SON DAKİKA
Reklam

MARANGOZ CEMİLE

MARANGOZ CEMİLE
A- A+
Reklam

 

Bolu’dan gelen çam kütükleri, kamyon kasasından ağır ağır forkliftle indiriliyordu. Taze kesilmiş çamın reçineli kokusu, marangozhanenin talaşla yoğrulmuş havasına karışıyordu. Operatör, terli alnını kolunun tersiyle silip şoföre seslendi:

— Usta, kasanın son kapağını da aç!

Kamyon şoförü, taburesinde yarı bitmiş çayını yudumladı. Bardaktan çıkan buhar, serin sabah havasında ince bir duman gibi dağıldı. Son yudumu da içtikten sonra ağır hareketlerle doğruldu. Yıllardır alıştığı gibi, çekicini aldı eline. Yola çıkmadan önce lastiklerin havasını yoklamak için kullandığı o demir parça, şoförün eliyle adeta bütünleşmişti. Kancalara sertçe vurdu, sonra kapağı yavaşça açtı. Kapağın menteşeleri gıcırdayarak aşağı indi.

İşini bitirince tekrar taburesine döndü, oturdu. O sırada Cemil Usta, talaş tozuyla kaplanmış önlüğünü düzelterek yanına yaklaştı:

— Bir çay daha söyleyeyim mi? dedi gülümseyerek.

Şoför sigarasını ararken başını kaldırdı:
— Forkliftçi işini bitirip gelsin, ondan sonra içelim. Hep beraber olsun, dedi.

Cebinden sarı uçlu sigara paketini çıkarıp Cemil Usta’ya uzattı.
— Alır mısın?

— Sağ olasın, ben kullanmam, diye karşılık verdi Cemil Usta.

Şoför, paketten bir sigara çekip aldı. Yeleğinin yan cebinden eski muhtar çakmağını çıkardı; çakmağın metal kapağını tıkırdatarak açtı, kıvılcımla birlikte sigarası alev aldı. Derin bir nefes çektiğinde, duman kamyonun mazot kokusuna, çam reçinesine ve talaş tozuna karışarak havaya yayıldı.

Cemil Usta da bir tabure çekip şoförün yanına oturdu. Forkliftçi işini bitirene kadar ikisi epey koyu sohbete daldılar.

Şoför, sigarasından uzun bir nefes çekip dumanı göğe bıraktıktan sonra söze girdi:
— Ben Boluluyum. Yıllardır direksiyon sallıyorum. Memleket memleket dolaştım, yol üstünde nice insan tanıdım. Çoğuyla hâlâ selamımız vardır; bazılarıyla da dost olduk.

Cemil Usta, başıyla onayladı. Eliyle taburesini biraz ileri itti, sanki anılarını anlatmaya heveslenmiş gibiydi:
— Ben de askere gitmeden önce bir ustanın yanında çalıştım. Allah var, çok iyi bir ustaydı. İşin bütün inceliklerini öğretti bana. Ekmek kapımızın kıymetini orada öğrendim.

Bir an sustu, gözlerini atölyedeki talaş kokan tahtalara çevirdi. Sonra devam etti:
— Askerden dönünce babamın yardımıyla bu marangozhaneyi açtım. Derken... bizim oralarda âdet malum; vatani görevini bitiren oğlanı sıkıştırırlar. Babamla annem de bana helal süt emmiş bir kız buldular. Evleneli beş yıl oldu. Ellerinizden öper, dört yaşında bir oğlum var.

Şoför, dudağındaki sigaranın külünü silkeleyip gülümsedi:
— Allah bağışlasın, dedi. — Demek sen de yolunu kendi emeğinle çizmişsin.

Atölyenin içinde talaş tozları, çam reçinesinin kokusu ve sohbetin sıcaklığı birbirine karışmıştı.

Forkliftçi bu arada işini bitirmiş, çam kütüklerini özenle atölyenin yanındaki boş alana istiflemişti. Sonra o da bir tabure çekip yanlarına geldi.

Şoför, gülümseyerek Cemil Usta’ya döndü:
— Hadi usta, şimdi çaylarımızı söyleyebilirsin.

Cemil Usta içerideki çırağa seslendi:
— Hemen üç çay getir, ama acele et!

Forkliftçi şakalaşarak,
— Öğlene geliyor, bizi bir çayla mı savacaksın? dedi.

Cemil Usta gülerek karşılık verdi:
— Olur mu öyle şey? Öğle yemeği için lahmacun yaptırdım. Sanırım hazırdır, birazdan çocuklar fırından alıp gelir. Yanında bir sürahi de buz gibi ayran… Karnımızı güzelce doyururuz.

Şoför, bu arada kamyonun kasasına gidip tüm kapakları kapattı, kancaları tek tek kontrol etti. Sonra yeniden taburesine döndüğünde çırağın getirdiği dumanı tüten çaylardan birini aldı. Çayını yudumlarken sigara paketini çıkarıp bu kez forkliftçiye uzattı. Forkliftçi bir tane aldı, şoför de kendine çekti. Çakmağını çıkarıp önce forkliftçinin, sonra kendi sigarasını yaktı.

Bir süre üçü birlikte hem çaylarını hem sigaralarını içtiler. Sohbet, talaş kokusu ve kamyonun yanık mazot kokusuna karıştı.

Şoför bardağını boşaltınca yerinden kalktı:
— Artık bana müsaade. Benzinlikte kamyonu temizleyip yakıt alacağım, sonra da yola çıkmam gerek, dedi.

Cemil Usta hemen elini kaldırdı:
— Olmaz! Yemek yemeden sizi göndermem.

Hemen çırağına seslendi, fırına gönderip pişmiş lahmacunları getirtti. Kalfa da dolaptan çıkardığı yoğurtla koca bir sürahi ayran hazırladı. Birlikte masanın etrafına oturup sıcak lahmacunları ve soğuk ayranı paylaştılar.

Karnını doyuran şoförle forkliftçi, hesaplarını Cemil Usta’yla görüp paralarını aldılar. İkisi de teşekkür ederek ustanın elini sıktı, ardından atölyeden ayrıldılar.

Çırak masayı toplayıp temizlerken Cemil ve kalfa işlerinin başına döndü. Cemil bir köy evi için kapı ve pencere siparişi almıştı. Onları bir an önce bitirip ondan sonra aldığı siparişlere başlamak istiyordu. Kalfa hazırlanmış kapı ve pencere parçalarının montajını yaparken Cemil ustada yeni gelen kütüklerden birisini hızara yerleştirerek onları tahta haline getirmek için biçiyordu, birinci kütüğü bitirip ikinci kütüğü hızara yerleştirdiğinde uykusunun geldiğini hissetti. Gerçi sabahları erken uyanıyordu ama bugün herhalde içtiğimiz soğuk ayranın etkisi oldu diye düşündü. 

Çırak masayı toplayıp temizlerken Cemil Usta ile kalfa yeniden işlerinin başına döndü. Cemil’in aklında bir köy evi için aldığı kapı ve pencere siparişi vardı. Onları bir an önce tamamlamalıydı ki, sırada bekleyen yeni işlere başlayabilsin.

Kalfa, önceden hazırlanmış kapı ve pencere parçalarının montajıyla uğraşıyordu. Cemil Usta ise taze gelen kütüklerden birini hızara yerleştirdi. Hızarın dişleri tahtaya değdiğinde atölyeyi talaş kokusuyla birlikte keskin bir uğultu doldurdu. Usta ağır ağır kütüğü biçti, düzgün tahtalar elde etti.

Birinci kütüğü biçip bitirmişti. İkinci kütüğü hızara yerleştirirken göz kapakları ağırlaştı. Uykunun bastırdığını hissetti ama önemsemedi. “Herhalde öğlen içtiğimiz soğuk ayranın etkisi…” diye söylendi içinden.

Hızarın keskin dişleri bir uğultu eşliğinde çalışıyordu. Cemil Usta, kütüğü ilerletirken bir an gözleri kapandı. Eli istemsizce gevşedi. Tahta hızarın ağzına doğru kayarken kalfası fark etti:

— Ustam, dikkat et!

Cemil irkilerek gözlerini açtı, eliyle tahtayı sıkıca kavradı. Kalbinin gümbürtüsü hızarın uğultusuna karıştı. Birkaç saniyelik dalgınlığın nelere mal olabileceğini düşündükçe alnından soğuk terler boşaldı.

Derin bir nefes aldı, hızarı kapattı. Taburesine oturup alnını koluna yasladı. “Demek ki yorgunluk beni sandığımdan çok bastırmış… Böyle devam ederse elimizi kolumuzu kaybederiz. Daha dikkatli olmalıyım,” diye geçirdi içinden.

Kalfa da çekingen bir sesle,
— Ustam, biraz dinlensen mi? Sipariş yetişir, senin sağlığın daha önemli, dedi.

Cemil Usta gözlerini kapatıp başını salladı. Atölyeyi talaş kokusu, durmuş hızarın sessizliği ve çırakla kalfanın telaşlı bakışları dolduruyordu. Çırak, kalfanın işaretiyle gittiği çay ocağından koşarak getirdiği çayları ustasına ve kalfasına uzatırken elindeki bardaklar titriyordu. Çırak, ustasının hâlinden ürkmüş, gözleri endişeyle büyümüştü.

Cemil Usta çayından birkaç yudum alıp kısa bir süre dinlendi. Sonra derin bir nefes çekerek yeniden hızarın başına geçti. Yarım kalan ikinci kütüğü dikkatle bitirdi, ardından üçüncü kütüğü yerleştirdi. Biraz önce yaşadıklarının etkisiyle daha dikkatli davranmaya çalışıyordu.

Ama yorgunluk ve dalgınlık bu kez onu daha ağır bastırdı. Bir anlık gaflet… Ve hızarın keskin dişleriyle buluşan kol…

Atölye, Cemil Usta’nın boğaz yırtarcasına çıkan acı çığlığıyla sarsıldı. Kalfa ve çırak yerlerinden fırladılar. Önce, yüzüne çarpan bir tahta parçasının kanattığını sandılar. Ama sonra gerçeği gördüler: Cemil Usta’nın kolu dirseğinin altından yoktu.

Kalfa, gözleri dolmuş halde hızara atıldı ve makinayı durdurdu. Çırak ise korkudan beti benzi atmış, soluğunu toparlamadan yan atölyelere koştu. “Yardım edin!” diye haykırıyordu.

Dakikalar içinde marangozhanenin içine büyük bir kalabalık toplandı. Herkes paniklemiş, kimi ustanın kanını durdurmaya çalışıyor, kimi de dışarıdan ambulans çağırıyordu. Talaş kokusu, şimdi kan kokusuna karışmıştı.

Kısa süre içinde ambulans gelmiş, Cemil Usta’yı ve kopan kolunu alarak hastaneye götürmüştü. Hastaneye ulaşıldığında, Cemil hemen ameliyata alınmıştı.

Hastane koridoru, hastanenin beyaz ve soğuk havasıyla birlikte atölyenin telaşıyla dolmuştu. Kalfa ve çırak, atölyeyi kapatarak buraya koşmuş, endişe içinde birbirlerine bakıyorlardı. Diğer ustalar ise elleriyle onları sakinleştirmeye çalışıyor, “Sakin olun, her şey yolunda” diyerek teselli ediyorlardı.

Bu sırada çırağı evine göndermişler, kalfayı ise sakinleştirmişlerdi. Kalfadan Cemil’in babasını aramasını istemişlerdi ama telaş yapmadan söylemesini de tembih etmişlerdi: ufak bir kaza geçirdiğini, şu an hastanede pansuman yaptırdığını belirtmesini istemişlerdi.

Koridor boyunca yükselen uğultu ve hastane sesleri arasında, herkes kendi içinde bir yandan korku, bir yandan da umutla bekliyordu.

Yarım saat kadar sonra Cemil’in babası gelmişti. Hastane bahçesinde onu karşılayan Cemil’in arkadaşları, olanları yavaş yavaş, alıştıra alıştıra anlatmışlardı. Babası, gözlerinde derin bir kaygı ve endişe ile sakin durmaya çalışıyor, ama içinden sürekli tekrarlıyordu:
— Yeter ki oğlum yaşasın…

Saatler sonra ameliyat bitmişti. Cerrah, yorgun ama ciddi bir ifadeyle Cemil Usta’nın babasına yaklaştı:
— Durum iyi. Kolu kurtardık, hayati tehlike yok. Ama uzun bir iyileşme süreci olacak, dedi.

Babası, yüzündeki tüm gerilimi boşaltır gibi derin bir nefes aldı. Dizlerinin üzerine çökmek istercesine eğildi, ellerini dua eder gibi göğsüne bastı:
— Allah’a şükür! Yeter ki oğlum sağ olsun, diyebildi sadece.

Hastane bahçesinde bekleyen arkadaşlar, müjdeyi alınca sevinçten gözleri doldu. Kalfa da, usta için endişelenen, korkan ve üzülen çırağın evini arayarak ustanın iyi olduğu haberini verdi.

Cemil Usta ise sedyeyle yoğun bakım odasına götürülürken, gözlerini açtı. Yorgun ama farkında, babasını ve arkadaşlarını görünce hafifçe gülümsedi. Bu kısa gülümseme, korku ve acının ardından gelen bir rahatlama anıydı.

Babası, sedyenin yanında eğildi, Cemil’in elini tuttu:
— Sakin ol oğlum, her şey yolunda. Buradayım…

Arkadaşları, dışarıda beklerken birbirlerine bakıp, Cemil Usta’nın hayatta olduğunu bilmenin hafifliğiyle derin bir nefes aldılar. Talaş ve çam kokusu artık uzaklarda kalmıştı; yerini endişe, umut ve minnet karışımı bir sessizlik almıştı. 

Şimdi mesele, Cemil Usta’nın eşine ve küçük oğluna nasıl haber verileceğiydi. Hastane koridorundaki herkesin aklını aynı soru kurcalıyordu. Sonunda bu işi en uygun şekilde Cemil’in babasının yapabileceğine karar verdiler. Birkaç kişi de ona eşlik ederek birlikte yola çıktılar.

Cemil’in evine vardıklarında kapıyı Cemile açtı. Kayınbabasını ve tanıdığı birkaç dost yüzü karşısında görünce kalbi sıkıştı. Gözleri bir anda büyüdü, beyninde türlü türlü senaryolar dolaştı; ama hiçbirinin iyi olmadığını hissediyordu. Bir an başı dönmüş gibi oldu, kapıya tutundu.

Kayınbabası sakin ama titreyen bir sesle konuşmaya başladı. Cümleler ağır ağır dökülüyordu dudaklarından. O anda Cemile’nin gözlerinin önünde dünya bulanıklaştı. Sonra, yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Sözlerin arasına gizlenmiş “hayatta” ve “kurtuldu” gibi kelimeler, karanlık korkunun içinden bir ışık gibi süzüldü.

Derin bir nefes aldı, gözyaşlarını silmeye çalıştı. Kapıdakileri içeri davet etti. Oturma odasında söylenenleri bir kez daha dikkatle dinledi, olup biteni anlamaya çalıştı. Sonra hiç vakit kaybetmeden diğer odaya geçti, apar topar üzerini değiştirip hastaneye gitmek üzere hazırlanmaya başladı. 

Cemile, kayınbabasını ve küçük oğlunu kaynanasının yanına bıraktıktan sonra içi biraz olsun rahatladı. Eşinin güvenli bir yerde olduğunu bilmek, hastaneye gitmek için ona güç verdi. Kayınbabasına döndü, sesini olabildiğince sakin tutmaya çalışarak,

— Merak etme baba, eğer herhangi bir şeye ihtiyaç olursa hemen seni ararım. Sen hiç kaygılanma, Cemil’e ben çok iyi bakarım, dedi.

Kayınbabasının gözleri dolmuştu. Başını yavaşça sallayarak, kızına güvenle baktı. O bakışta hem bir teslimiyet hem de “Allah senden razı olsun” diyen sessiz bir minnet vardı.

Cemile, derin bir nefes alarak tekrar arabaya bindi. Motorun homurtusu kulaklarında uğuldayarak, hızla hastane yoluna düştüler. İçinde birbirine zıt iki duygu çarpışıyordu: bir yanda korku, diğer yanda eşine kavuşma telaşı. Yol boyunca kalbinin atışı hızlandı, sanki her metre uzadıkça kalbi de göğsünden fırlayacak gibiydi.

Yanında oturan Cemil’in arkadaşları, endişesini fark edip onu sakinleştirmeye çalıştılar:
— Merak etme, her şey düzelecek. Doktorlar elinden geleni yapıyor… Şu an en önemlisi hayatta olması, dediler.

Ama Cemile’nin zihni susmuyordu. “Ya kolunu kurtaramazsa? Ya oğlum babasını o hâlde görünce üzülürse? Ya biz ne yaparız?” Sorular kafasında dönüp duruyordu. Gözlerini yolda sabit tutarak dua etti, dudakları titreyerek mırıldandı:
— Allah’ım, yeter ki Cemil’im yaşasın…

Araba hastane binasına yaklaştığında Cemile’nin elleri daha da titremeye başladı. Hastanenin kapısını gördüğü an, içindeki endişe yerini tarifsiz bir aceleye bıraktı.

Araba hastanenin önünde durduğunda Cemile kapı açılır açılmaz indi. Koşar adım acil girişine yöneldi. Koridorun soğuk, keskin kokusu yüzüne çarptı; beyaz duvarlar ve telaşlı hemşirelerin adımları arasında nefesi daraldı.

Cemil’in arkadaşları onun yanında yürüyordu. Resepsiyondaki görevliye sordular, hhalen yoğun bakımda” cevabını aldılar. Bu söz, Cemile’nin dizlerinin bağını çözdü. Bir an yere çökecek gibi oldu, ama hemen toparlandı. “Güçlü olmalıyım,” diye mırıldandı içinden.

Bir hemşire onlara refakat ederek yoğun bakımın bulunduğu kata götürdü. Camlı kapının ardında, beyaz çarşaflara sarılı, kolunun yanında sargılar ve serumlarla yatan Cemil Usta’yı gördü. Yüzü solgun, ama nefes alıyordu. Bu görüntü Cemile’nin içini hem dağladı hem de rahatlattı.

Eşinin yanına yaklaşmak istedi, ama hemşire nazikçe:
— Şimdilik uzaktan görebilirsiniz. Durumu stabil, ama dinlenmesi lazım, dedi.

Cemile camın önünde ellerini kavuşturdu. Gözlerinden yaşlar süzülürken fısıldadı:
— Çok şükür, yanımdasın… Bize dönmen yeter, Cemil.

Arkasında duran arkadaşları başlarını sessizce salladılar. Hastane koridoruna ağır bir sessizlik çökmüştü; herkes kendi duasını içinde mırıldanıyor, gözler yerde ama gönüller göğe çevriliydi. Cemile, onlara her şey için teşekkür etti. Kalfaya ise “Git, biraz dinlen, sen de çok yoruldun” diyerek ısrar etti. Arkadaşları ve kalfa, her an yardıma hazır olduklarını söyleyip hastaneden ayrıldılar. Onların ayak sesleri uzaklaştığında koridorda sadece Cemile’nin hızlı atan kalbi ve derin nefesleri kaldı.

Bir müddet sonra Cemil’i normal odaya aldıklarında, Cemile titreyen elleriyle kapıyı araladı. Yatağın üzerinde solgun yüzüyle yatan Cemil’i görünce dizlerinin bağı çözülecek gibi oldu. Yanına yaklaşıp boynuna sarıldı, ellerini öptü; gözyaşları onun avuçlarına damladı. Cemil hâlâ tam anlamıyla kendine gelememişti, göz kapakları arada bir ağır ağır aralanıyor, sonra yeniden kapanıyordu.

Doktorlar ve hemşireler belirli aralıklarla odaya girip kontrollerini yapıyor, ölçümlerini alıyorlardı. Cemile, onların her çıkışında kapının önünde hazır bekliyor, gözlerinde hem korku hem umutla doktorlara sorular soruyordu.

“Ne olur doğruyu söyleyin… Durumu nasıl? Ben ne yapmalıyım?” diye fısıldıyordu adeta.

Doktorlar ise sakin bir sesle hayati tehlikesinin olmadığını, ameliyatın başarılı geçtiğini söylüyorlardı. Fakat sözlerinin ardından gelen cümle, Cemile’nin yüreğine ağır bir taş gibi düşüyordu:
“Sinir sistemlerinde hasar var. Elini kullanıp kullanamayacağını kesin olarak söyleyemeyiz. Bunu ancak zaman gösterecek.”

Cemile’nin gözleri doluyor, ama yanındaki çaresiz adama belli etmemeye çalışıyordu. İçinden sadece şunu geçiriyordu:
“Yeter ki nefes al… Yeter ki yanımda kal. Elin ben olurum, kolun ben olurum, gerekirse ömrümü sana veririm…”

Geceyi yarı uykulu, yarı uykusuz geçiren Cemile’nin gözleri sabaha karşı kan çanağına dönmüştü. Bir ara daldığında koridordaki ayak sesleri, kapı gıcırtısı ya da cihazların çıkardığı ince uyarı sesleriyle hemen uyanıyor, gözlerini Cemil’den ayırmaya kıyamıyordu.

Sabah olduğunda ziyaret saatiyle birlikte kaynanası, kayınbabası ve küçük oğulları odaya girdiler. Küçük çocuk, babasını görünce önce çekinmiş, sonra utangaç adımlarla yatağa yaklaşmıştı. Cemile, oğlunun başını okşayıp “Babanı gördün ya, bak sana gülümseyecek” diye fısıldadı.

Kalfa ile çırak da sabah atölyeye gitmeden önce hastaneye uğradılar. “Bir ihtiyacınız var mı?” diye sordular. Yorgunlukları yüzlerinden okunuyordu ama yine de yardım etmeye hazırdılar. Atölyeyi dün olduğu gibi apar topar bırakıp çıktıklarını, orada biraz temizlik yapmaları gerektiğini, ardından yarım kalan işleri toparlayacaklarını söyleyerek helallik alıp ayrıldılar.

Cemil, bu sırada gözlerini araladı. Henüz bitkin görünüyordu ama annesini, babasını ve küçük oğlunu başucunda görünce dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. O gülümseme, yorgun bedenine inat; hayata, ailesine ve yeniden ayağa kalkma umuduna tutunmasının işareti gibiydi.

Cemile, gözlerinden süzülen yaşları eliyle silerken içinden şöyle geçirdi:
“Allah’ım şükürler olsun… Yeter ki yüzünde bu gülümseme hiç eksilmesin.”

Annesi Cemil’in yanında otururken, Cemile kayınbabasıyla dışarı çıktı. Koridorun sessizliğinde uzun uzun konuştular. En çok düşündükleri mesele, marangozhanenin geleceğiydi. Kalfa ve çırak iyi çocuklardı, işi bir süre idare edebilirlerdi ama bu ne kadar sürerdi?

Kayınbabası:
“Ben her sabah gider, dükkânı açarım. İşten pek anlamam ama gelenle gidenle ilgilenirim. Sen merak etme kızım.”

Bu sözler Cemile’nin omuzlarından büyük bir yük almıştı. İçinde hafif bir rahatlama hissetti. Şimdi tek düşüncesi, kocasının bir an önce sağlığına kavuşmasıydı.

İki hafta sonra Cemil taburcu edildi. Ama pansuman ve kontroller için yolu sık sık yine hastaneye düşecekti. Yaraları tamamen iyileştikten sonra fizik tedaviye başlandı. Doktorların sözleri hâlâ aynıydı: “Az da olsa umut var, ama kesin konuşamayız.” Bu belirsizlik, Cemile için sabır imtihanıydı.

Cemil ise evine döndüğünde bedeninden çok aklındaki yüklerle boğuşuyordu. Atölyeyi, alınmış siparişleri, peşinatları düşünüyordu. O paralarla çam kütükleri ve diğer malzemeleri almıştı, geri ödeme imkânı yoktu. İçinden çıkamadığı bu sıkıntının tek tesellisi, güvendiği kalfasıydı.

Ziyaretine gelen arkadaşlarından birkaçına ricada bulundu:
“Kalfa sıkışırsa, zorlanırsa siz de el atın. Onu yalnız bırakmayın.”

Arkadaşları tereddütsüz cevap verdiler:
“Hiç merak etme, her türlü yardımı yaparız. Yanındayız.”

Cemil’in gözlerinde hafif bir parıltı belirdi. O an, yalnız olmadığını hissetti.
Bu konuşmaları duyan Cemile ise içinden geçenleri artık saklamadı:

“Baba da yoruldu. Bundan sonra atölyeye ben gideceğim. Sen de benimle gel, işleri öğretirsin. Ben de çalışırım,” dedi kararlılıkla.

Cemil hemen itiraz etti:
“Olmaz! Kadın başınla ne işin var orada? Hem bu iş erkek işi, sen yapamazsın. Oğlumuz ne olacak?”

Ama Cemile geri adım atmadı. Sesinde hem kararlılık hem de içindeki yükün ağırlığı vardı:
“Başka çaremiz yok. Senin iyileşmen zaman alacak. Borçlarımız var, işler yarım kalamaz. Atölye kapanırsa hem emeğin hem de onca yılın boşa gider. Sonra ne yaparız bir ekmeğe muhtaç oluruz. Ben elimden geleni yaparım.”

Uzun uzun konuştular. Akşam babası geldiğinde onun yanına giderek durumu bütün açıklığıyla anlattılar. O da tıpkı Cemil gibi önce karşı çıktı:
“Kızım, o iş ağırdır, senin bünyene göre değil,” dedi.

Ama Cemile sabırla, tek tek nedenlerini sıraladı. Atölyedeki sorumlulukları, yapılmış siparişleri, peşinatları, kendisinin de yaşlı hali ile artık yorulmaya başladığını gördüklerini anlattılar. Sonunda babası da ikna oldu. Başka çareleri yoktu.

Böylece üçü de aynı noktada birleştiler. Küçük oğullarını sabahları babaannesine bırakacak, akşam dönüşte alacaklardı. Gerekirse bazı günler atölyeye de götüreceklerdi.

Cemile, o gece yatağa başını koyduğunda içi biraz olsun rahattı. Zor bir yola giriyorlardı ama en azından bir yol bulunmuştu.

Ertesi sabah erkenden kalktı. Önce sofrayı kurdu, kahvaltıyı hazırladı, küçük oğlunun kıyafetlerini özenle çıkardı. Birazdan Cemil de uyandı. Üçü birlikte, alışılmış ama bu kez daha anlamlı gelen bir kahvaltı yaptılar. Sanki sofrada sadece ekmek ve zeytin değil, umut da paylaşılmıştı.

Kahvaltının ardından oğullarını kaynanasına bırakıp kayınbabasından atölyenin anahtarını alan Cemile, derin bir nefes alarak yola koyuldu. Atölyeye vardıklarında kapının önünde durdu. Yıllarca Cemil’in ellerinde şekillenen o emek yuvası, şimdi ona emanet ediliyordu.

Anahtarı çevirdi, ağır kapıyı araladı. Tam o sırada kalfa ve çırak da geldiler. Kenarda durup şaşkın gözlerle önce ustalarına, sonra kapıyı açan Cemil’in eşine baktılar. Onların bakışlarında hem hayret hem de sessiz bir saygı vardı.

Etraftaki dükkânlardan bazı esnaflar da olup biteni fark etmiş, sessizce izliyordu. Kadının marangozhanenin kapısını açması alışılmış bir manzara değildi. Fısıldaşmalar, meraklı bakışlar havada dolaşıyordu.

Kısa bir sessizlikten sonra, şaşkınlığını üzerinden atan kalfa öne çıktı. Hafif mahcup bir tavırla,
“Yenge, ben hallederim. Siz yorulmayın,” diyerek büyük kanatlı kapıları açmaya yeltendi.

Ama o sırada Cemil, yorgun ama gururlu bir sesle karşılık verdi:
“Yenge değil, Cemile Usta diyeceksin. Cemil Usta vardı, şimdi acemi de olsa Cemile Usta var!”

Kalfa bir an durdu, sonra başını eğerek, “Peki, Cemile Usta,” dedi.

O an, atölyenin içinde yeni bir dönemin başladığını herkes hissetti.

Cemile, büyük kapıyı aralayıp atölyeye adımını attığında, içerisi ona yabancı gelmişti. Ağaç tozu ve talaş kokusu burnunu doldurdu, ağır makinelerin sessiz ama bir o kadar da etkileyici varlığı onu hem korkutuyor hem de heyecanlandırıyordu. Kalfa ve çırak hemen yanına yaklaştılar, ellerinde aletlerle bekliyorlardı; gözlerinde hem şaşkınlık hem de güven vardı.

“Ne yapmam gerekiyor, Cemile Usta?” diye sordular. Cemile derin bir nefes aldı.

“Önce her şeyi yerli yerine koyacağız. Aletleri kontrol edeceğiz. Sonra siparişleri gözden geçireceğiz. Elimden geldiğince sizden ve Cemilden işleri öğreneceğim,” dedi kararlı bir sesle.

Gün ilerledikçe Cemile, marangozhanenin karmaşık düzeni ve ağır işleri karşısında zaman zaman yoruldu. Bazen yanlış ölçü alıyor, bazen yanlış malzemeyi eline geçiriyordu. Ama pes etmedi; Kocası, kalfa ve çırak, dikkatle onu izliyor, gerekirse müdahale ediyordu.

Dışarıdan bakan bazı esnaf, merakla atölyenin kapısına yaklaşıyordu. Kadının marangoz işlerini öğrenmeye çalıştığını görünce fısıldaşmalar başladı:
“Bak, kadın işe el atmış…”
“Acaba yapabilir mi?”
“Cemil’e yardım eder mi?”

Cemile, bu bakışları hissettiğinde kısa bir an için kendini tedirgin hissetti, ama ardından başını kaldırdı. İçten gelen bir kararlılık, tüm yorgunluğunu bastırıyordu.

Öğleye doğru kalfa, Cemile’nin yanında durarak sessizce dedi ki:
“Cemile Usta, bakıyorum, elleriniz bu işlere yatkın. Sizi izlemek kolay değil ama zamanla alışacağım sanırım.”

Bu söz, Cemile’yi hem gururlandırdı hem de motive etti. Öğleden sonra, ilk siparişleri birlikte kontrol ettiler. Cemile hatalarını düzelttikçe, kalfa ve çırak da ona uyum sağlamaya başladı. Artık marangozhanede yalnız değildi; Kocasının da destek ve yardımı ile bir ekip olmuşlardı.

Akşam olduğunda Cemile, yorgun ama mutlu bir şekilde atölyeden çıktı. Kapıyı kapatırken içinden şöyle geçirdi:
“Bugün belki çok eksik yaptım, belki çok hata ettim ama başladım. Artık geri dönmek yok. Bu atölye, hem bizim hem de Cemil’in emeği. Ve ben bunu başaracağım.”

Dışarıda onları merak ederek atölyeye gelen kayınbabası ve Cemil, Cemile’ye günün yorgunluğunu unutturacak şekilde gülümsediler.

Oğullarını almak için babasının evine gittiklerinde, küçük çocuk koşarak babasının kucağına atladı. Cemil onu hemen sol koluyla sıkıca kavradı, ama annesi hafifçe sitem ederek hem oğluna hem kocasına çıkıştı:
“Kolun hâlâ tam iyileşmedi, böyle hareketler yapmayın!”

Sonra annesi gülümseyerek ekledi:
“İçeri geçin, size yemek hazırladım. Bu gün hep beraber yeriz. Hem ilk iş gününde ustamız da yorulmuştur, şimdi eve gidip yemekle kim uğraşacak?”

O an, hem aile hem de iş hayatının iç içe geçtiği bir denge başlamıştı. Yorgunluk, endişe ve sorumluluklar bir yana, küçük mutluluklar, güven ve dayanışma da aynı anda hissediliyordu.

Cemil, eşiyle birlikte günlük olarak atölyeye gidiyor, bazı günlerde ise fizik tedavisini yaptırıyordu. Doktorlar son seansında, “Bir sonraki gelişinizde eşinizle birlikte gelin, konuşacaklarımız var,” demişti.

Cemil’in içine bir kurt düşmüştü; acaba kötü bir şeyler mi oluyordu? Kolu hep böyle mi kalacaktı? Bu düşüncelerle atölyeye gittiğinde doktorun söylediklerini Cemile’ye anlattı.

Cemile ona sakin bir sesle, “Merak edecek bir şey yok, belki bazı önerilerde bulunacaklardır,” dedi. Ama içinden geçenler bambaşkaydı.

Bir yandan işine odaklanırken, bir yandan da doktorların ne söyleyeceğini tahmin ediyordu. Cemile gün geçtikçe işe iyice adapte olmuş, yılların ustası gibi çalışıyordu; hata yapmamaya büyük özen gösteriyordu.

Birkaç gün sonra gittikleri seans sonunda doktorlarla görüşmelerinde tahmin ettiği şeyi söylemişti doktorlar.Cemile içinden sessizce şöyle geçiyordu:
“Olur olsun, ben ta o gün kocama söz verdim; onun hem eli hem kolu olacağım. Öyle de olmaya devam edeceğim.”. 

Cemil, kolunu ve elini tam anlamıyla kullanamasaydı da artık yanında Cemile vardı. O, sadece eşi değil, aynı zamanda hem eli hem kolu, hem de iyi bir ustası olmuştu.

Küçük oğulları okula başladığında, her sabah ikisi de büyük bir mutlulukla onu okula bırakıyor, ardından atölyeye gidiyorlardı. Oğulları çıkışta babaannesine gidiyor, akşam ise babasının ve annesinin gelip onu almasını sabırsızlıkla bekliyordu. Bu düzen, hem iş hem de aile yaşamında yeni bir uyum yaratmıştı.

Cemile Usta ise işine olan titizliği, sağlamlığı ve kaliteye verdiği önem sayesinde sanayide artık aranır bir usta hâline gelmişti. Onun yaptığı işler sadece tamamlanmakla kalmıyor, ustalığı ve emeği ile fark yaratıyordu.

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar