzüyordum. Karşıda kocaman bir saman yığını vardı. Güneşin altında altın rengine bürünmüş, masum bir yığın gibi görünüyordu ama arada bir hafifçe oynuyor, küçük bir açıklık oluşuyor ve oradan bir çift göz etrafı izliyordu. Sonra tekrar kayboluyordu. Önce anlam veremedim. İkinci, üçüncü kez tekrarlanınca kalbim hızla çarpmaya başladı. Ellerim terledi. Sanki zaman ağırlaştı.
Birden kendimi tutamadım ve bağırdım:
— “Baba! İşte oradalar!”
Babam ve bir asker hızla yanıma geldi. “Kim orada?” diye sordu. Titreyerek:
— “Samanın içinde!” dedim.
Askerlerin yüzlerindeki ifade bir anda değişti. Birkaç saniyede silahlar, eller, bakışlar saman yığınına çevrildi. Babamın sesi gergin, ama kontrollüydü:
— “Hadi, dikkatli olun!”
Üç asker, elleriyle samanı hızla dağıtmaya başladı. Toz bulutları yükseldi, saman kokusu burnuma doldu. Bir anda saman yığını çöktü ve içinden iki kişi biri kız ve biri oğlan ortaya çıktı. Kızın saçları samanlara karışmıştı, yüzü korkudan bembeyazdı. Oğlanın gözleri öfke, çaresizlik ve pişmanlıkla doluydu. İkisi de nefes nefeseydi.
O anda askerlerin yüzlerinde garip bir karışım gördüm: görev ciddiyetiyle birlikte insanın içini burkan bir acı… Bir anlık sessizlik oldu; sanki herkes nefesini tutmuştu. Benim içim ise karmakarışıktı. Bir çocuk olarak bir “olayı” ortaya çıkardığımı sanıyordum ama o iki insanın yüzlerindeki korku ve çaresizlik kalbime ağır bir taş gibi oturdu.
Babam sert bir sesle, “Çıkın dışarı!” dedi. Askerler gençleri kaldırıp ileriye götürdüler. Ben pikabın içinde kala kaldım; ellerim titriyor, yüzümde garip bir suçluluk ve şaşkınlık hissi vardı. Saman kokusu, askerlerin bot sesleri, kızın hıçkırıkları hâlâ kulaklarımdaydı…
Kaçaklar yakalandıktan sonra evin avlusu bir anda sessizleşmiş gibiydi. Birkaç kadın uzaktan bakıyor, çocuklar korku ve merakla evlerinin arkasına saklanıyordu. Askerler kızla oğlanı pikabın arkasına benim gelirken oturduğum yere bindirdi, ben halen babamın yanında ön koltuktaydım. “Bir daha böyle bir şeye kalkışırsan…” diye başlayan cümlesi boğazında düğümlendi; öfkesiyle sevgisi birbirine karışmıştı.
Pikap yavaşça köyden çıkarken geride saman yığını, toz bulutu ve yarım kalmış bir sabah kaldı. Ben ise camdan dışarı bakıyor, yakaladığımız gençlerin yüzlerini zihnimde tekrar tekrar görüyordum. Biraz önce bana oyun gibi gelen şeyin aslında çok ciddi, insanların hayatına dokunan bir mesele olduğunu ilk kez bu kadar derin hissetmiştim.
Karakola vardığımızda askerler tutanak hazırlamaya başladı. Babam beni bir kenara çekti; yüzü hâlâ gergindi ama sesi yumuşamıştı:
— “Bak oğlum, burası oyun yeri değil. Biz işimizi yaparken senin zarar görmenden korkuyoruz. Anlıyor musun?”
Ben başımı öne eğdim, “Anlıyorum” diyebildim sadece. İçimde bir şeyler sanki büyüyordu; korku, suçluluk, merak ve gurur birbirine karışmıştı.
Koğuşun yanından geçerken az önce şakalaştığım askerlerden biri bana göz kırptı. “Seninki de ne cesaret be!” dedi alçak bir sesle. Ama o gülüşün arkasında hem takdir hem de biraz endişe vardı. Babam beni bir askerle eve kadar gönderdi ve dışarı çıkmamam için anneme tembihte bulunmasını söyledi.
O günün akşamında babam eve geldiğinde annem sofrayı hazırlıyordu. Babam sessizdi. Ben de odama çekilip pencereden dışarı baktım. Gözümün önüne hâlâ saman yığını ve içindeki o iki insan geliyordu. Çocukluğumun içindeki masumiyet, o gün biraz daha eksilmişti.
O gün yaptığımın iyi mi kötü mü olduğunu şimdi bile aklımla tartamıyorum. Belki de o kız gönlünce kaçmıştı, ben ise iki seveni ayırmış oldum. Belki de tam tersi, zorla kaçırılmış bir hayatı kurtardım, kim bilir?
Bu düşünceler bazen aklıma geliyor, saman yığını yeniden aralanıyor, o iki göz bana bakıyor. Bir yanım “Doğruyu yaptın” diyor, bir yanım “Belki de olmamalıydı” diye fısıldıyor. Çocuk aklımla bir anda büyümüş, insan hayatının ağırlığını ilk kez omuzlarımda hissetmiştim.
Belki de insan büyüdükçe anlıyor: Her doğru sandığın şeyin içinde biraz acı, her yanlış sandığın şeyin içinde biraz haklılık olabilir. O günden artık her olayın iki yüzü olduğunu, herkesin bir hikâyesi bulunduğunu biliyorum.